Perşembe, Mayıs 29, 2008
Galata Konak
Galata Konak Cafe'yi ilk kez tam bundan 1 yıl önce ziyaret etmiştim. Ondan sonra da pek çok kez gittim, arkadaşlarıma tavsiye ettim. Ve giden herkes çok beğendi.
İlk gittiğimde bir kaç aylık bir mekandı ancak geçen zamanla birlikte kendini daha bi düzenleyip geliştirmiş. Yemekler hizmet daha başarılı olmuş. Bunun doğal sonucu olarak da artık terasını boş bulmak imkansız.
Tavsiyem güzel bir yerden manzaranın tadını çıkarmak istiyorsanız mutlaka rezervasyon yaptırın. Bi de öncesinde ya da sonrasında oraya kadar gitmişken mutlaka Galata Kulesi'ne de çıkın.
Daha önce gündüz fotoğraflarını görmüştünüz bunlar da gece. Üstteki resim oturduğunuz yerden seyrettiğiniz muhteşem kule manzarası, alttaki de yine terastan baktığınızda gördüğünüz manzara. Yani önünüz arkanız, sağınız solunuz İstanbul.
Galata Konak Cafe
Pazartesi, Mayıs 26, 2008
Gelibolu Şehitlikleri
İlk hedefimiz Abide olmasına rağmen bir yol ayrımında düz devam etmek yerine
yanlışlıkla sağdan yukarı çıkan yolu takip ettiğimizde kader bizi önce Kanlı Sırta, Lone Pine anıtına, 57.Alay Şehitliğine ve Conk Bayırı’na ulaştırdı. İyi ki de ulaştırdı. Çünkü profesyonel bir rotamız olmadığı için o bölgeyi uzak bularak gitmeyebilirdik.
Yol boyunca pek çok şehitlik ve anıt karşınıza çıkıyor.
57. Alay Şehitliği
Atatürk’ün 57.Alay’a verdiği ünlü emir şöyleydi.
“Ben size taarruzu emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum!”
Emri alan 57. Alay’ın erinden komutanına tamamı burada şehit olmuş.
Conk Bayırı
Conk Bayırı’nın kuzey bölümü Mustafa Kemal’in 10 Ağustos 1915’te bir hücum sırasında göğsüne isabet eden şarapnel parçasından cebindeki saat sayesinde yara almadan kurtulduğu yer.
Conk Bayırı Gelibolu yarımadasının en yüksek tepesi. Yarımadaya son derece hakim bir konumda. Kuş sesleri, ağaçlar ve olağanüstü manzarasıyla cennet gibi bir yer. Ancak o cennet cehenneme dönmüştü bir zamanlar. Bunları düşündükçe ürperdiğimi hissettim. Siperler, Atatürk’ün gözetleme yeri, keskin rüzgarın çam ağaçları arasından geçerken çıkardığı garip uğultu basit bir rüzgardan fazlasını hissettirdi bana.
1915 yılına ait seslerdi sanki duyduğum yada ben öyle olduğuna inanmak istiyordum. Gezdiğim şehitlikler içinde beni en çok etkileyen yer burası oldu. Ayrılmak istemedim.
Şehitler Abidesi
Çanakkale Boğaz’nın karşı kıyısı da dahil çok geniş bir alanda görülen Şehitler Abidesi Morto Koyu’nu geçince Hisarlık Tepesi’nde. Burası aynı zamanda antik Elailous kentinin bulunduğu yer.
Çanakkale Savaşları itilaf kuvvetlerinin en büyük saldırısı 18 gemilik donanmasıyla Boğaz’a girmesi ve kıyıları müthiş bir bombardımana tutmasıyla başlamıştı. İşte bu noktada savaş boyunca şehit olan 253.000 Türk askeri için 41,70 m. Büyük abide yapıldı.
Ne yalan söyliyim Abide’de ki hengame, koşturan çocuklar Conk Bayırı’ndan sonra bana aynı şeyleri hissetiremedi.
Seddül Bahir
İlyas Burnu’nun solunda Seddülbahir köyü ve kalesi yer alıyor. Kale 1659’da yapılmış.
Helles Anıtı
Seddülbahir’de yarımadanın en uç noktasındaki anıt. Kraliyet Tümeni’nin karaya çıktığı noktaya hakim bir tepede.
Yahya Çavuş Anıtı Şehitliği
Çıkarmaya direnen birliğin komutanı Yahya Çavuş’tu ve takımı sadece 63 askerden oluşuyordu. Bu mevzide ölen askerlerin şehitliği burası.
V Plajı Mezarlığı
Aralarında çok sayıda subayın da bulunduğu askerlerin mezarları burada. Karaya ayak basar basmaz öldükleri yer.
Şunu fark ettim ki; tarihi kitaplardan okumak videolardan seyretmek belki anlamamızı sağlıyor. Ama hissetmediğimiz sürece hep bir yanı eksik kalıyor. Orada yaşananları, bu ülke için nasıl bir bedel ödendiğini tüm ruhunuzla anlayabilmek için o rüzgarın teninize değmesi, o güneşin sizi yakması, gözlerinizin o sahilleri, siperleri, bayırları görmesi gerek bana göre. Etrafınıza baktığınızda her tepede bir bayrak görüyorsunuz, her bayrağın altında bir şehitlik. Akla hayale sığdıramıyorum olanları.
Resimler izinsiz kullanılamaz.
Bölgeler hakkındaki bilgiler Çanakkale Valiliğinin hazırladığı broşürlerden alınmıştır.
Pazar, Mayıs 25, 2008
Troia
21 Mayıs sabahı saat 9’da Gelibolu’ya vardığımızda pek çoğu için gün yeni başlarken biz günü yarılamıştık bile. Günü boşa harcamak olmazdı, biraz dinlendikten sonra soluğu Truva’da aldık.
Çanakkale merkezine yaklaşık 30 km uzakta yer alan Truva milattan önce 3000’lü yıllara dayanan yerleşimlere ev sahipliği yapmış.
Üniversite seçimlerimi yaparken arkeoloji de tercihlerim arasındaydı ancak olmadı. Ama ilgim hiç azalmadı. Bu nedenle de Truva benim için çok heyecan verici bir yer.
Hava güzel; çoğu zaman bulutların arkasından bizi izleyen güneş rahatça antik kenti gezmemizi sağladı. Hatta turun sonunda bulutların arkasından çıkan güneş nasıl yaktığını gösterdi.
Şehrin dar sokaklarında dolaşırken o günlere ait hissettim kendimi. Ve beni en çok etkileyen küçük anfi tiyatrosu oldu. Sanki o sahnede daha önce ben vardım. Odeion’dan ayrılmak istemedim. O sahnede beni tutan geçmişten bir bağ var gibi geldi.
Şehri gezmek için takip edilen bir yön var herkesin kullandığı ama biz merak ettiğimiz bir şey için gittiğimiz yoldan geri döndüğümüzde yüksek bir noktadan uzaktan görünen Truva atının başı hoş bir kare verdi.
Hafta içi o kadar sakin ve keyifliydi ki Truva. Başkaları sizin fotoğraflarınıza girmeden hoş mizansenler yaratabiliyorsunuz. Benim yalancı bir heykel olduğum gibi.
Bir de Truva meşesi var ki; iki elinizle koca meşeye dokunup dileğinizi içinizden geçirdiğinizde oluyormuş ;)
“Troia Çanakkale Boğazı girişi yakınındaki Hisarlık mevkisindeki Tunç çağından kalma kale ve kentle birlikte Troia Savaşı sonunda yok edilen Kral Priamos’un efsanevi kentinin ortak adıdır.
Zengin bir amatör arkeolog olan Henrich Schlieman Homeros’un İliada Destanı’ndan yola çıkarak 1870 yılında Troia’yı bulmak için kazılara başladı. Amacı arkeolojik olmaktan çok defineciliğe yakındı. Priamos’un efsanevi hazinesini arıyordu. Troia II evresinden kapı ve rampanın yanındaki bir çukurda gerçekten de bir hazine buldu. Ve hazineyi kaçırdı.
Troia’nın arkeoloji ve tarih açısından en önemli yanlarından birisi kentin yıkılıp, yanıp yeniden aynı yerde kurulması. Genellikle bir kent yıkıldığında bir başka yere kurulur. Oysa Troia hep aynı yere yeniden kurulmuş.
İ.Ö. 3000-2500 kentin en eski yapı evresi. Schliemann yarması olarak adlandırılan yerde, balık sırtı taş örgülü, poyraza açık ev dizisi olarak izlenmektedir. Troyalılar kentlerine gerçek bir kale yaptıklarında piramitlerin yapımına 400 yıl vardı.
Troya II İ.Ö. 2500-2300. bu evrede kent surlarla çevrilmiş, güneye bakan büyük konutlar (megaron) yapılmış.
Troya III, IV, V. 2300-1900. Kentin bu döneme ait yapı katları silik izlerle saptanmıştır.
Schliemann Troya kentini Homeros’un İliada Destanı’ndan yola çıkarak bulmuştu. Ama böyle bir savaşın olup olmadığı, dahası Homeros diye birinin olup olmadığı da hep tartışılageldi. Fakat Troya’da kazılar ilerleyip yeni bulgulara ulaştıkça Homeros’un anlattığı görkemli saraylar, tapınaklar, kapılar, savunma düzenekleri ve hendekler ve daha pek çok şey Homeros’un İliada’sıyla benzerlikler ortaya çıktı.”
Salı, Mayıs 20, 2008
İnşallah yarın sabah ta erkenden yola çıkıp Gelibolu'ya gideceğiz. Günlerim öyle bir koşturmacayla geçiyor ki; ancak şimdi ayaklarımı uzattım da dinleniyorum bir yandan da yazıyorum.
Hem zamanıdır artık hem de müsaitim diye gardolapta sezon değişimi yaptım. Vakit olunca temizlik sarıyor bütün odada ne var ne yok her şey yıkandı ütülendi, duvarlar halılar silindi. Yıkananlar ütülendi valize kalktı. Dün akşam yaklaşık 4 saat ütü yaptım. Hiç bir yerim tutmuyor. Ama olsun temizlik, düzen huzur veriyor bana.
Yarın 21 Mayıs.
Dedem için yaptığım blogun 1. yılı; dedemin vefatının 19.yılı. "Geçen Zaman" diye küçük bir yazı yazdım okumak isterseniz.
Geçen Zaman
Cuma, Mayıs 16, 2008
Sabahlar
Sabahın sessizliği, serininde etraftaki huzuru hissettim. Havaların ısınmasıyla bir iki kuş ötmeye başlıyor bu saatlerde. Günün en sessiz saatinde en güzel sesleri duyuyorum.
Rize’deki sabahları hatırlıyorum...
Güneşin ufukta yavaş yavaş yükselmesiyle aydınlanan güne merhaba diyen bir kaç kuşun sesine; ilerleyen dakikalarla bir kaç tane daha ekleniyor ve koro başlıyor. Bense terastaki divanda bu sesler arasında uykuya dalıyorum. Sonra yağmurun yapraklara ve topraklara değdikçe çıkardığı ses; yağmurun sesini duyuyorum.
Uyanır gibi oluyorum, sonra yeniden tatlı bir uykuya dalıyorum. Huzur işte bu an demiştim. Huzuru ve mutluluğu yaşadığın anda farkında olmak Allah’ın insanları verdiği bir hediye galiba.
O güzel sabahı sanırım hiç unutmayacağım.
Çarşamba, Mayıs 14, 2008
Kale Düştü
Bi şeyler vardır huzursuz eden yolunda gitmeyen; düzene sokamadığın yerini bulamadığın için de sana bir türlü rahatlık vermeyen. Bir yolunu bulup yüzleşmek problemi çözmek yada üstesinden gelmek yerine yok saymak görmemezlikten gelmek. "Sorun olarak çıktığında bakarım çaresine" demek. Yok sayınca huzura erebildiysen ne ala ama sorun kadar görmemezlikten gelmek ötelemek de canını sıkıyorsa işte o zaman çık çıkabilirsen işin içinden.
Ne çözmeye ne yok saymaya. Ne atabiliyorsun ne satabiliyorsun. Olduğu yerde öylece duruyor. Aslında çözüm yöntemi bulamamakta sıkıntı, yoksa ne kadar zor olursa olsun başlar ve başlanan biter.
Oysa, ne zaman ve nerde yeniden can yakacak diye beklemek her şeyi daha da zorlaştırıyor.
Güçlü olmak güçlü görünmek...
Hep yapıyorsan bunu bazen düşebiliyor kale. Başka yönden açılan bir gedik tüm duvarlarına sirayet edebiliyor kalenin. Yeniden güçlenene kadar da, ne biriktirmişse o güne kadar içinde mancınıklarla fırlatıyor etrafa. Can yakmak istemese de yakıyordur mutlaka.
Ama bir kaleye de bu kadar çok yüklenilmez ki.
Cumartesi, Mayıs 10, 2008
Ben Sana Küsüm Aslında
Sezen Aksu'nun yeni şarkılarından biri. Harika bir albüm dinleyeceğiz yakında. Buna eminim çünkü bu akşam ki konserinde yeni albümünden şarkılar söyledi. Eskilerin de en güzellerinden.
Çok yorgun ve keyifsiz olmama rağmen konserin çoook iyi olduğunu düşünüyorum. Yani Sezen keyifliydi. Ama Bostancı Gösteri Merkezi felaketti. Boş bir sandalye bile yoktu, hatta ekstrası bile vardı. Ama binlerce kişi tek bir kapıdan girdi ve çıktı salona. Ya bir şey olsaydı nasıl çıkardı o kadar insan? Çıkamazdı ki.
Saat gecenin 2'si ve konserden haberleri hiç bir yerde okumadan ilk benden öğreniyorsunuz. Ne acelem mi vardı gece gece yazacak kadar?
Yarın beni yoğun bir gün bekliyor, sabah erkenden kalkıp yollara düşeceğim. Önce doktor randevum, sonra kuaför, kuzenimin nişanı ve akşama da bir düğün. Yani hafta sonu fırsatım olmayacak. Yazacağım konu soğudukça tadım da hevesim de kaçıyor. Hem belki yazarsam üzerimdeki gerginliği de atarım.
Gelelim konsere. Ozan Doğulu oyönetiminde orkestrası harika bir giriş müziği çaldılar bayıldım. Sezen yeni şarkılarını söylerken arkadaki ekrana sözleri yansıdı. Ki dinleyicileri ilk defa dinledikleri lşarkıya alıştırmak için iyi bir yöntem.
Çok hareketli kıvrak şarkıları var biri roman ezgileri diğeri de İzmir'in kızlarıyla ilgili. Bu yazın favorisi olacağı konusunda iddiaya bile girerim. Fotoğraftaki o şarkının sözleri.
Mustafa Ceceli ile düetleri ortalığı kırdı geçirdi desem yeridir. Yaprak Dökümü'nün şarkısı Takvim'in demosunu söyleyen de Mustafa'ymış. Onu da dinledik. Ve tabi diğer vokalleri Nurcan, Eda ve Okan'da geceye renk kattılar. Tabi Sezen müthiş anıları hikayeleri.
Konser sonrası pasta ve limonata.
Gece bitti.
Perşembe, Mayıs 08, 2008
Dondurmalı Fikri Mühim
Sağolsunlar yeni bir şeyler çıktığında, kampanya olduğunda katılmak isteyip istemediğimi soruyorlar kabul edince de bana güzel şeyler gönderiyorlar.
Son kampanyam dondurma. Bundan eğlenceli bir şey düşünebiliyor musunuz?
İşte kampanya kutum. Zaten kutu doğrudan dondurma yemek üzere insanı baştan çıkarıyor. Zaten böyle hissedeceğimizi bildikleri için bedava ve indirimli CarteD'or çekleri çıkıyor içinden. Bir de şık tarifler. Ve tabi sizin yaratıcılığınız için de hoş öneriler. İlerleyen günlerde yaratıcı çalışmalarımı sizlerle de paylaşmayı düşünüyorum.
Ancak ilk basit denememi sunabilirim. Pepeçura denen Karadeniz'e özgü kokulu kara üzümden yapılan muhallebinin üstüne iki top. Üzümün ekşi ve aromalı lezzetine kaymak yada vanilya muhteşem eşlik ediyor. Siz pepeçura'yı biraz zor temin edeceğinizden kakaolu muhallebiyle de deneyebilirsiniz.
Şimdi bu yazının üstüne ben çilek ve dondurmayla bir buluşma planlıyorum kusura bakmayın.
Yazıyı yayınlamadan çıktığım için bari son tasarımımı da paylaşıyim dedi.
Salı, Mayıs 06, 2008
Ahırkapı'da Hıdrellez Bitmiştir
Bu sene organizasyon biraz daha gelişmiş, sokaklar daha güzel süslenmiş, Burhan Öcal bile konser verecekmiş. Her bir köşede dilek alternatifleriyle dile dileyebildiğin kadar.
Ne yazık ki ilk kargaşa kupon satış noktalarında. Bu şenlikte parayla hiç bir şey alamıyorsunuz. Önce bir noktadan nakit karşılığı kupon alacaksınız üstelik onlarda alkollü ve diğer yiyecek içecekler için ayrı olmak üzere. Geçen yıllarda da öyleydi ama bu yılki gibi sıkıntı yoktu. Çok kalabalık bir kaç noktayı geçtikten sonra en kötü istasyonda durduk Citadel otelin önündeki kupon satış noktası.
Yaşlı bir bey, aldıkları paraları zarfla kucaklamış oturan genç bir bayan, arkada da öylece onlara bakan arada bir de "hesaplıyamıyorsunuz, satmayın başka yerden alsınlar" diyen irice bir adam. Yaşlı bey bi kuponlara bi paralara bakıyor ne yapacağına karar veremiyor. Herkes de elindeki paralarla dikkatlerini çekebilmek için paralanıyor. İsyan ettiğimizde de satmıyorum başka yerden aldın diye terslendi. Hangi hakla? Ya oraya satış noktası açmayacaksın ya da satacaksın düzgün işleyen bir ekibi de organize edeceksin. Eminin yüzlerce kişiyi aynı yöntemle çıldırtmışlardır.
Kalabalıktan adım atmaya imkan yok, her sene böyledir. Ama hiç bir zaman ezilme tehlikesi atlatmamıştım. Tam nahılın olduğu Efes Etkinlik alanı önünde kalabalık kilitlendi ne ileri ne geri ve iki tane uzun boylu adamın arkasında önümü göremez kıpırdayamaz nefes alamaz halde sıkıştım. Herkes sıkıştı ama benim gibi ufak tefekler resmen ezildi. Bir an kalabalıkta bir hareketlilik oldu ve bir yerlere doğru sürüklendim ve gerçekten korkmaya başladım. Üstelik hemen arkamda olan arkadaşlarımdan da uzağa sürüklenmiştim. O durumun bir kaç dakika daha sürdüğünde ne olacağını düşünmek bile istemiyorum.
O kargaşadan çıkmayı başardığımızda ilk kapıdan kendimizi sahil yoluna attık. Çünkü arabaya ulaşmak için etkinlik alanından yürümeye çalışsaydık aynı durumu tekrar yaşama ihtimalimiz olacağından sahil yolundan yürüdük. Uzun bir yürüyüş sonunda arabaya vardığımızda hala kendimize gelememiştik.
Ve bütün gece kabuslar görüp durdum.
Böyle bir etkinlikte bunlar kaçınılmaz şeyler diyebilirsiniz ama şenlik her geçen sene daha fazla insanın dikkatini çekiyor. Ancak mekan ve servis noktası arttırılmadıkça başarı başarısızlığa dönüşebilir bence.
Ama benim için Ahırkapı'da Hıdrellez şenlikleri bitmiştir.
Pazar, Mayıs 04, 2008
Hafif
Daha az kavga ediyor kendiyle, olayları daha kolay kabullenip yeni koşullarda mutluluğunu yaratmaya çalışıyor. Daha az acıyor içi istedikleri olmayınca. Çünkü bir tek kendisi kendisinden emin.
Diğerleri... Herkes kendi hayatını yaşar. Kimse kimseyi zorla tutamaz, istediği şekilde davranmaya zorlayamaz, değiştiremez.
Ben öyle bir konuda kendimle sulha erdim ki; o günden beri daha hafifim. Belki daha az önemsiyorum, daha mı az seviyorum? Sanmam. Ama garip bir felsefe oturdu yerine.
Ölümün affetmediği ya da önemsiz kılmadığı ne var hayatta?
Birikenler
Son zamanlarda cep telefonumda fotoğraf makinesinde biriken resimleri bir yazıda paylaşmaya karar verdim. Çünkü onları başka uzun yazılara ertelerken sonsuza kadar ertelenme ihtimalinin güç kazandığını düşünüyorum. Bunları kafamdan silersem belki uzun süredir yazmadığım, birkaç kelimeyle başlayıp sonunu bilmediğim iç sesimin yazılarına vakit ayırabilirim.
Bir ara ne var ne yok bütün kavak ağaçlarını kesmişlerdi. Ama kavaklar geri döndü. Bu bahar Levent'te şiddetli kar fırtınaları var. Ben bu resme "pamuk yolu" adını verdim. Cuma akşamı servis kırmızı ışıkta beklerken ben de boş durmadım. Zaman benim için koşulları hazırlamıştı kaçıramazdım. Aslında geçenlerde çok güzel bir pozu kaçırdım hala ona hayıflanıyorum.
Sokağın ortasında ip atlayan kız çocukları ve onların yanında sırasını beklercesine sakince oturan kedi. Kaçırdım işte. Bazen hayat bize fotoğraf kareleri sunar, yakalarsan yakalarsın yoksa kaçar gider.
Merter'deki Vakko Binası. Daha doğrusu binasıydı. Fabrika binasının sağlam halini internette aradım ama bulamadım onunla çok daha anlamlı olacaktı. Gördüğüm, yaşadığım her şey benim için değerli. Bazen bu anlamsız bir bina, bir an, bir koku, bir kelime, bir resim bile olabilir. Ama beni biriktiren yaşadığım her an her nefeste gördüğüm, hissettiğim her şey.
Bizim evin yaramazından son fotoğraflar. Geçen hafta toz alırken benden önce dolabın içine girdi. Ulaşamadığı giremediği her yer onun için çok cazip. Nerdeyse onu dolabın içine kapatacaktım, çok meraklı vitrin süsü olmaya. Ve yeni arkadaşı filler.
Hele bir videosu var ki sormayın. Bloga yüklemeye çalıştım, aslında yükledim de. Ancak yayınladığımda açılmıyor. 24 MB'lık bir dosya olması bunun nedeni olabilir.
Maceramız şöyle; ona yasak olan bir odanın bir kaç cm ara kapısından içeri girmeye çalışmak. Ne yazık ki kapıdan sadece kafası geçiyor bedenini de geçirebilmek için girmediği şekil kalmıyor. En önemlisi de pes etmemesi gidip gidip geri dönüyor. Bir deneme bir deneme daha. Fatih'in torunu kapıları açmanın bir yolunu mutlaka bulacak :)
Ve bugün.
İstanbul'da bölgesel sağnak yağmurların yağdığı bence hoş bir pazar. Bir anda girdiğiniz sağnaktan 2 metre sonra kupkuru yolla karşılaşmak ilginç. Daha da ilginci Haliç köprüsünün Eminönü yönündeki şeritlerinde yani Mecidiyeköy yönünde yağmur yağarken diğer yönde sadece su zerrecikleri var. O da muhtemelen yandan gelen sular.
İlginç bir tesadüf daha; yazıyı yazmaya başlarken CD çalara Salih Saka'nın İstanbul Lounge albümünü koymuştum. Yağmurla ilgili yazıyı yazmaya başladığımda çalmaya başlayan şarkı "Yağmurla Gelen".
Yazının başında da dedim ya; hayat kendini ona bıraktığınızda öyle ahenkle akan bir nehir ki. Zorlukları, sevinçleri, hüzünleri, kederleri kendi yolunu buluyor.
Kafamda çok hevesli cümleler dolaşıyor. Yazmaya başlamam lazım. Beklettiklerimden kurtuldum ya onlar da saklandıkları yerden çıkmaya başlıyorlar galiba.
Perşembe, Mayıs 01, 2008
Son Günlerde
Sanem, Sofi, Degree, Sıdıka, Gülümseyiş (hatta onun blogu tamamen uçtu) herkes kayıplarda. Ben de arayı bir haftadan fazla açmamaya çalışıyorum. Çünkü bir koptun mu toparlamak zor oluyor.
Hani kitap okuyordum ya, "Erkekler Neden Bazı Kadınlarla Evlenir?" en son bloguma yazdığımda elime aldım bi daha da yok. Blogumu takip eden de beni okuyor sanır. Bazen böyle alıp alıp bırakıyorum işte. Ama gene ne yaptım? Gittim kitap aldım. Artık eve götürmüyorum iş yerinde masamda küçük bir kütüphane oluşmaya başladı.
Bir de son günlerde masaja, refloksolojiye merak sardım. Aslında hep meraklıyımdır da bir iki yeni kitap daha aldım. Dahası Ender Saraç'ın Doğanın Şifalı Eli kitabındaki rahatlatıcı masaj yağı tarifini uyguluyorum. Başka tariflerde var ama henüz onları denemedim.
Karışımı hazırlayıp evin en ucundaki en sessiz odaya gidiyorsunuz. Mümkünse oda karanlık olacak, bir kaç tane mum, mutlaka tütsü yakılacak. Ben şu aralar evde olduğu için gül kullanıyorum. Tercihen duştan sonra gözenekler açılmış olacak. Artık masaj başlayabilir.
Karışıma gelince 2 tatlı kaşığı susam yağı, 1 tatlı kaşığı melisa yağı, 2 tatlı kaşığı gülsuyu, 1 tatlı kaşığı ylang ylang yağı ve bir kaç damla lavanta yağı. Hafif ılık olacak.
Bu yöntemin uygulandığı 3 kişide sonuçtan inanılmaz memnun. Ruhsal ve bedensel yorgunluğu alıp götürüyor.
Blog Bağları
Geçen hafta yine böyle bir mail aldım.
Bilecik Osmaneli'den Remzi Bey. İzniyle bana gönderdiği maili paylaşıyorum sizinle.
"Herşey bir takvim arayışı ile başladı. Sonra Google beni blog unuz ile tanıştırdı. Teşekkürler geçmiş zamana verdiğiniz önem adına.
Bilmem bilir misiniz, Anadolu da 1970 li yıllar ve öncesinde takvimler çok önemli idi. Bende Bilecek liyim çok farklı bir ailem olmadığı için yıl içinde 2 kez il dışına çıkar (ist.Bursa gb.) çok mutlu olurduk. Uzun kış gecelerinde aile büyüklerimizle birlikde sobanın yanında yerde minderler üzerine oturarak çay içerek mısır patlarak, ardında isim şehir oynarak geceyi tamamlar.Bir sonraki gününilkokul özlemi ile yatağa girerdik.
İsim şehir oynamak dedimde aklıma geldi. Sobanın hemen arkasındaki mindere büyükannem kalktıkdan sonra mutlaka ben otururdum bilirdimki o minderin altında geçmiş günlere ait saatlimaarif takvimi ve ülkü takviminin okunmuş sayfalarıbiriktirilirdi. Rahmetli annem 1930 yıllarda okutulamamış içinde buruk ve kırık bir ezikliği 67 yaşında bile hep dile getirmişti.
Ve ben annemin bir sırrına saatli maarif takvimlerini saklaması ile erdim rakamları harfleri ve saati okumayı o takvim yapraklarından öğrenmişti......... "
Bilecik Osmanlı'ya ilk başkent olan tarihi çok eskilere dayanan bir şehir. Remzi Bey'den rica ettim bize güzel şehriyle ilgili rotalar bilgiler gönderecek. Şansa bakın ki aynı zamanda Osmaneli belediyesinin fahri basın danışmanıymış.
Yani yakında Bilecik'i de tanıyacağız blogumdan.