Yaşarken maskeler kullanmak zorunda kalırız çoğu zaman; hastayken iyi, mutsuzken neşeli, ağlıyorken gülen.
Ben bu maskeleri pek başarıyla gerçekleştiremediğim gibi duygularımı da gizleyemem. Ya ses tonum ya da bir bakışım istemesem de ele verir beni. En unutamadığım da; bir kaç sene önce yükseklisans derslerinden en sinir olduğum derse girerken ki “iyi akşamlar” diyişim. Duyanlara sorsanız hala anlatırlar. Tek söylediğimse sadece “iyi akşamlar”.
Sosyal maskelerdeki başarısızlığımdan olsa gerek, gerçek maskeler hep beni büyülemiştir. Özellikle Venedik’teki maske karnavalındakiler. Bilmiyorum belki çocukluğumda izlediğim bir film, belki de her maskenin kendine ait bir ruhu ve sanatsal güzelliği etkilemiştir beni. Herkesin hayalleri vardır ya hani; benimkilerden biri de maske karnavalında Venedik’te olmak, renkli ve gösterişli maskelerimin olması. Yine geçenlerde aklıma bu hayaller düştüğünde google’da arama yaptım. Ve çok hoş şeyler buldum.
Adı gibi tam bir curcunanın yaşandığı Curcunabaz’ı keşfettim. Başak ve Candan’ın muhteşem çalışmalarını ve özellikle maskeleri görünce bu güzelliklerden habersiz kalmayın istedim.
Ayrıca kişiye özel yaptıkları kuklalar sevdiklerinize müthiş sürprizler hazırlamanız için size çılgın fikirler verebilir.
Perşembe, Mart 30, 2006
Çarşamba, Mart 29, 2006
Güneş Tutulması Başladı
Güneş tutulması başladı. Tutulma hattında olmayanlar internet üzerinden pek çok siteden izleyebilirler. Ancak kısıtlı internet imkanı olanlar için www.milliyet.com.tr önerebileceğim bir adres.
Güneş Tutulması
Yüzyılın ilk güneş tutulmasının favori gözlem yerinin Türkiye olması ve önemli canlı yayınların buradan yapılması Türklük gururumu okşuyor olsa gerek garip bir haz veriyor. Yabancı sitelerde özel tanıtımlar görünce de dayanamadım siz de gururlanın istedim.
Tam Güneş Tutulması Türkiye'den Canlı
Güneş tutulmasının görülebileceği hattın tamamı
Ve tutulmanın favori mekanı
Salı, Mart 28, 2006
Emeğe Saygı
Pek çok sektörde yaşanan korsan krizi başta kitap ve müzik olmak üzere her yerde karşımıza çıkıyor. Şimdiye kadar ne korsan bir kitap aldım ne de cd. Üstelik okumak istediğim bir kitabın kendisindeki korsanını okumam için bana vermek isteyen arkadaşımın teklifini de kabul etmedim. Sanılanın aksine korsan yayınları alanlar ne yazık ki, eğitim ve gelir seviyesi düşük insanlar kadar iyi üniversitelerden mezun olmuş geliri yüksek insanlardan olduğunu görmek bende büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor.
Geliri düşük ve eğitimsiz insanlardan da emeğe saygı beklerim elbette ama; okumak ister parası yoktur, emeği verenin hakkını yemektedir düşünemez. Ya diğerleri; anlamam mümkün değil.
Başkasının emeğini izinsiz ve isteği dışında kullanmak kul hakkıdır bana göre. Ve ödenmesi en zor haktır kul hakkı.
Blogumda yazdığım yazılarda başka birilerinin emeğini bilinçsizce kullanmaktan korkarım ve bu konuda elimden geldiğince hassasiyet gösteriyorum. Mesela "Kırmızı Şato" hakkında yazdığım yazıdaki resimlerin sahibine mail atarak resimleri kullanmak için kendisinden izin aldım. Maillerle gelen ve yazarını bilmediğim yazıları da maillerden geldiğini mutlaka belirterek yayınlıyorum. Bunların dışındaki tüm yazılar tamamiyle benim düşüncelerim, benim kurgularım, fikirlerimdir.
Böyle bir yazı yazmak hiç aklımda yoktu aslında. Ancak bugün bir haber sitesinin köşe yazarının benim 27 Temmuz 2005'de yazdığım "Değişmek" başlıklı yazımı hiç bir kaynak belirtmeden yayınladığını görünce...
Geçenlerde de bloglardaki yemek tariflerini yine hiç bir kaynak göstermeden yayınlayan bir televizyon kanalı olduğunu blogları dolaşırken okumuştum.
Blog dünyası büyüdükçe sıkıntıları, beraberinde getirdikleri de yeni boyutlara taşınıyor. Önümüzdeki dönemlerde blog yazanların emeğinin çok kolaylıkla başkalarınca tüketileceğini görecekmişiz gibi geliyor.
Geliri düşük ve eğitimsiz insanlardan da emeğe saygı beklerim elbette ama; okumak ister parası yoktur, emeği verenin hakkını yemektedir düşünemez. Ya diğerleri; anlamam mümkün değil.
Başkasının emeğini izinsiz ve isteği dışında kullanmak kul hakkıdır bana göre. Ve ödenmesi en zor haktır kul hakkı.
Blogumda yazdığım yazılarda başka birilerinin emeğini bilinçsizce kullanmaktan korkarım ve bu konuda elimden geldiğince hassasiyet gösteriyorum. Mesela "Kırmızı Şato" hakkında yazdığım yazıdaki resimlerin sahibine mail atarak resimleri kullanmak için kendisinden izin aldım. Maillerle gelen ve yazarını bilmediğim yazıları da maillerden geldiğini mutlaka belirterek yayınlıyorum. Bunların dışındaki tüm yazılar tamamiyle benim düşüncelerim, benim kurgularım, fikirlerimdir.
Böyle bir yazı yazmak hiç aklımda yoktu aslında. Ancak bugün bir haber sitesinin köşe yazarının benim 27 Temmuz 2005'de yazdığım "Değişmek" başlıklı yazımı hiç bir kaynak belirtmeden yayınladığını görünce...
Geçenlerde de bloglardaki yemek tariflerini yine hiç bir kaynak göstermeden yayınlayan bir televizyon kanalı olduğunu blogları dolaşırken okumuştum.
Blog dünyası büyüdükçe sıkıntıları, beraberinde getirdikleri de yeni boyutlara taşınıyor. Önümüzdeki dönemlerde blog yazanların emeğinin çok kolaylıkla başkalarınca tüketileceğini görecekmişiz gibi geliyor.
Pazartesi, Mart 27, 2006
Beklemek
Çocukların zaman kavramı henüz tam oluşmadığından, saatler ve günlerle bizim kadar hesabı tutturmaya çalışmadıklarından olsa gerek; bekledikleri yada istedikleri şeyler için gün saymaları basit ve kolay anlaşılırdır.
“Yatcaz, kalkcaz; yatcaz, kalkcaz; yatcaz, kalkcaz ...” Görücez... Gelicek... Alıcaz... Gidicez...
Biz de o yaşlarda böyle çok saymışızdır istediğimize kavuşmak için. Ama şimdi yatsak, kalksak ta, parmaklarımızı saysak ta o kadar kolay olmuyor.
“Yatcaz, kalkcaz; yatcaz, kalkcaz; yatcaz, kalkcaz ...” Görücez... Gelicek... Alıcaz... Gidicez...
Biz de o yaşlarda böyle çok saymışızdır istediğimize kavuşmak için. Ama şimdi yatsak, kalksak ta, parmaklarımızı saysak ta o kadar kolay olmuyor.
Pazar, Mart 26, 2006
Cuma, Mart 24, 2006
Çok Üzgünüm
Levent’teki bir okulda kalbinden bıçaklanan çocuğun haberini okuduğum andan itibaren onun için dua ediyordum. Ama az önce okuduğum haberde öldüğünü öğrendim. Allah rahmet eylesin.
Son zamanlarda haber izlemek, gazete okumaktan kaçar oldum. Her haber bir diğerinden daha kötü. Diri diri gömülenler, bıçaklananlar, okullarda yaşananlar, ahlaksız ilişkiler. Eskiden böyle şeyler daha mı az oluyordu, yoksa daha mı az haberi yapılıyordu. Ama artık okuduğum her yeni haber beni biraz daha korkutuyor. Psikolojik mi ya da başka bir nedeni mi var bilmiyorum ama dünden beri göğsümde sürekli varlığını hatırlatan acı bir sancı var.
Öldürmeye programlı bilgisayar oyunları, kan ve işkencenin baştacı olduğu diziler ve filmler, ailerin zamanında yaşayamadıklarını çocuklarına yaşatmak adına bilinçsizce yaptıkları, her şey ama her şey bizi çok daha kötü günlere götürecek gibi geliyor bana.
Kurtlar Vadisi’nden oldum olası nefret etmişimdir. İzleyenlere de kızmışımdır. Ama bir bölümünü başından sonuna seyrettinde mi nefret ediyorsun derseniz, izlemedim. Denk geldiğim fragmanı ve bir kaç sahne dışında izlemedim. Ama her yerde o kadar çok anlatıldı ve konuşuldu ki; neler olduğunu biraz biliyorum sanırım.
Son dönemlerde yaşanan tüm olayların faillerinin ortak cümlesi neden bu diziden?
Böyle bir diziyi yapan da, seyreden de, diziye reklam veren de kısacası ona prim veren herkesi de bu canice olaylarda suçlu buluyorum.
Belki çok ağır söylediklerim. Elbette tek suçlu bu dizi değil. Ama yeni neslin ve muhakeme yeteneği gelişmemiş her yaştan insanın kendine model aldığı ne yazık ki gerçek. Dengesiz gelir dağılımı. Buna karşın televizyonlarda yaşanan özendirilen televole kültürü dediğimiz anlamsız hayat, okuryazar oranının artmasına rağmen okuduğunu ve yaşadığını anlayıp algılayabilenin azalması, aynı çatı altında ama birbirinden uçurumlarla ayrılan farklı yaşamlar, istemeden verilen çabalamadan kolayca elde edilen her yeni şeyle daha da tatminsizleşen ruhlar.
Aslında her şey öylesine sağlam bir bağla birbirine bağlı ki;
Kredi kartları, cep telefonları, internet, bilgisayar oyunları, (Yanlış anlaşılmasın doğru kullanıldığında gerçekten faydalı şeyler. Ama bilinçsiz insanların elinde çok tehlikeli bir bombaya dönüşebiliyorlar) eğitim kalitesinin düşmesi, herkesin kendi başına geniş hayatlar sürmesi, geleneklerin modernleşme adına rededilmesi, aile kavramının gittikçe yok olması, inanmanın gericilikle karıştırılması ve daha pek çok şey.
Toplum düzelmeye en küçük biriminden aileden başlar diye düşünüyorum. Bu yazımı okuyan herkesi kendine dönüp bakmasını, yapabileceğimiz neler olmalı diye düşünmesini istiyorum. Birbirimize daha fazla sahip çıkıp, maddi değil manevi değerlerimize daha sıkı sarılmalıyız diye düşünüyorum.
Son zamanlarda haber izlemek, gazete okumaktan kaçar oldum. Her haber bir diğerinden daha kötü. Diri diri gömülenler, bıçaklananlar, okullarda yaşananlar, ahlaksız ilişkiler. Eskiden böyle şeyler daha mı az oluyordu, yoksa daha mı az haberi yapılıyordu. Ama artık okuduğum her yeni haber beni biraz daha korkutuyor. Psikolojik mi ya da başka bir nedeni mi var bilmiyorum ama dünden beri göğsümde sürekli varlığını hatırlatan acı bir sancı var.
Öldürmeye programlı bilgisayar oyunları, kan ve işkencenin baştacı olduğu diziler ve filmler, ailerin zamanında yaşayamadıklarını çocuklarına yaşatmak adına bilinçsizce yaptıkları, her şey ama her şey bizi çok daha kötü günlere götürecek gibi geliyor bana.
Kurtlar Vadisi’nden oldum olası nefret etmişimdir. İzleyenlere de kızmışımdır. Ama bir bölümünü başından sonuna seyrettinde mi nefret ediyorsun derseniz, izlemedim. Denk geldiğim fragmanı ve bir kaç sahne dışında izlemedim. Ama her yerde o kadar çok anlatıldı ve konuşuldu ki; neler olduğunu biraz biliyorum sanırım.
Son dönemlerde yaşanan tüm olayların faillerinin ortak cümlesi neden bu diziden?
Böyle bir diziyi yapan da, seyreden de, diziye reklam veren de kısacası ona prim veren herkesi de bu canice olaylarda suçlu buluyorum.
Belki çok ağır söylediklerim. Elbette tek suçlu bu dizi değil. Ama yeni neslin ve muhakeme yeteneği gelişmemiş her yaştan insanın kendine model aldığı ne yazık ki gerçek. Dengesiz gelir dağılımı. Buna karşın televizyonlarda yaşanan özendirilen televole kültürü dediğimiz anlamsız hayat, okuryazar oranının artmasına rağmen okuduğunu ve yaşadığını anlayıp algılayabilenin azalması, aynı çatı altında ama birbirinden uçurumlarla ayrılan farklı yaşamlar, istemeden verilen çabalamadan kolayca elde edilen her yeni şeyle daha da tatminsizleşen ruhlar.
Aslında her şey öylesine sağlam bir bağla birbirine bağlı ki;
Kredi kartları, cep telefonları, internet, bilgisayar oyunları, (Yanlış anlaşılmasın doğru kullanıldığında gerçekten faydalı şeyler. Ama bilinçsiz insanların elinde çok tehlikeli bir bombaya dönüşebiliyorlar) eğitim kalitesinin düşmesi, herkesin kendi başına geniş hayatlar sürmesi, geleneklerin modernleşme adına rededilmesi, aile kavramının gittikçe yok olması, inanmanın gericilikle karıştırılması ve daha pek çok şey.
Toplum düzelmeye en küçük biriminden aileden başlar diye düşünüyorum. Bu yazımı okuyan herkesi kendine dönüp bakmasını, yapabileceğimiz neler olmalı diye düşünmesini istiyorum. Birbirimize daha fazla sahip çıkıp, maddi değil manevi değerlerimize daha sıkı sarılmalıyız diye düşünüyorum.
Perşembe, Mart 23, 2006
Bir Bakış
"Sana baktığında kadını dinle, konuştuğunda değil"
sözü üzerine yorumlar devam ediyor... Ben de posta kutumu karıştırırken 2004 yılında gelmiş ve saklamaya değer bir bulduğum bir yazıyla karşılaştım. Tam da konuya uygun.
Son zamanlarda duyduğum en doğru söz bu...
Suriye'nin kadın Devlet Bakanı Bouthaina'dan :
''Kadınları türban değil, gözündeki ifade korur.''
Alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir. Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri sadece bakıp görmeye yaradığı halde kadın kısmı neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle.
Sever, sevişir, beğenir...
Döver, küser, barışır...
Nefret eder, hesap sorar, azarlar...
Kovar, çağırır, alay eder
''Erkek de bir insanoğlu, o da yapar'' demeyin!
Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar. Asla ne demek istediklerini anlamazsınız.Gözlerini konuşturan sadece kadınlardır.
Çocukluğunuzu düşünün. Annenizin bin türlü bakışı gelecektir aklınıza.
'' Misafirler gitsin ben sana gösteririm '' bakışı... '' Hadi artık odana git, yat '' bakışı. '' Ağzını şapırdatma! '' bakışı... '' '' Aynı babası! " bakışı
Babanızdan bir bakış var mı aklınızda? Hiç zannetmiyorum olduğunu. Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt.
Şimdi de büyüklüğünüzü düşünün...
Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir?
Hiiç.
Peki kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir?
Çoooook.
sözü üzerine yorumlar devam ediyor... Ben de posta kutumu karıştırırken 2004 yılında gelmiş ve saklamaya değer bir bulduğum bir yazıyla karşılaştım. Tam da konuya uygun.
Son zamanlarda duyduğum en doğru söz bu...
Suriye'nin kadın Devlet Bakanı Bouthaina'dan :
''Kadınları türban değil, gözündeki ifade korur.''
Alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir. Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri sadece bakıp görmeye yaradığı halde kadın kısmı neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle.
Sever, sevişir, beğenir...
Döver, küser, barışır...
Nefret eder, hesap sorar, azarlar...
Kovar, çağırır, alay eder
''Erkek de bir insanoğlu, o da yapar'' demeyin!
Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar. Asla ne demek istediklerini anlamazsınız.Gözlerini konuşturan sadece kadınlardır.
Çocukluğunuzu düşünün. Annenizin bin türlü bakışı gelecektir aklınıza.
'' Misafirler gitsin ben sana gösteririm '' bakışı... '' Hadi artık odana git, yat '' bakışı. '' Ağzını şapırdatma! '' bakışı... '' '' Aynı babası! " bakışı
Babanızdan bir bakış var mı aklınızda? Hiç zannetmiyorum olduğunu. Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt.
Şimdi de büyüklüğünüzü düşünün...
Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir?
Hiiç.
Peki kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir?
Çoooook.
Doğumdan Sonra Hayat
Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış.
Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış.
“Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!”
Büyüdükçe içinde bulundukları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya hayatın kaynağı neymiş?
İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden güven içinde beslenip büyütüldüklerini tespit etmişler.
“Annemizin şefkati ne kadar büyük, bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor.”
Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyorlarmış.
Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar. Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş.
“Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?”
Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor, duyguları daha geniş bir alemi arzuluyormuş. Cevap vermiş.
“Bütün bunlar bu dünyada daha fazla kalamayacağımız anlamına geliyor. Buradaki hayatımızın sonua yaklaşıyoruz.”
“Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırmış kardeşi “Hep burada kalmak istiyorum”
“Elimizden gelen birşey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.”
“Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevaplamış öteki.
Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu herşeyin sonu olacak”
Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş.
“Hem belki de anne diye bir şey de yok!”
“Olmak zorunda” diye itiraz etmiş kardeşi
“Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?”
“Sen hiç anneni gördün mü?” diye üstelemiş öteki.
“O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.”
Böylece anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış.
İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar.
Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.
(Bizim ikizlerin arasında da böyle bir konuşma geçti mi bilmiyorum ama Gürkan'ın yeni hayatına başlamak için sabırsızlandığını biliyoruz. Yazıdaki resim de haftasonu birlikte olduğum Gözde ve Gürkan'a ait)
Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış.
“Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!”
Büyüdükçe içinde bulundukları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya hayatın kaynağı neymiş?
İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden güven içinde beslenip büyütüldüklerini tespit etmişler.
“Annemizin şefkati ne kadar büyük, bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor.”
Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyorlarmış.
Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar. Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş.
“Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?”
Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor, duyguları daha geniş bir alemi arzuluyormuş. Cevap vermiş.
“Bütün bunlar bu dünyada daha fazla kalamayacağımız anlamına geliyor. Buradaki hayatımızın sonua yaklaşıyoruz.”
“Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırmış kardeşi “Hep burada kalmak istiyorum”
“Elimizden gelen birşey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.”
“Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevaplamış öteki.
Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu herşeyin sonu olacak”
Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş.
“Hem belki de anne diye bir şey de yok!”
“Olmak zorunda” diye itiraz etmiş kardeşi
“Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?”
“Sen hiç anneni gördün mü?” diye üstelemiş öteki.
“O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.”
Böylece anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış.
İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar.
Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.
(Bizim ikizlerin arasında da böyle bir konuşma geçti mi bilmiyorum ama Gürkan'ın yeni hayatına başlamak için sabırsızlandığını biliyoruz. Yazıdaki resim de haftasonu birlikte olduğum Gözde ve Gürkan'a ait)
Çarşamba, Mart 22, 2006
İşte Bahar
21 Mart resmen baharın başladığı gün. İllüstrasyon Hallice'den. O kadar güzel ifade etmiş ki baharı üzerine tek söz söylemek bile gereksiz.
Salı, Mart 21, 2006
Cuma, Mart 17, 2006
Singer Reklamı
Bugün Ali Atıf Bir’cilik oynamak istedim biraz. Belki de tek medyatik pazarlama profesörümüz olduğu için kendisini tebrik etmek lazım.
Geçen akşam Singer dikiş makinesi reklamına rastladım.
Genç bir çift evden çıkmak üzere kapının önünde giyinirken erkeğin ceketinin düğmesi kopup yere düşüyor. Eşi hanımefendi de hemen alt dolaptan Singer dikiş makinasını çıkarıp düğmeyi dikiyor. Kadın ev hanımı değil çünkü o da tayyörü ile kapıda çıkmaya hazır durumda.
Bu reklam ne anlatmak istiyor?
Çalışan hanımlar kopan düğmeleri Singer’le dikebilirsiniz. Yıllarca çeyiz hazırlamak ya da çocuklarına güzel şeyler dikebilmek için daha çok ev kadınlarını etkilemeye çalışan ürün yeni bir tüketici grubuna mı ulaşmaya çalışıyor? Kaç kişi düğme dikmek için dikiş makinesi alır? Düğme dikmenin dışında öne çıkarılabilecek pek çok üstün özelliği bulunan ürüne haksızlık edilmiyor mu?
Çalışan kadınları çekebilmek için bence IQ’su bu kadar düşük bir reklam komik olmaktan öteye geçemiyor. Bunu Singer değil de merdiven altı bir makine üreticisi yapsa eleştirmek yerine takdir bile edebilirdim ama Singer’e yakışmadığını düşünüyorum.
Üstelik çekim kalitesi olarak da profesyonel bir grupla çalışılmadığı belli oluyor. Rastlarsanız seyredin.
Ürünün çalışan kadınlara hobilerini gerçekleştirecek bir araç olarak sunulması ve reklamda bunun vurgulanması daha etkili olabilirdi. Üstelik erkeğin kopan düğmesini onunla eşit koşullarda yaşamını sürdüren kadının dikmesi de bana hiç adil gelmiyor. Ve geçenlerde İngiltere’de yapılan bir araştırma sonucunu aklıma getiriyor. “Evlilik çalışan kadınların ömrünü kısaltıyor”
Geçen akşam Singer dikiş makinesi reklamına rastladım.
Genç bir çift evden çıkmak üzere kapının önünde giyinirken erkeğin ceketinin düğmesi kopup yere düşüyor. Eşi hanımefendi de hemen alt dolaptan Singer dikiş makinasını çıkarıp düğmeyi dikiyor. Kadın ev hanımı değil çünkü o da tayyörü ile kapıda çıkmaya hazır durumda.
Bu reklam ne anlatmak istiyor?
Çalışan hanımlar kopan düğmeleri Singer’le dikebilirsiniz. Yıllarca çeyiz hazırlamak ya da çocuklarına güzel şeyler dikebilmek için daha çok ev kadınlarını etkilemeye çalışan ürün yeni bir tüketici grubuna mı ulaşmaya çalışıyor? Kaç kişi düğme dikmek için dikiş makinesi alır? Düğme dikmenin dışında öne çıkarılabilecek pek çok üstün özelliği bulunan ürüne haksızlık edilmiyor mu?
Çalışan kadınları çekebilmek için bence IQ’su bu kadar düşük bir reklam komik olmaktan öteye geçemiyor. Bunu Singer değil de merdiven altı bir makine üreticisi yapsa eleştirmek yerine takdir bile edebilirdim ama Singer’e yakışmadığını düşünüyorum.
Üstelik çekim kalitesi olarak da profesyonel bir grupla çalışılmadığı belli oluyor. Rastlarsanız seyredin.
Ürünün çalışan kadınlara hobilerini gerçekleştirecek bir araç olarak sunulması ve reklamda bunun vurgulanması daha etkili olabilirdi. Üstelik erkeğin kopan düğmesini onunla eşit koşullarda yaşamını sürdüren kadının dikmesi de bana hiç adil gelmiyor. Ve geçenlerde İngiltere’de yapılan bir araştırma sonucunu aklıma getiriyor. “Evlilik çalışan kadınların ömrünü kısaltıyor”
Pazartesi, Mart 13, 2006
Bir Şarkı
Dargın değilim dese de şarkının sözleri, ben ne kadar inkar etsem de kırıldığımı; keyifle dinlediğim günleri hatırlatıyor.
Tam tanımı olmasada bir kokunun hatırlattıkları gibi parça parça birleşemeyen birleştirmek istemediğim... O mevsim, karanlığı aydınlatan ışık, tebessüm... Hiç bir şey bana o zaman hissettiklerimi hatırlatamasa da, tek bir şarkı o kadar çok şey hatırlatıyor ki.
Ne hissettiklerim ne de o gerçekti. Garip bir rüyaydı gördüğüm sadece. Gerçek olsaydı böyle hissetmezdim biliyorum . Gerçekten sevdiğimden, halen de sevmekte olduğumdan beklediklerimi yapmasıydı rüyayı yaratan.
Yani hepimizin her zaman çok kolayca düştüğü yanılgı. Yansıtma. Olmayan ama olmasını istediğimiz yerine olanı yamamak. Ve bu yamaya en çok da kendimiz inanmak. İnsanın kendine yaptığını dünya toplansa yapamaz. Hele bir de kadınsa, kadının ilişkisiyse-sevdiğiyse bu; tüm kainat bir araya gelse yapamaz kendine yaptıklarını.
Tam tanımı olmasada bir kokunun hatırlattıkları gibi parça parça birleşemeyen birleştirmek istemediğim... O mevsim, karanlığı aydınlatan ışık, tebessüm... Hiç bir şey bana o zaman hissettiklerimi hatırlatamasa da, tek bir şarkı o kadar çok şey hatırlatıyor ki.
Ne hissettiklerim ne de o gerçekti. Garip bir rüyaydı gördüğüm sadece. Gerçek olsaydı böyle hissetmezdim biliyorum . Gerçekten sevdiğimden, halen de sevmekte olduğumdan beklediklerimi yapmasıydı rüyayı yaratan.
Yani hepimizin her zaman çok kolayca düştüğü yanılgı. Yansıtma. Olmayan ama olmasını istediğimiz yerine olanı yamamak. Ve bu yamaya en çok da kendimiz inanmak. İnsanın kendine yaptığını dünya toplansa yapamaz. Hele bir de kadınsa, kadının ilişkisiyse-sevdiğiyse bu; tüm kainat bir araya gelse yapamaz kendine yaptıklarını.
Çarşamba, Mart 08, 2006
Sadece Kadınlar İçin
8 Mart Dünya Kadınlar Günü hepimize kutlu olsun.
Yazının başlığında da belirttiğim gibi kadınları mutlu etmek üzere tasarlanmış bir yazı olduğundan okuyan erkekler hayal kırıklığına uğrayabilir diye baştan uyarıyim dedim.
8 Mart 1908 yılında Amerikalı kadın işçiler, erkeklerle eşit ücret ve doğum izni için kendilerini fabrikaya kilitlemişlerdi ve içeride çıkan yangınla 129 kadın yaşamını yitirmişti. O sebeple, çalışan kadınların kazandıkları hakları kutlama günüdür 8 Mart.
Yani aslında Dünya Emekçi Kadınlar Günüdür; tam da bizim günümüzdür.
Kulağımıza yapışmış telefonla, onca iş yükü ve strese rağmen rujumuzu sürüp gülümseyebildiğimiz için, ince topuklu pabuçlar üzerinde günde en az 10 saat koşturabildiğimiz için, hem işimize, hem eşimize hem de evimize ilgi gösterebildiğimiz için, ekonomik bağımsızlığa önem verdiğimiz ama paylaşmayı unutmadığımız için, 2 aylık bebeğimizi sütten kesilmeden evde bırakıp işe gelebilme metanetini gösterebildiğimiz için bugün bizim günümüz.
Bir kadının altından kalkamayacağı iş yoktur; yeter ki istesin.
Bugünü bizim için keyifli hale getirmek için elime geçen eğlenceli, güzel ne varsa sizle paylaşmaya karar verdim.
İlk hediyem; eğlencelik, kızgınlık anında ve acil durumlarda kullanılabilir.(erkekler lütfen bakmayın, üzülürsünüz)
İkinci hediye değil bir öneri; ama önerim kabul görürse en güzel hediye olacağını tahmin ediyorum. 8 Mart'ın tüm kadınlara tatil olması.
Üçüncü hediyem; Dünya Kadınlar Gününüzü kutlayan Özel Birisi
Yazının başlığında da belirttiğim gibi kadınları mutlu etmek üzere tasarlanmış bir yazı olduğundan okuyan erkekler hayal kırıklığına uğrayabilir diye baştan uyarıyim dedim.
8 Mart 1908 yılında Amerikalı kadın işçiler, erkeklerle eşit ücret ve doğum izni için kendilerini fabrikaya kilitlemişlerdi ve içeride çıkan yangınla 129 kadın yaşamını yitirmişti. O sebeple, çalışan kadınların kazandıkları hakları kutlama günüdür 8 Mart.
Yani aslında Dünya Emekçi Kadınlar Günüdür; tam da bizim günümüzdür.
Kulağımıza yapışmış telefonla, onca iş yükü ve strese rağmen rujumuzu sürüp gülümseyebildiğimiz için, ince topuklu pabuçlar üzerinde günde en az 10 saat koşturabildiğimiz için, hem işimize, hem eşimize hem de evimize ilgi gösterebildiğimiz için, ekonomik bağımsızlığa önem verdiğimiz ama paylaşmayı unutmadığımız için, 2 aylık bebeğimizi sütten kesilmeden evde bırakıp işe gelebilme metanetini gösterebildiğimiz için bugün bizim günümüz.
Bir kadının altından kalkamayacağı iş yoktur; yeter ki istesin.
Bugünü bizim için keyifli hale getirmek için elime geçen eğlenceli, güzel ne varsa sizle paylaşmaya karar verdim.
İlk hediyem; eğlencelik, kızgınlık anında ve acil durumlarda kullanılabilir.(erkekler lütfen bakmayın, üzülürsünüz)
İkinci hediye değil bir öneri; ama önerim kabul görürse en güzel hediye olacağını tahmin ediyorum. 8 Mart'ın tüm kadınlara tatil olması.
Üçüncü hediyem; Dünya Kadınlar Gününüzü kutlayan Özel Birisi
Pazartesi, Mart 06, 2006
Bugün Günlerden Pazartesi....
Sanmayın ki tüm dünyada kabul görmüş Pazartesi sendromundan bahsedeceğim. (Nazar değmesin) Son bir kaç haftadır, Pazartesi sendromu diye bir şey tanımıyorum. Tamam Pazar akşamı hafif bir umutsuzluk durumu oluyor ama o kadar. Bu yeni durumum nedeniyle Pazartesi yazılarım da biraz plansız, amaçsız, ordan oraya zıplayan ama beni keyiflendiren kısa notlar şeklinde oluyor.
Daha önce bahsetmiştim Merkür’ün geri gitmesinin etkilerinden. Sonra söylemedi demeyin Salı gününden beri Merkür geri gidiyor ve 25 Mart’a kadar da düzelmeyecek. Aradığınızı bulamazsanız, elektronik aletler bozulursa, programlarınız aksarsa, benim gibi cep telefonuyla çetiğiniz resimleri nedensiz bir şekilde e-mail olarak gönderemezseniz bilinki suçlusu Merkür. Onunla iyi geçinmek için zorunlu olmadıkça alışveriş yapmayın –hele elektronik aletler hiç almayın-, bilgisayarınıza program falan yüklemeyin, virüs programınızı kontrol edin, anlaşma yapmayın yeni bir şeye başlamayın.
Pazartesi gününe uygun bir söz olduğunu düşünüyorum. Aslında sadece Pazartesi değil, işten hiç birşeye vakti kalmayan herkes için.
“Eğer işiniz başka hiçbir şeye zaman bırakmayacak kadar yoğunsa yanlış giden bir şeyler var demektir; sizinle ya da işinizle ilgili.”
Williem Boetcker
Bazen depresif yazılar yazsam da (genelde sonbahar ve kışa denk gelir) aslında yaşadığı her anı farkında olarak; yerdeki karıncanın, daldaki bir tek tomurcuğun, bulutların dağılışının, ayın değişimini ve yıldızları gerçekten hissederek keyif alarak yaşarım. Haliç kıyısında Balat’ta yeşil kubbeli, görkemli Bulgar kilisesinin sahile bakan bahçesinde bembeyaz çiçeklerle bezenmiş bir bahar ağacı var. O manzarayı görmenizi gerçekten çok isterim. Ancak her seferinde oradan gece geçtiğim için fotoğrafını çekmem mümkün olmadı. Ama yolunuz oraya düşerse yavaşlayıp, seyredin. Ve daha da iyisi benim yapamadığımı yapar; fotoğrafını çekerseniz bana da gönderirseniz imzanızla yayınlamaktan zevk duyarım
Bazen
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...
William Shakespeare
Daha önce bahsetmiştim Merkür’ün geri gitmesinin etkilerinden. Sonra söylemedi demeyin Salı gününden beri Merkür geri gidiyor ve 25 Mart’a kadar da düzelmeyecek. Aradığınızı bulamazsanız, elektronik aletler bozulursa, programlarınız aksarsa, benim gibi cep telefonuyla çetiğiniz resimleri nedensiz bir şekilde e-mail olarak gönderemezseniz bilinki suçlusu Merkür. Onunla iyi geçinmek için zorunlu olmadıkça alışveriş yapmayın –hele elektronik aletler hiç almayın-, bilgisayarınıza program falan yüklemeyin, virüs programınızı kontrol edin, anlaşma yapmayın yeni bir şeye başlamayın.
Pazartesi gününe uygun bir söz olduğunu düşünüyorum. Aslında sadece Pazartesi değil, işten hiç birşeye vakti kalmayan herkes için.
“Eğer işiniz başka hiçbir şeye zaman bırakmayacak kadar yoğunsa yanlış giden bir şeyler var demektir; sizinle ya da işinizle ilgili.”
Williem Boetcker
Bazen depresif yazılar yazsam da (genelde sonbahar ve kışa denk gelir) aslında yaşadığı her anı farkında olarak; yerdeki karıncanın, daldaki bir tek tomurcuğun, bulutların dağılışının, ayın değişimini ve yıldızları gerçekten hissederek keyif alarak yaşarım. Haliç kıyısında Balat’ta yeşil kubbeli, görkemli Bulgar kilisesinin sahile bakan bahçesinde bembeyaz çiçeklerle bezenmiş bir bahar ağacı var. O manzarayı görmenizi gerçekten çok isterim. Ancak her seferinde oradan gece geçtiğim için fotoğrafını çekmem mümkün olmadı. Ama yolunuz oraya düşerse yavaşlayıp, seyredin. Ve daha da iyisi benim yapamadığımı yapar; fotoğrafını çekerseniz bana da gönderirseniz imzanızla yayınlamaktan zevk duyarım
Bazen
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...
William Shakespeare
Cumartesi, Mart 04, 2006
Ahmet Altan - Değer
Bu yazıyı okuduğumda içimden güzel şeyler geçti. Kendimi mutsuz hissettiğimde düşünüp kendimi daha iyi hissedebileceğim bu yazıyı sizin de okumanızı istedim. Herkesin vardır kendini kötü hissettiği zamanlar. Hepimiz birilerinin hayatlarına değmiş, kendimizin ve onların hayatlarını farklı kılmışızdır.
"Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır. Değersiz bulduğumuz, sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.
Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğraşırken "niye" diye sorarız kendimize, "niye böyle oldu, neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım, neden hayallerim gerçekleşmedi?"
O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki, bu kaderi yaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine, bir cevabı hakettiğimize inanırız.
İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden, hayallerimizden, beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır.
Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız bu insafsızlığın, bu gizli kederin, paylaşılması zor bu acının, bu çaresizliğin bir sebebi olmalıdır.
İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak bir sebep.
Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz, kusurun bizde olduğunu da kabullenebiliriz, yeter ki bize verilecek cevap inandırıcı olsun.
Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inanırız.
Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çabalarız bu kez de...
Yeterince zeki mi değiliz, güzel mi değiliz, bilgili mi değiliz, eğlenceli mi değiliz?
Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi,
bir düzeni, bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir; bizi rastgele açılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp, hiç olmazsa bilerek hedef alınmış biri yapacaktır.
Bir neden bulursak, geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimiz olacaktır.
Neden varsa çare vardır çünkü.
Ama nedensizlik...
Bu öldürücüdür.
Manasızlığı derin ve kalıcı kılar.
Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık.
Çok uzun yıllar önce...
Sığırcık sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni tomurcuklanan ağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü, Paris'te küçük bir sinemaya girmiştim.
Kahve, deri, zift, rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loş salonda birkaç kişiydik.
Eski bir Amerikan filmi izleyecektik.
James Stewart'la Donna Reed'in başrollerini paylaştığı film başladı.
Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.
Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.
Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı.
Ama işler iyi gitmiyordu.
Borçlar birikmişti.
Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.
Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.
- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.
Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melek düşüyordu.
O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.
Görevi ise çok zordu.
Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.
Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'ı tanımıyordu.
Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.
O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.
Ona anlatmaya başlıyordu.
- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...
Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın... Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.
- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?
- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.
- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?
- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.
Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde önemi olduğunu görüyordu.
Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve oyuncak dönüp durur.
O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz. Oyuncak kımıltısız kalır.
Frank Capra'nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda
hayatın dönüşünü etkilediğinizi, birçok olayın farklılaştığını, herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.
Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.
Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.
Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.
O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.
"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.
Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.
Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.
Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç gerçekleşmediğini merak ederiz.
Cevaplar ararız.
Bulamayız genellikle.
Cevaplar vardır aslında.
Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz kendimize de hayata da başka türlü bakardık.
Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini" gösterseydi belki istediklerimizin gerçekleşmemesi için dua ederdik.
Bu muhteşem bir hayattır.
Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.
Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.
Bazen rolümüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir."
AHMET ALTAN
"Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır. Değersiz bulduğumuz, sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.
Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğraşırken "niye" diye sorarız kendimize, "niye böyle oldu, neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım, neden hayallerim gerçekleşmedi?"
O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki, bu kaderi yaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine, bir cevabı hakettiğimize inanırız.
İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden, hayallerimizden, beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır.
Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız bu insafsızlığın, bu gizli kederin, paylaşılması zor bu acının, bu çaresizliğin bir sebebi olmalıdır.
İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak bir sebep.
Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz, kusurun bizde olduğunu da kabullenebiliriz, yeter ki bize verilecek cevap inandırıcı olsun.
Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inanırız.
Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çabalarız bu kez de...
Yeterince zeki mi değiliz, güzel mi değiliz, bilgili mi değiliz, eğlenceli mi değiliz?
Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi,
bir düzeni, bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir; bizi rastgele açılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp, hiç olmazsa bilerek hedef alınmış biri yapacaktır.
Bir neden bulursak, geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimiz olacaktır.
Neden varsa çare vardır çünkü.
Ama nedensizlik...
Bu öldürücüdür.
Manasızlığı derin ve kalıcı kılar.
Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık.
Çok uzun yıllar önce...
Sığırcık sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni tomurcuklanan ağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü, Paris'te küçük bir sinemaya girmiştim.
Kahve, deri, zift, rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loş salonda birkaç kişiydik.
Eski bir Amerikan filmi izleyecektik.
James Stewart'la Donna Reed'in başrollerini paylaştığı film başladı.
Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.
Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.
Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı.
Ama işler iyi gitmiyordu.
Borçlar birikmişti.
Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.
Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.
- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.
Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melek düşüyordu.
O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.
Görevi ise çok zordu.
Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.
Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'ı tanımıyordu.
Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.
O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.
Ona anlatmaya başlıyordu.
- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...
Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın... Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.
- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?
- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.
- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?
- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.
Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde önemi olduğunu görüyordu.
Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve oyuncak dönüp durur.
O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz. Oyuncak kımıltısız kalır.
Frank Capra'nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda
hayatın dönüşünü etkilediğinizi, birçok olayın farklılaştığını, herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.
Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.
Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.
Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.
O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.
"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.
Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.
Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.
Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç gerçekleşmediğini merak ederiz.
Cevaplar ararız.
Bulamayız genellikle.
Cevaplar vardır aslında.
Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz kendimize de hayata da başka türlü bakardık.
Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini" gösterseydi belki istediklerimizin gerçekleşmemesi için dua ederdik.
Bu muhteşem bir hayattır.
Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.
Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.
Bazen rolümüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir."
AHMET ALTAN
Perşembe, Mart 02, 2006
Pazarlama Kampı'06
Bugün tesadüfen Koç Üniversitesi'nin iki yıldır pazarlama eğitim kampı yaptığını öğrendim. 31 Mart - 3 Nisan tarihleri arasında Koç Üniversitesi Rumeli Feneri Kampüsü'nde gerçekleşecek.
Etkinliğe başvuru Koç Kariyer'den yapılıyor. Pazarlama öğrencileri için yapılan bu etkinlik sanırım ilk ve tek. Hepsi sektöründe başarılı yöneticiler tarafından verilecek eğitim, atölye ve panellerden oluşacak.
2005'de gerçekleştirilen kampa Marketellica blogunun sahibi Özgür Alaz'da katılmış. Yorumlarını hem kendi blogunda hem de kamp'05 de okuyabilirsiniz. Pazarlamaya ilgi duyan tüm üniversite öğrencilerine tavsiye ediyor.
Pazarlama Eğitim Kampı'yla ilgili daha detaylı bilgi için adresler...
www.pazarlamakulubu.com
www.kamp06.com
www.kamp06.blogspot.com
Etkinliğe başvuru Koç Kariyer'den yapılıyor. Pazarlama öğrencileri için yapılan bu etkinlik sanırım ilk ve tek. Hepsi sektöründe başarılı yöneticiler tarafından verilecek eğitim, atölye ve panellerden oluşacak.
2005'de gerçekleştirilen kampa Marketellica blogunun sahibi Özgür Alaz'da katılmış. Yorumlarını hem kendi blogunda hem de kamp'05 de okuyabilirsiniz. Pazarlamaya ilgi duyan tüm üniversite öğrencilerine tavsiye ediyor.
Pazarlama Eğitim Kampı'yla ilgili daha detaylı bilgi için adresler...
www.pazarlamakulubu.com
www.kamp06.com
www.kamp06.blogspot.com
İstanbul, Erguvanlar, Laleler
İlerleyen günlerde benim nasıl bir bahar, erguvan ve boğaz tutkunu olduğumu görüp okuyacaksınız. Şimdiden alıştırmaya başlıyayım dedim.
Harbiye'deki Yapı Endüstri Merkezi'nde 27 Şubat-17 Mart tarihleri arasında Ahmet Demirhan'ın iki yılın baharında İstanbul'da çektiği erguvan ve lalelerin fotoğraflarının izlenebileceği bir sergi var. Fırsat bulursam mutlaka gideceğim. Size de öneririm.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)