Cuma, Ağustos 31, 2007

Defterler

Benim ve benim gibiler için kırtasiye sezonunun açıldığını yazmıştım. Güzel defterler bulupta paylaşmamak olmaz. Acar Kırtasiye'nin ürünleri. Bir Türk firması olması ayrıca mutlu etti. D&R ve Nezih kitabevinde ürünleri satılıyormuş. İnternet sitesindeki kataloğunu incelemenizi tavsiye ederim. Benim hoşuma gidenler ve kendime oluşturduğum kolleksiyon da bu.


incelemek için tıklayın

http://www.acar-collection.com/

Vapurla Boğaz Turu

Fırsat buldukça Anadolu Kavağı'na giden Boğaz hattı vapurlarına atlayıp gitmeyi severim. Ama ne yazık yılda en fazla bir kez yapabiliyorum bu gezimi. Çünkü temel koşul olan kalabalık olmayan zaman ancak hafta içinde mümkün. Bunun içinde ya böyle 30 Ağustos gibi resmi bir tatil ya da benim yıllık iznimin bir bölümünü İstanbul'da geçiriyor olmam lazım.

Eminönü'ndeki Boğaz İskelesi'nden 10:35 - 12:00 - 13:25 saatlerinde kalkan üç seferden uygun olanını seçip atlayın vapura gerisini de düşünmeyin. Anadolu Kavağı'na varınca da sağdan askeriyeye doğru giden hafif rampayı takip edip askeriyenin bittiği yerde başlayan kayalıklarda oturun. Hatta sallandırın ayaklarınızı denize ki boğazın serin suları ve esen rüzgar içinizdeki kötü herşeyi alıp gitsin.

30 Ağustos nedeniyle pek çok yer daha bir güzeldi bayrağımızla. Daha fazla söze gerek yok resimler.

Kuleli Askeri Lisesi. Kesinlikle muhteşem görünüyor.

Kuleli Askeri Lisesi Kanlıca'dan kalkan vapur Anadolu Hisarı'na doğru ilerlerken

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü
Anadolu Hisarı
Anadolu Hisarı Boğaz Köprüsü
Boğaz Köprüsü Köprünün halatları üstündeki üç adama dikkatinizi çekerim.

FSM Köprüsü üstünde adamlar Eminönü, vapurlar, Topkapı Sarayı ve Sepetçiler Kasrı

Topkapı Sarayı ve Sepetçiler Kasrı

Çarşamba, Ağustos 29, 2007

Kırtasiye Sezonu Açıldı


Yazmayı seven her insanda kırtasiye tutkusu mutlaka vardır gibi geliyor bana.

Çeşit çeşit, renk renk kalemler, defterler, silgiler hep hoşuma gitmiştir ve onlara sahip olmak. Şimdi de benim en keyifli zamanlarım. Marketler, kırtasiyeler yeni sezonu açtılar.

Hande'yle bir süredir bu sezonu bekliyorduk :)

Yeni bir mağaza keşfettim, benim gibi kırtasiye meraklılarının da haberi olsun istedim.

Cevahir'in alt katında Tepe Home'un yan tarafında "Notebook".

Ne ararsanız var. Kalemler, defterler, çıkartmalar, kalem başlıkları,özel defterler. Hepsini almak istersiniz. Yine Cevahir'de ki D&R'da güzel defterler var. Deri kılıflı ve kapağa geçirilen kalemle kilitlenen sadece size özel.

Bu çıkartmaları da oradan aldım. Daha neler neler var.

Pazartesi, Ağustos 27, 2007

Fareleri kim sever ki?

Fareleri kim sever ki; hele mutfakta? Bırakın sevmeyi görmeye bile tahammül edemezsiniz. Ratatuy’da farelerin sürü halinde bir yerlere girip çıkma sahneleri beni ne kadar tiksindirtse de, filmi sevmekten alıkoyamadı. Bir kaç farenin olduğu sahnelerde onu insanlardan ayırt etmiyorsun da, sürü halindeki görüntüleri bence tahammülü zordu.

Okuduğum pek çok eleştiri de; mutfak ve fare gibi –hem de lağım faresi- asla bir araya gelmeyecek iki unsuru Pixar’ın ustalıkla bir araya getirdiği yönündeydi.

Filmin final yemeğinin Ratatouille adlı fransız halk yemeği olması ve lağım faresinin “rat” diye anılmasının ironisini takdir etmemek mümkün değil.

Haftasonu gazetelerde neredeyse filmin konusunun tamamını yazdılar. Ben konusunu anlatmıycam. Başarılı bir animasyon, güzel müzikler, düşündürücü replikler. Bir de fare Remy’nin şef Gusto’nun hayaliyle yaptığı ama aslında kendi iç sesiyle konuştuğunun bilincinde olduğu sahnelerden çok dersler çıkartılabilir.



- Tutkuyla yapılan her işin sonucu mükemmeldir.

- Çok kızsan bile dostuna ihanet etme, belki de bir anlık öfkeyle her şey farklı görünmüştür.

- Mutfakta iş yaparken temizlik çok önemli. Eller yıkanmalı, kirliler bekletilmemeli, kollar bedene yakın olursa hem az zarar görür hem de az kirlenir.

- Ailene asla sırtını dönme. En zor anında yanında bir tek onlar kalır.

- Tarife daima sadık kal, ustalaşınca hislerine güvenip yeni şeyler yarat.

- Hazıra konma, üret.



- Basamakları çıkarken sana destek olanları asla yok sayma. Hele o basamakları çıkmanın tek sebebiyse.

- Hayallerinden asla vazgeçme

- Herkes yemek yapabilir.

Ben bir kez daha izlemeyi düşünüyorum. Keyfini daha fazla çıkarabilmek için. Ve insanın sinemadan çıkar çıkmaz mutfağa girip harikalar yaratası geliyor.

Cuma, Ağustos 24, 2007

Beyin

Son günlerde havaların sıcaklığından mıdır, irili ufaklı can sıkıcı şeylerden midir bilinmez beynimin pek doğru çalışmadığını seziyorum.


Aklıma gelen şeyi o an söylemezsem 10 saniye sonra unutuyorum. Ama söylemeyi değil de neyi söyleyeceğimi unutuyorum. Sonra hatırlamak için beynimim bütün odalarında dön dolaş dur. Bi şeyi koyduğum yeri unutuyorum hatta koyduğumu bile. Artık insanların adlarını hatırlayamıyorum, yüzü hatırlıyorum ama isim gelmiyor, bazen yüzleri de. Konuşurken sık sık beraber olduğum insanların isimlerini birbirine karıştırabiliyorum. Mesela dün akşam da balkon demirine asılı çiçek saksının nedense bir üst seviyede olduğunu ama şimdi aşağıya indirilmiş olduğunu düşündüm. Oysa yaz başında o saksıları oraya ben koymuştum.Ve beynimin gerçekten yorgun olduğunu hissediyorum.


Sonuçta beyinde bir elektrik akımı var. Bi yer bir yeri uyarıyor, çarklar dönüyor. Ve o elektrik akımı da zaman zaman bozulabiliyor. Yediğimiz besin değerini kaybetmiş gıdalar, soluduğumuz bol zehirli hava, hele de kullandığımız elektronik aletlerin artması, cep telefonları, kablosuz modemler, kulaklıklar, ev sinema sistemleri her şey ama her şey etrafa kendi dalgalarını gönderiyor. Ve bu karmaşada bizim beynimizdekilerde yolunu şaşırıyor. Yanlış mesajlar veriyor yada hiç vermiyorlar.

Elektrikli aletler için topraklama yapılmasından bahsedilir, kaçak olmasın diye. Acaba biz de beynimizdeki akımı düzenlemek için topraklama mı yapsak. Kafamızı toprağa gömmek yada topraktan bir yastık yapıp onunla yatmak çözüm olur mu?

İşte bu konuyla ilgili araştırmalarım sırasında kolay anlaşılır ve faydalı olduğunu düşündüğüm bir site buldum.


http://www.beyindoktoru.com/

Ve yine bu sitede benim gibi beyni yorulanlara öğütler var. Bir de beyin testi.

Beyin Sağlığı İçin

Kadınlar İçin Sağlık Öğütleri I

Kadınlar İçin Sağlık Öğütleri II

Kadınlar İçin Sağlık Öğütleri III

Başka bir sitede yine konumuzla ilgili güzel bir yazı buldum. En çarpıcı cümlelerinden biri şu...

"Yüksek oranda su içerdiğinden, beynin iletkenliği çok yüksektir ve elektromanyetik alanlardan kolay etkilenir" - “İyonlaşmış havadaki negatif iyonlar, insan vücudundaki “serotonin” hormonunun artmasına, iyon dengesinin bozulması ise azalmasına neden olur. Deniz ve çağlayan kenarlarında ve iyi havada artan negatif yüklü iyonlara bağlı serotonin; insanların kendilerini dinlenmiş ve iyi hissetmelerini sağlayan hormondur.”

Daha fazlası için okumanızı öneririm.

Başka bir yazı da Ofiste Beslenme Kuralları

Karşılaşma

Bir karşılaşma hikayesi; tesadüfen bulunan bir blog ve gerisi. İlk bölüm Hakan'dan

"işyerinde sürekli gariplikler peşinde koştuğumuz için değişik bi şeyler yapmak istiyorum, daha önce işyerinde sırasıyla çim büyüttük büyük disket kutularında, akvaryum da balık beslemiştik, balık öldü su kaplumbağamız vardı akabinde baktık uğraşamadık, karınca yuvası alayım dedim kısmet olmadı yine özümüze yani toprağa dönüp çeşit çeşit kaktüs'tü çiçek derken sulama işlerinde ben dahil kimse uğraşmak istemedi ben en son millete gıcıklık olsun diye dört yapraklı yonca arıyordum işyerinde büyütmek için, senin bloguna ulaştım işte derken aradan geçen zamanda izinden yani RİZE'den döndüğümde bu netblog için beni bizim elemanlar davet etmişler, bende bloga bi şeyler eklemek istedim, Sinema Hayattır* yazımı yayınladığını hatırladığım için tekrar senin bloguna yöneldim bi baktım ki, döndüğüm yerlerin fotoğrafları mevcut blogunda"

Ve Hakan mail atıyor

"İşyerindeki arkadaş topluluğumuzdan bana gelen üyelik mail'inde kısa süreli olarak hazırladığım blog'a eklemek üzere yayınladığınız yazımı sizin sayfanızdan çalmak üzere :) olduğumda; Rize ve Çayın öyküsünü yine çok iyi bir anlatımla dile getirdiğinizi gördüm. Ben Rize'liyim ve Rize'den yeni döndüm ve Fotoğrafını çekmiş olduğunuz Liparit Camii'nin tam yerini bana söyleyebilirmisiniz? Çünkü orası bana çok tanıdık bir yer gibi geliyor."

Caminin yerini tarif ediyorum ve doğal olarak merak ediyorum, Rize'li midir, kimdir, nedir diye? Aynı mezarlıkta anneannesi ve annesinin yengesi olduğunu söylüyor. O da Rize'liymiş. Bu sefer merak edilenler artıyor. Çünkü Liparit dedemin köyü; oradaki mezarlıkta da oralılar olur. E herkes de birbirini tanır. Ben oradan fazla kimseyi tanımadığım için Hakan'dan öğrendiklerimi anneme anlatıyorum, annem parçaları birleştiriyor.

Anneannemle, Hakan'ın anneannesi İstanbul'a geldiğinde sık sık görüşürlermiş; annem Hakan'ın anneannesi Kulika Hala'yla çok çay toplamış. İstanbul'da yolda her annemle karşılaştıklarında sarılır "Keziba'yı gördüm sanki" dermiş. Hakan'ın annesiyle annem en son bir kaç sene önce onlara yakın oturan teyzemden dönerken yolda karşılaşmış konuşmuşlar.

Yani diğer bir yandan da komşu çıktık. Aramızda bir kaç sokak var, eski oturduğumuz yerle. Aynı yaşlarda olduğumuz için belki de aynı ilkokulda okumuşuzdur düşüncemi Hakan'la paylaştım.

Doğru çıktı. İkimizde Yavuz Selim İlkokulu'nda yaklaşık aynı dönemlerde okumuşuz. En azından bir kaç sene teneffüslerde birlikte koşturmuşuzdur bahçelerde. Hatta bazen aynı yolu yürümüşüzdür okula giderken. Ve o okulda okuyan her çocuk gibi bahçedeki sarı duvarlı Atatürk büstü önünde resimlerimiz var.

Nerden nereye...

*Hakan'ın Sinema Hayattır yorumunu bıraktığı Paşabahçe Canavarı yazım

Perşembe, Ağustos 23, 2007

İçimdeki Fırtına

Derin nefes alma ihtiyacı vardı ama nefesi göğsünün ortasında takılıp kalıyor ve bir nefesi tamamlayamadan yeni bir nefes almak zorunda kalıyordu. Herşey boğuyordu.

İşten yarım saat erken çıkıp dışarı attığımda kendimi daha iyiydim. Evdeyse bu hislerden hiç biri yoktu.

Neden bilmem tekrarlayan o bildik rutinlerde onunla görüşmek gibi bir fantazi oluşmuş kafamda. Son öğle yemeği davetime de olumlu tepki verince, sanki o gün onu görecekmiş hissine kapıldım.

Ama öyle bir şey olmadı.

Öğleden sonra yine hastalıklı halim nüksetmeye başladı. İçimdeki bir sürü karışık duygu bir araya geldiğinde içinden çıkılmaz bir hal aldı. Okuduğum son roman Balatlı Maria'daki 13.yy İstanbul'unda olmak devaydı sanki bana.

Kanlı Kilise, Balat, Ayvansaray, Eminönü, Sultanahmet, Galata, O, surlar, kiliseler, yollar.

Bir güç beni Eminönü'ne doğru çekiyordu. 17:15'te Beşiktaş'taki işim bitince taksiye bindim. Ne yapacağımı bilmeden "Eminönü" dedim. Gerçekten de orada ne yapmak istediğimi yada ne bulmayı ümit ettiğimi bilmiyordum.

YeniCami'den Eminönü'ne giren sokağın başında taksiden indiğimde ne yapacağımı çok iyi biliyormuşcasına, kendinden emin hızlı adımlarla sokağın içine doğru yürümeye başladım.

İçimden şüphesiz ki o geçiyordu. Ona yakın olmak ondan sadece bir kaç yüz metre, bir sokak uzakta olmak. Aramak, arayıp da ne diyeceğim? Karmakarışık.

Yolu ikiye bölen tarihi binanın önüne geldiğimde; soldan gitsem kapısının önüne çıkan yol. Önünden geçmeye cesaretim yok. Diğer yandan kızgınım. O an onu arayamayacak, aramayacak kadar benden uzaklaştığı için. Arnavut kaldırımlı sağdaki yoldan aynı sertlikte kendinden emin, hedefi olan -ki yok- adımlarla yürümeye devam ettim.

Aklımda hastalıklı bir şekilde O.

Onu gören yolun başına geldiğimde kısa bir an durup sokağa baktım. Sokaktaki hiç bir şeyi, hiç bir dükkanı seçemedim. Neyin ne olduğunu anlamadım.

Bir şey yapmış olmak için, kapanmak üzere olan bir hana dalıp, orada da yine ne aradığını çok iyi bilen bir ifadeyle hızlı bir tur atıp çıktım. Saat 6 olmuştu.

Aşağı doğru yürürken yine sokağa baktım. Kapalı kepenkler gördüm sadece gerçekliğinden emin olamadığım.

Ama dönüş yolunda içimdeki fırtına dinmişti.

Salı, Ağustos 21, 2007

Damıtılmış Sözler -Hayal

Baktım da uzun zamandır, damıtmamışız sözleri. Bugün neyi damıtsak diye düşünürken aklıma gelen ilk kelime "HAYAL" oldu. Belki de Hande'nin hayalleri etkilemiştir beni de.

Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar...
İnsan alemda hayal ettiği müddetçe yaşar. (Yahya Kemal Beyatlı)

Hayal, ruhun gözüdür. (Joubert)

Zekatı yok, zarar etmez, tükenmez, eksilmez
Olur mu ademe hülya gibi nısab-ı ferah (Şeyh Galip)

Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var?
Bitsin, hayırlısiyle bu beyhude sonbahar. (Yahya Kemal Beyatlı)

Ne çare insan hayalsiz yaşayamaz. (Abdulhak Hamid Tarhan)

Perşembe, Ağustos 16, 2007

Hayallere devam

Hande yazıyor...
Hızımı alamadım ben. Geçen Perşembe gününün ertesi cumartesi kendimi Cupcake süsleme kursunda buluverdim.

İşte fırından yeni çıkmış ürünlerimiz.




















Yeni Bir Hayat

Bugün çok yazasım var belli, üçüncüyü yazıyorum.

Pek çok evde sevinç var bugün, bazılarındaysa üzüntü.

Üniversite sınav sonuçları açıklandı, daha doğrusu kimin nerede okuyacağı ilan edildi. Yılların çabası yeni bir kapıdan içeri girmelerini sağladı pek çoğunun. Umarım herkes girdiği bölümde mutlu ve başarılı olur, mezun olunca da pişman olmadan güzel bir yaşam kurar kendine.

Benim için iki sevinçli haber var. Kuzenlerimin çocuklarından Orhun, İTÜ İşletme Mühendisliği; Kurthan'da Bilgi Üniversitesi Hukuk'u kazandı. Üstelik bugün Kurthan'ın doğum günü. Tam hediye oldu ona. Çalışıp hakettiği bir hediye.

Kazanamayanlar yada istediklerine ulaşamayanlara da teselli vermek istiyorum. Hayat her zaman düz gitmiyor, her istenen istendiği anda kolayca olmuyor. Bazen dolaşarak gitmek gerekebiliyor hedefe ama önemli olan hedeften vazgeçmemek. Benim üniversite eğitimim buna güzel bir örnek olabilir diye düşünüyorum.

Lise'de başarılı bir öğrenci sayılırdım. Sınavda da fena bir puan almamıştım ama İstanbul'da 4 yıllık istediğim hiç bir yere giremedim. -O zamanlar üç dört üniversiteden fazlası yoktu İstanbul'da- Sondan bir önceki tercihim olan Satış Yönetimi'ni kazandım. Bir sonraki tercihim de Sekreterlik ve Büro Yönetimi'ydi.

Satış Yönetimi ne olduğunu bilmeden girdiğim bir bölümdü. Ama çok şanslıydım ki Marmara Üniversitesi'nde bölüm hocalarımız mükemmel bir pazarlama eğitimi verdiler bize. Ve ben kendimi, sevebileceğim mesleği buldum. 2 yıl sonunda dikey geçişle fakülteye geçmekti amacım ilk 3'te yer almama rağmen o sene yönetmelik değiştiği içn sadece bölüm birincileri geçebildi. Ben yine dışarda kaldım. Anadolu Üniversitesi'ne başvurdum. İntibak programıyla 3-4'ü okudum. 2000'de lisans diplomam elimdeydi. Bu sürede de iş hayatına başlamıştım artık. Derken LES'i verdim. Yüksek lisansı kazandım.

Gündüz iş, haftanın beş günü akşam okulda 10'lara kadar ders, evde gece yarılarına kadar ödevler ve tezim. Nihayetinde çok sevdiğim pazarlamada yüksek lisansımı da yüksek dereceyle aldım.

Yolum biraz uzundu ama hedefimden hiç vazgeçmedim.

2007 Mevlana Yılı

UNESCO tarafından 2007 Mevlana Yılı olarak ilan edilmişti. Ve yıl bitmek üzere. Çeşitli etkinlikler yapılmaya devam ediyor. İstanbul’un meydanlarında sema gösterileri yapılıyor. İlki Sultanahmet’te yapıldı ancak gidemedim. Sonuncusu 25 Ağustos Cumartesi günü 19:30’da yine Sultanahmet’te yapılacak. Böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyenler için şimdiden hatırlatayım istedim.


Yazıyı hazırlarken Sultanahmet’teki ilk gösteri hakkında bir köşe yazısı ilgimi çekti. Okumak isterseniz tıklayabilirsiniz.

Ayrıca İstanbul’da Mevlana Yılı etkinlikleri ve ilgili sitelerin linkleri...

Etkinlik Programı

http://www.istanbuldamevlana.org/

http://www.mevlanayili.gov.tr/

http://www.semazen.net/

Yaz Dizileri

Asortik Krep’ten kıskandım. ATV’deki Senden Başka dizisini yazmış. Ben de Hande’nin dizideki Hayriye’yi anlatmasıyla seyretmeye başladım. Komik. Hem Hayri Amca’yı istemiyor hem de getirdiği gofretlerden vazgeçmiyor.

Benim bu yaz ki favorim Nazlı Yarim. Show TV’de. Ratingleri pek iyi olmasa gerek ki; iyice abuk bir saate koydular. 22:45 deyip 23:30’da başlatıyorlar. İlk başladığında 20:30 gibi güzel bir saatteydi. Çok geç bu hafta izlemeyeceğim dememe rağmen, her hafta 01:30’a kadar ekran başında kalıyorum.

Diziyi sevme nedenime gelince; iyi tiyatrocuların oynadığı gerçeğinin ötesinde benim aşık olduğum yerlerde geçiyor olması en büyük neden. Trabzon Sürmene’de çekiliyor. Gezip gördüğüm yeşili maviyi yeniden yaşatıyor bana. Dağlarda yeşilin tonları kelimesinin sadece süslü bir anlatım olmadığını ancak orayı gidip gördüğünüzde anlayabilirsiniz.

Karadeniz insanının sıcaklığı, sevimli şivesi, esprili karakteri beni mutlu ediyor.

Dedim ya gezdiğim yerleri yeniden görmek inanılmaz keyif veriyor. Hele geçen haftaki bölümde Sümela Manastırı ve 2. Şelale Zaferi’mi gerçekleştirdiğim şelalenin görüntülerinin geçiş sahnelerinde yer alması çok hoşuma gitti. Artık o benim şelalem :))

Karadeniz gezi resimleri gördükten sonra Hande’de büyük bir hevesle Karadeniz turuna niyetlendi. Aradı, taradı, inceledi, konuştu. Ama böyle bir geziye tek başına çıkmanın çok iyi bir fikir olmadığını sonunda o da kabul etti ve başka bir zamana erteledi. Ben de bu diziyi izlemesi konusunda ısrar etsem de; yaramı deşme deyip inatla izlemiyor.

Çarşamba, Ağustos 15, 2007

3 şarkı

Emre Altuğ'un albümlerinde birbirinin aynı üç şarkı farkettim. Hiçbir albümünün tamamını dinlemediğim için rakam belki artabilir ama eksilmez.

Yoo şikayetçi değilim çünkü bu üç şarkıyı da çok severek dinliyorum ama birbirine bu kadar benzer şarkılar bana ilginç geldi.

Gidecek Yerim mi Var?

Aşk-ı Kıyamet

Neyleyim

Özellikle Aşk-ı Kıyamet'in klibini çok beğeniyorum.

Bu sabah gündemim müzik oldu nedense. Her sabah müzik dinlerim genelde ama bugün bi de üstelik yazıyorum.

Değinmeden geçemeyeceğim, sizin de es geçmemenizi önereceğim birisi var.

Yonca Lodi

Bazı sesler vardır benim için öyle çok popüler olmasalar bile beni onlara bağlayan bir şey vardır. İşte Yonca Lodi'de böyle birisi. Melih Kibar'ın son dönemde birlikte çalıştığı isimlerden biri olması, Melih Kibar büyüsümü acaba beni bu sese çeken.

Salı, Ağustos 14, 2007

Hayalleri gerçekleştirmek...

Hande Yazıyor...

Bu dünyaya geliş amacımın insanları mutlu etmek ve üretmek olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Boş geçirdiğim her dakika için üzülürüm ben. Eğer sağlıklı insansan kesinlikle bir hobin olmalı.

Ben yay burcuyum, bu yüzden de olur olmaz herşeye inanılmaz bir merakım var. Bir bakarsınız mutfaktayım bir bakarsınız mistik şeylerle uğraşıyorum. Hal böyle olunca eve gidince ne yapacağımı şaşırıyorum.
Ama son zamanlarda yaptığım en iyi şey Burcu'nun verdiği kurslara gitmek oldu. Üstelik işten izin aldım ve geçen hafta kendimi Yoğurtçu parkı'nın ordaki Bake Shop dükkanında soluğu aldım. Temel şeker hamuru kursunda...

Hiç kolay birşey değil, çok uğraş gerektiren bir iş. Ama sanırım çok çalışırsam elim hızlanır diye düşünüyorum. Birde arkasından bulaşıkları yıkamak olmasa...

Ev hayallerimde istediğim sadece bir kaç özellik vardır her zaman. Yeri, mekanı, lükslüğü falan hiç umrumda değil. Ama balkon ve büyük mutfak muhakkak olmalı. Birde perdeyi kapatıp yüzümü eve döndüğümde bir huzu kaplamalı içimi. Hepsi bu.

İşe ilk olarak saçları bağlamakla işe başladım ama önlük takmayı unutmuşum.

Pandispanyalarımızı pişirdik, kremamızı hazırladık, şeker hamurunu yaptık. Daha sonra pandispanyaların içine kremamızı sıvadık.


Tüm katları yerleştirdikten sonra kremamızı pastamızın her tarafına sıvıyoruz.




İtiraf etmeliyim ki bu haliyle bile süper bir pasta oldu. Hatta biz bir kaç kat yapıp süslemeden yedik.

Pastamızı buzdolabına dinlendirmeye kaldırıp şeker hamurumuzla ilgilenmeye başlıyoruz.



İşte asıl sabır, marifet bu kısımda kendini belli ediyor. Hamurumuzu pastamızın üstüne kaplıyoruz. Yapmak istediğimiz modellemeye göre şeker hamurumuzu renklendiriyoruz. Benim şansıma o akşam babamın doğum günü kutlaması vardı.


Bu arada ben inci küpeli kıza benzemişim... Hele bu resimde :)



Veeeee sonuç:



Dediğim gibi son zamanlarda yaptığım en güzel şeydi bu kurs. Böyle birşeyle ilgilenirken inanın ki hiç birşey düşünmeye fırsatınız olmuyor. Hele üstüm başım pudra şekeri içinde babamın yanına gidip pastasını verdiğimdeki surat ifadesi herşeye değerdi.

Hande

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

Ratatouille

Haftasonum sersem sepelek* geçti.

Cumartesi öğleden önce sokaklarda olmak pek yaramadı bana. Bütün gün ayakta kalabilme savaşı verdim desem yalan olmaz. Çünkü 1 saat yatıp, 1 saat ayakta kalabilmek için yeterli gücü toplayabiliyordum ancak. Ne soğuk duş, ne buzlu limonata hiç bir şey direncimi yükseltemedi. Başımda koca bir ağırlık var gibiydi. Neyseki akşam saatlerinde –kimbilir belki de havanın yakıcı etkisi azalınca- kendime gelmeye başladım.

Akşam yemeğinden sonra da Heidi’nin ilk üç bölümünü büyük bir keyif ve tutkuyla seyrettim. Gözümü kırpmadan oturmuş Heidi’yi seyredip bir yandan da çekirdek yerken kardeşime alay malzemesi olmaktan kurtulamadım.

Pazar sabah 6’da dışarıdan gelen “hırsız var” bağırtısıyla uyandım. Camdan baktığımda gri bir arabaya birisinin hızla binip arabanın son sürat geri geri siteden çıktığını gördüm. Arka sitenin giriş katında oturan birisinin tesadüfen olayı görmesi ve bağırması üzerine hırsızlar işlerini tamamlayamadan kaçtılar. Nolduğunu anlamaya çalışınca, bir süredir otoparkımızda duran gri renkli yabancı plakalı Mercedes’in sağ ön camının kırılmış olduğunu gördüm.

Hırsızlar arabadan ne aldı bilmiyorum ama hepimizin uykusunu çalmışlardı.

Ne evde durmaya, ne dışarı çıkmaya, ne de birşeyler yapmaya ne gücü ne de hevesi olmuyor insanın. Geçen haftasonu yaptıklarımla kıyaslanınca bu hafta sonu çok boş geçti bana göre.

Öğleden sonra televizyon kanallarında gezerken bir aşçı yamağı ve fare’nin olduğu bir animasyon film ilgimi çekti. Ancak kısa bir süre sonra “At cinemas soon” Disney –Pixar yazdı ekranda. Akşamın ilerleyen saatlerinde hikayeyi daha başından izleme fırsatı buldum.

Ünlü bir fransız restoranının mutfağında bulaşık suyuna benzer bir çorbayı eklediği baharatlarla çok lezzetli bir çorbaya dönüştüren fare Remy ile, aynı mutfağın çöp dökücüsü Linguini’nin macerası olduğunu anladık.

Fare Remy, Linguini ile işbirliği yaparak hapsolduğu kavanozdan kurtulma karşılığı ona yardım edecektir. Ancak serbest kalmasıyla kaçması bir olur. Zavallı Linguini’nin onun peşinden koşacak gücü, hırsı bile yoktur. Kovalanmadığını anlayan fare acıyıp Linguini’nin haline; geri döner. İşte hikaye burada başlıyor.


Ratatouille (Ratatuy). 24 Ağustos’ta vizyona girecekmiş. Sanırım uzun bir aradan sonra sinemaya gitmek için bana iyi bir bahane olacak sabırsızlıkla bekliyorum

*Sersem sepelek: Bu sözü ben uydurdum sanıyordum. Çünkü daha önce bir yerde okuduğumu hatırlamıyorum. Ama Türk diline duyduğum saygıdan dolayı manasız bir kelimeyi de kullanmaya gönlüm elvermediği için belki böyle bir kelime vardır diye sepe, sepelek aramaya başladım sözlükte.
Yok.
Sonra sersem’e bakıyim dedim. O da ne sersem sepelek diye bi söz varmış.
(Sersemliği geçmeden, sersem bir biçimde)

Çarşamba, Ağustos 08, 2007

Basit Düşün

Bugünkü felsefem basit düşün. Hayatı olayları zor yada kolay, basit yada karmaşık yapan biziz aslında. Herşey olması gerektiği gibi oluyor bizse bunlardan mucize yada felaketi yaratıyoruz. -Doğal felaketleri kapsam dışı tutuyorum-

Genelde biz kadınlar fırtınada azgın dalgalarla boğuşurken, -aynı gemide- erkekler sakin denizde yol alıyor oluyorlar.

Aynı gemide nasıl başarabiliyorsak bunu?

Basit hayat çok basit aslında. Onu karmaşıklaştıran, karmaşık algılayan biziz galiba.

Ne kadar karışırsa o kadar çok mu değer kazanır sanıyoruz acaba?

Bütün karmaşık matematik problemlerinin bir de basit çözümü yok mudur? -o kadar basit olacağını tahmin etmezdim dediğimiz-

Büyümenin bize verdiklerinden biri bence karmaşa. Çok şey biliyoruz, çok şey yaşadık, çok şey gördük ya hepsini kullanmalıyız hayat çözümlerimizde.

Çocuk gözüyle bakabilsek bazen hayata.

Bugünün Masalı

Eğitim

Laridon'la Sezar kardeşlerin ataları
Ünlü, güzel, sağlam yiğit köpeklermiş.
İki kardeş iki ayrı efendiye düşmüş:
Biri ormanda dolaşmış. öteki mutfakta.
Eski adları başkaymış her ikisinin de
Ama apayrı iki eğitim ve besin,
Birini Sezarlığa doğru götürürken
Ötekini bir yağ tulumuna döndürmüş;
Bundan ötürü de aşçı yamağının biri
Laridon adını takmış ona.
Kardeşiyse büyük serüvenler yaşamış;
Dize getirmiş nice domuzları, geyikleri;
Köpek soyunun ilk Sezarı olmuş sonunda.
Yakışıksız kancıklara kapılmaması
Çocuklarında cinsin bozulmasını önlemiş.
Laridonsa her önüne gelenle
Mercimeği fırına vere vere
Piçleriyle doldurmuş her yeri,
Onun soyundan gelir derler
Fransa'nın şiş çeviren mutfak köpekleri.
Ayrı bir soydur bunlar, korkak olur hepsi,
Sezarların tam tersi.

Hep atasına babasına çekmez insan;
Bakımsızlıkla, zamanla her şey bozulur;
Yaradılışı geliştirmemek yüzünden
Nice Sezar'lar birer yağ tulumu olur.

Pazartesi, Ağustos 06, 2007

Çayın Hikayesi

Bir bardak çayın hikayesini anlatmak istiyorum bugün.


Öbek öbek küçük çalılar gibi duranlar çaylar aslında. Çaylık deniyor çay tarlalarına. Dalların en üstündeki 2,5 yaprak toplanıyor. Eskiden elle toplanan çay, iki elle kullanılan ve arkasına bir torba takılı olan büyükçe bir makasla toplanıyor şimdilerde. Bu durumda yaprak dışında sapların da kesiliyor olması kaliteyi düşürüyor ancak makasla toplanan çay miktarı elle toplanana göre oldukça yüksek.
çerçeve içindeki kadar 2,5 yaprağa denk geliyor
Toplanan çaylar satılmak için özel sektör yada Çaykur’a verilmek için çay alım yerlerine götürülür. Çaykur sahip olunan çaylık alanına bağlı olarak üreticilere belli bir kota veriyormuş sadece o kadar çay alıyor.


İşlenmek üzere çay bantlara aktarılarak yolculuğuna başlıyor.


İlk aşama soldurma, yüksek ısıda alttan buhar verilerek çay yaprakları solduruluyor, yumuşatılıyor.

Bir sonraki bölüme geçtiğinde kıyma gibi bir işlem yapılıyor. Artık yaprak görüntüsünden çıkmış siyah kırpıntılar haline geliyor.


Çeşitli bantlardan geçerek fırına -120 derecede 3 saat fırınlanıyor- alınıyor.



Fırından çıkan çay artık kuru halde yine çeşitli bantlardan geçerek çöplerinden ayrılıyor. Bir kaç aşamada çöpler temizleniyor. Çöp dediysem tütün görünümlü kahverengimsi çok ince rafyalar yada süzgeçsiz çay döktüğünüzde üstte yüzen kısa yuvarlak sopalar.

-Çocukken çayın üstünde yüzen o sopaya göre gelecek misafirin tipini tahmin ederdik. Kısa şişman, uzun boylu zayıf. Hiç tutarmıydı hatırlamıyorum-

Çöpleri ayrıştırma sırasında kullanılan makinelerin birinde iki beyaz rulo karşılıklı dönerek elektriklenme yaratıyor ve altta akan banttaki çaydan çöplerin bir kısmını çekip çıkartıyor.


Temizlenen çay yeni bir bantta elenerek yoluna devam ediyor. Ve 3 farklı borudan -iyi çay, orta kalite, ince toz- çuvallara dökülüyor.

Ondan sonra da siz alıp demliyorsunuz ve afiyetle içiyorsunuz.

Candan Erçetin Konseri

Artık bizim için her yaz klasikleşen Açıkhava'da Candan Erçetin konserinin kaçıncısını seyrettik hatırlamıyorum. Zaten öyle ki; uzun süredir görüşmediğim bir arkadaşım konserde olacağımı tahmin ettiğinden telefon etti ve Açıkhava'da görüşme fırsatı bulduk.

Candan Erçetin yeni bir albüm çıkarmasada, her konser diğerinden güzel ve keyifli oluyor. Son yıllarda konserleri benim için başağrısı ile sonuçlanıyordu, sıkıntıdan değil duygu yoğunluğundan. Bu sene söz verdim kendime, ağlamıycam diye. Çünkü geçen sene "Olmaz" şarkısı beni mahvetmişti.

İlk bölüm slow şarkılar ki, kazasız belasız atlattım. İkinci bölüm zaten hareketli, tehlike geçti. Zaten "Olmaz"ı da söylemedi. Konser bitti. Ama alkış kıyamet tekrar sahneye geldi ve ne söyledi dersin.

"Olmaz"

Hafif bir hüzün yaşadıysam da, çok kötü olmadan atlattım.

Her zamanki gibi güzeldi, en azından bir kez de olsa Açıkhava'da Candan Erçetin'i izlemenizi tavsiye ederim.

Perşembe, Ağustos 02, 2007

Rize Günlüğü - V

25 Temmuz Çarşamba 08:20 - Çınarcık

Rize tatilim sona ereli çok oldu ama ben orada geçen günleri yazmaya ancak şimdi fırsat bulabiliyorum. Zaman kısa fakat yapılacak şey çok olunca işte böyle oluyor.

En son Ayder'i anlatmıştım sanıyorum. Ayder'in ertesi gün mahallenin sevilen bir yaşlısının cenazesinin olması nedeniyle program yapmadık. Bu arada cenazeyle ilgili ilginç bir inanışa şahit oldum. Cenaze yıkanana kadar kimse yıkanmazmış, cenaze mahalleden çıkana kadar ev temizlenmez bir şey yıkanmazmış. Allah'tan ben erkenden duşumu almıştım da bu engele takılmadım.

Evdekiler o günü cenaze evinde geçirirken biz de Rize Merkez'e giderek alışveriş yaptık. -19 Temmuz Perşembe günü, aynı zamanda da Regaip Kandili- Eve döndüğümüzde elimiz torbalarla doluydu ve alışverişi abartmıştık. ama bu kez güzel bir nedenle.

Herkese kandil hediyesi verdik. Akşam namazından sonra hacıannem ve hacıbabam için okutacağımız hatim duası için Liparit Camii'ne çıktık.

Liparit Camii. Ortancaların üst tarafında hacıannem ve hacıbabamın mezarları var
Caminin üç tarafı mezarlıklarla çevrili. Bir ara içeride sıcaktan bunalınca tek başıma dışarı çıktım. Hep gece mezarlıklardan korkacağımı düşünürdüm. Ama yanılmışım.

Ve geldik 20 Temmuz Cuma'ya...

Dayımın bizim için programı Trabzon turuydu. Hani olmasına çok ihtimal vermeden söylediğim Sümela Manastırı da programa dahil olunca yine çok güzel bir gün geçirdik.

Önce Trabzon'daki Atatürk Köşkü'nü gezdik. İçindeki tüm eşyalar Atatürk'ün kullandığı haliyle duruyor. Çok etkilendim. Wn çok da Atatürk'ün Türkiye haritası üzerinde kurşunkalemle yaptığı işaretlemelerdi. Ürperdim bir an.

İçeride resim çekmeye izin vermedikleri için maalesef görüntü veremiyorum. Atatürk Köşkü'nden sonra Trabzon'u tepeden gören Boztepe'ye çıktık. Sonra da Sümela'ya gitmek için Erzurum'a giden şehirlerarası yoldan Maçka'ya saptık.

Maçka'da sanırım geçen senelerde düşen İspanyol uçağı kurtarma çalışmaları nedeniyle yapılan Türk-İspanyol Dostluk Anıtı'nı gördük.

Sümela'da Milli Park içinde yer alıyor. Yine güzel manzaralar eşliğinde tırmanmaya başladık. Sümela'nın meşhur yürüme yoluna geldiğimizde yürümek yerine 3 km'lik araba yoluyla tepeye çıktık. Böylece dik bir yürüyüş yerine yatay kısa bir yürüyüşle manastıra vardık.

Bir yanınızda asırlık ağaçlar bir yanınızda dik uçurum yürüyorsunuz. Ağaçların kökleri artık öyle bir hal almış ki, doğal basamak olmuşlar, iç içe geçmişler.

İstemedikleri üzerlerinden geçerken kökler canlanıyormuş. Tutup uçurumdan atıyormuş
Manastırın odalarından görünen manzara güzel olduğu kadar ürkütücü de bana göre. Orada zorla tutulduğunu düşündüğünde; gördüğün yemyeşil ağaçlar, gökyüzü ve bulutlar ve aşağıda dimdik bir uçurum. Kaçış yok.

Pencereden görünen
Pencereden başını uzatıp baktığında gördüğün
Kilise olan bölümdeki Freskler artık alışık olduğumuz şekilde tahrip edilmiş, üzerine yazılar yazılmış. İncil’den pek çok sahnenin olduğu ve duvarların üst kısımlarında olduğu için erişilemiyenler iyi durumda. Yapının çoğu restorasyonda olduğu için sadece kilise kısmı ve girişte sağdaki bir kaç odayı görebiliyorsunuz sadece. Daha önce gidenlerden duyduğumuza göre pek çok farklı bölümü ve işkence kuyuları varmış.

Sümela Manastırı
Sümela’dan dönerken çıkışta gördüğümüz bir şelalede durup fotoğraf molası verdik. Bisikletli bir grubunda mola verdiği hatta tırmanıp tam şelalenin önündeki geniş kayada oturması beni de kışkırttı. Ama kayalara bakınca tereddüt edip vazgeçtim.

Ancak dayımın şelaleye inmek için hamle yapması hem bizi korkuttu hem de beni şelaleye gitmek zorunda bıraktı.

Burada küçük bir not düşmem şart. Dayım geçen sene çok ciddi bir trafik kazası geçirip, aylarca tedavi gördü. Geçen sene bu zamanlarda değil yürümek, boynundan altını hissetmiyordu. Ufak tefek bazı sorunları hala var ama bugünkü gününe Allah’a şükürler olsun.

Şelaleye dönersek beni en çok zorlayandı diyebilirim. Şelaleye inmek için toprak bir yoldan ilerledim sonra da büyük kayalarda ayağımı sağlam basıp kendimi yukarı çekebileceğim yerler aradım. Maceralıydı. Dönüş yolunda terliklerim elimde çıplak ayakla yollarda yürüyen bir tiptim.
2.  Şelale Zaferi
Sümela-Trabzon turu artık herkesin son gücünü kullandığı yerdi.

Cumartesi Rize’de kaldığımız son gün...

Hacıbabamların mezarını ziyaret etmek, çay bahçelerini gezmek ve fırsat olursa bir çay fabrikasını dolaşmak için program yaptık.

Liparit’teki çaylığın başında hacıannemin en sevdiği karayemiş ağacına çıkıp karayemiş topladım. Neredeyse en tepesine kadar çıkıp en güzel yemişleri topladım annemler için. Çaylıklarda dolaştık. Dedemin oradaki çocukluğunun geçtiği evi gördük.

Dalların arasında ben varım biraz zor görünse de

Temsili çay topladım. Kıvam çay fabrikasını gezdik. Çayın çay olma evrelerini gördük. -Bunu da önümüzdeki günlerde yazacağım- Hacıbabamın arkadaşı Hacı Şevki Hantal’ın oğulları fabrikayı işletiyor. Sohbetimiz sırasında Hacıbabamın internet sitesinden bahsettik ve çok etkilendiler. Bu arada onlarda da Hacıbabam’a ait fotoğraflar olduğunu öğrendim. İstanbul’a geldiklerinde vereceklerini söylediler.

Başımda keşan
Pazar sabahı 5’te evden çıkarak; 7:25’te Trabzon’dan kalkan uçakla İstanbul’a döndük.

Jandarma'nın hemen üstündeki ev bütün hikayenin geçtiği yer
Hayatımda ilk defa gittiğim tatilden dönerken İstanbul’u özlememiş olduğumu farkettim. Ne olursa olsun bu şehri özlemişim derdim hep, oysa bu sefer mecburen alışmaya çalışıyorum. Biraz zor olacak galiba.

Pazartesi günü kalan günlerimizi dinlenerek geçirmek için Çınarcık’a geldik. Tatile çıkmadan Çınarcık Yalova’da görülebilecek yerler listesini çıkarmıştım. Ama vazgeçtim. Biliyorum ki gördüğüm yerlerin üstüne hiç bir şey beni tatmin etmeyecek.

Ve artık dinlenmek istiyorum. Dün öğlen saatlerinde Hande beni aradığında balkondaki salıncakta uyukluyordum. Tabi bu gerçeği söyleyince Hande’den fırçamı yedim. Ama yalan söyleyemezdim ki.

Rize Günlüğü - IV

18 Temmuz Çarşamba 20:35 - Rize

Defterimi kapattıktan sonra üzerime battaniyeyi alıp terastaki divanda uyudum bir süre daha. Bir ara yağmurun sesiyle uyandım sonra yine dalmışım. 9’da zorlanarak kalktım çünkü bugünkü programı uygulamak için erken kahvaltı planlamıştık. Ayder’e çıksak mı çıkmasak mı hava orada nasıldır diye düşünürken gitmeye karar verdik. Yaklaşık 1,5 saatlik yolculukla Ayder’e ulaştık, yine yüksek tepelerden olağanüstü güzel vadilerden geçerek.

Yolumuzun üstündeki ilk güzellik Fırtına Deresi ve üstündeki tarihi köprüydü. -Adını dönüşte arabayla geçerken farkettiğim için çok emin değilim ama sanırım Tilmisivat.- Yukarı doğru giderken kimi asma kimi taş pek çok köprü, tepelerden yola uzanan ilkel teleferikler, kartal yuvası gibi evler gördük.

Tilmisivat Köprüsü
Kaçkarlar Milli Parkı’na girdikten sonra Ayder’e biraz daha yaklaşıyorsunuz.

Karadeniz’de her yamaçta onlarca şelale varmış bunu öğrendim. Ben de su delisi olarak gördüğüm her şelaleye hayran oldum. Uzungöl’de olduğu gibi arabayla gidebileceğimiz yere kadar gidip oradan da aşağıya doğru yürüdük.

Arabadan inip sağlı sollu keşif gezisine çıktık. Yine bir dere vardı ve ben taştan taşa atlamak için hazırlıklıydım. Ayakkabılarımı çıkarıp derenin içinde dolaştım. Ancak ayaklarım hemen dondu. Olsun çok güzeldi.

Ayder’deki tesisler Uzungöl’den daha profesyonel ve bakımlı geldi bana. En çok sevdiğimde Heidi’cilik oynayabileceğim yerleri bulmuş olmak. Önde bir düzlük arkada başlayan sık çam ormanları; ben orda kalmak istedim.

Öyle sakin sakin oturduğuma bakmayın yağmur yağıyor
Yağan yağmura aldırmadan büyük bir şemsiye altında oturup dağ ve şelale manzarasına karşı Ayder Turistik tesislerinde lezzetli bir yemek yedik. Bu sırada biz geldiğimizde açık olan zirveler ve etraf duman olmaya başlıyordu yavaş yavaş. Yaylalara çıkan pek çok kişiden dumandan bir şey göremedik yorumları duyduğum için ben de bulutun içinde kalmak istedim. Artık göreceğimi görmüş, çekeceğimi çekmiştim ne de olsa.

Duman basıyor

Yemek sırasında Hande’yle telefonla konuşuyorduk. İstanbul’un bunaltıcı ve sıkıcı bir gün yaşadığı benim resimlerimin onu serinlettiği ve buralarda olmak istediğini söylüyordu. Bense hırka, kot mont sıkı sıkı giyinmiş hafif üşüyerek yemek yiyordum.

Aşağılara indikçe güneş ısıtmaya başlıyordu. Çayımızı Rize merkezde Atatürk Köşkü’nde içmeye karar vermiştik. Çünkü orada da yağmur yağdığını düşünüyorduk. Oysa Rize yanıyordu. Bu sefer de tişörtlerle kaldık.

Yengemin daha önce bahsettiği Dağmaran’a çevirdik bu kez yolu. Rize’nin Dağbaşı semtinde tepede. Dağmaran’ın bir tarafı arka köylere –Salaha- çaylıklara ve dumanlı tepelere bakıyor. Diğer yanı ise sahile ve şehir merkezine. Ordan bakınca Kale o kadar alçak geldi ki.

Dağmaran'ın bir tarafı şehir merkezi
Dağmaran'ın diğer tarafı köyler
7’de eve geldiğimde artık tükenmiştim. Duş alıp yatmaktı tek isteğim ama güneş güzel batıyordu, sayılı günler tükeniyordu. Terasta asmanın altında oturup bugünü yarına sarkıtmadan yazmak istedim.