Sıra Paris'e geldi...
Ama 3 gün geçirdiğimiz şehirdeki fotoğraflardan seçme yaparken önce 30 tane seçtim bu yazıya koymak için :))
30 bir yazı için çok biraz daha eledim 23 oldu :))
Şimdi yazıp yerleştirmeye başlıycam ve kaç fotoğrafla final yapıcam bilmiyorum, hadi hayırlısı...
Ama suç benim değil, Paris'in, bulutların, gökyüzünün, güzel havanın ;))
Şaka şaka böyle suça can feda...
Vee Paris...
Tempolu bir turdu turumuz, şimdiye kadar çıkan kısımdan anladığınız üzere...
Ne kuyrukta beklemek, ne tekneyi beklemek, hep bi yerlerde tam yeri tam zamanında oluyoruz...
Geliyoruz kapıdan içeri giriyoruz sanki bizi bekliyorlar hareket etmek için, burda rehberimiz Tolga'nın zamanlama konusundaki başarısını alkışlamak gerekir.
Teşekkürler Tolga Çetin ;)))
Paris'e adım atar atmaz Seine nehrinde tur yapacağımız teknede buluyoruz kendimizi. Güneş batmak üzere batıya doğru çekilirken bazen kara bulutların ardına saklanıyor kah gözümüzün içine giriyor. Eyfel daha gizemli çıksın diye fotoğraflarda çaba harcıyor adeta...
Notre Dame Katedrali'ni de diğer pek çok yapı gibi önce Seine nehrinden gördüm. Bulutların yarattığı fonunun da etkisiyle her bina adeta bir masaldan fırlamış gibiydi.
Bir de gecenin Paris'ini, Eyfel'in ışıklarını turladık. 20:00'de başlayan ve 5 dakika süren Eyfel ışıkları herkesi Trocadore Meydanı'nda topluyor sanırım. Eehh turist olarak biz de orda olmasak olmazdı...
Gece ışıklarıyla bıraktığımız Eyfel'i sabah tekrar ziyaret ettik. Ama bu sefer daha yakından daha samimi...
Meşhur uzun kuyrukların aksine 10 -15 dakika içinde önce 2. katına ordan da en üst katına çıktık. Manzara muhteşem, hava açık... Alabildiğine Paris ayaklarının altında...
Eyfel'deyken Eyfel'i kadraja nasıl sokarsınız???
Tabi ki gölge oyunuyla ;)))
Eyfel'den iniş yolunda 2.kattan 1.kata inen asansörün kapısındasorun olup kapanmaması nedeniyle yolun geri kalanını merdivenle inmek zorunda kaldık :))
Şikayetçi oldum diyemem,..
Günün geri kalanında Louvre Müzesi'nde bir Mona Lisa ziyareti, Notre Dame Katedrali, Montmartre Sacre coeur Bazalikası, Ressamlar Tepesi rotalarında geçti...
Buralardan notlarım...
Mona Lisa, Mona Lisa dedikleri A4'den büyük A3'ten küçük bir resimmiş :((
(Belki A3'ten büyüktür ama çok da büyük değil ona eminim)
Yani etkilenmedim, saatlerce karşısında durup içime sindiresim gelmedi. Halbuki orda ne resimler var, yüksek ve geniş tavanlar boyunca...
Zaten konu büyüklüğü değil, tekniği, sanatı...
Bunları yapan insan olamaz,
Günümüz teknolojisiyle bunlar fotoğraf olarak çekilse üzerine bi de photoshop yapılsa bile bu kadar mükemmel olamaz.
O detaylar, ışık ve gölgeler...
İşte onların karşısında saatlerce oturabilirim.
Anlıycağınız Louvre'da görülecek çok şey var...
Bir sonraki durağımız Notre Dame'ın Kamburu sevgili Quasimodo'nun evi Notre Dame Katedrali...
12. yy'da yapımına başlanan tamamlanması bir kaç yüzyılı bulan bu olağanüstü yapının tek bir usta elinden çıkmışcasına kusursuz bütünlüğü insanı hayrete düşürüyor.
Katedrallerin vitrayları sanırım karanlık dünyalarını renklendirdiği için bana çok çekici geliyor.
Montmartre ve Ressamlar Tepesi...
Güneş batarken vardığımız yapı kızıla dönmüştü biz onu gördüğümüzde...
Paris'in ayaklarınızın altında olduğu muhteşem bir yapıdan biraz daha yukarıya doğru yürüyüp Ressamlar Tepesi'ne gittiğinizi söylerlerse size ne düşünürsünüz? Hem de güneş harika bir şekilde batmak üzereyken...
Benim hayalimde ressamların Paris'i resmettiği muhteşem manzarası olan bir yer...
Bilenler şu an gülüyodur hayalime...
Sanırım bu seyahatte hayal kırıklığı yaşadığım tek an :((
Etrafı binalarla çevrili çınaraltı havasında bir yer... Manzara falan yok, unutun...
Bir kaç şirin pastanesi ve restoranları var, yolda resmini yapalım diye dolanan ressamları bir de...
Paris'te son günümüzde yürüyerek şehri keşfettik. Bazen de metroyla biraz daha uzaklara açıldık.
Kokusu ve evsizleriyle meşhur Paris metrosunda bahsedilen bu özellikleriyle karşılaşmadığım için şanslı olsam gerek.
Yine gökyüzü ve bulutlar muhteşem, hava açık...
öğlen başladığımız keşif güneş batıp dolunay yükselene kadar devam etti...
Bu kadar tarihi yapının yanında ne işi var bu fotoğrafın demeyin, albümler falan karışmadı :))
Champ Elysees'de ki Disney mağazası harika bir yer, uğramadan geçmeyin ;)
Paris bana hayatımın en güzel gecelerinden birini yaşattı. Bunun için de Paris'e teşekkürler....
Ben bir dolunay aşığı...
Dolunayı Paris'in en güzel meydanlarında, Louvre'un cam piramitinin eşlik ettiği unutulmaz bir manzarayla hafızama kazıdım.
Ve Paris'le ilgili son bir not...
Periferic denen bölge Eyfel'i merkeze alıp şehrin etrafında daire çizen yolun içinde kalan kısma verilen isim...
Yani işi olmayan içeri girmeden dışından dolanıp gitsin, trafiği boşuna işgal etmesin. Gördüğünüz gibi sadece İstanbul'da değil Paris'te de her yerde yol çalışması var ;)
Veee Paris turumuzu da 31 fotoğrafla özetlemiş oldum.
İyi okumalar :))
Cuma, Kasım 28, 2014
Gezi: Benelux - Paris Vol. 3
Etiketler:
Champ Elysees,
dolunay,
Eyfel,
France,
Gece,
Gezi,
ışıklar,
Louvre,
metro,
Notre Dame,
Paris,
Sacre Coure,
selfie,
seyahat,
Tracodero Meydanı
Pazartesi, Kasım 24, 2014
Benelux- Amsterdam-Köln-Lüksemburg- Vol.2
Kaldığımız yerden devam...
Öyle bir gün ki Amsterdam'da kahvaltı, Köln'de öğle yemeği, Lüksemburg'da akşam yemeği yediğim; günün sonunda şu an nerdeyim sorusunun cevabı için kısa bir süre düşündüğüm ilginç bir gün...
Şehirlerarası yolda giderken dinlenmek uyumak için iyi bir fırsatken, yol boyunca göreceğim manzaraları kaçırmamak için pür dikkat kesildiğim keyifli bir yol...
Yol da öyle bir yol ki...
Ormanların içinde ilerleyen otoyol boyunca, sivri çatılı alçak tuğla evleriyle şirin kasabalar, çayırlarda otlayan mutlu hayvanlar canlı bir pastoral tabloyu seyretmek gibiydi...
Yemyeşil yollardan sonra Köln tabi ki çok şehir, çok gri geldi.
Heybetli Dome Katedrali zamanın etkisiyle kararmış çehresiyle çok sıkıcı ve kasvetli bana, yalan söyleyemiycem. Ama görkemli ve gotik mimarinin güzel bir eseri olduğunu da göz ardı edemem.
Katedralden sonra etrafta küçük bir tur yapıp ilginç hediyeliklerin peşine düştük. Katedralin hemen yakınındaki caddede bulduğumuz el yapımı ahşap smoking man'ler gerçekten çok güzeldi.
Belinden ayrılan bu adamların içine tütsü koyup yakıyorsunuz, gövdesini tekrar üzerine taktığınızda pipo içermiş gibi ağzından çıkan duman "smoking man" oluşunu açıklıyor. Daha sonra Brugge'de bu smoking manlarden görme fırsatı buldum. Ama Köln'dekiler daha uygun fiyatlıydı. Aynı mağazada orjinal alman gümüşünden objeler de görülmeye değerdi.
Köln'ün göbeği önemli bir alışveriş caddesi...
Klarneti, akerdeonu türk vatandaşlarımız çalıp söylüyor. Şaşırtıcı değil.
Mağazalara gelince Türkiye'de ne varsa aynısı, aynı fiyata...
Öyle ki İstanbul'da bedenini bulamadığım bir anorağı Köln'den aynı fiyata -kur farkıyla 2-3 tl ucuza- satın almam durumu en güzel anlatan olay bence...
Evet alışverişten devam ediyoruz anlatmaya...
İstanbul'da yan yana alışveriş merkezlerinde aynı markaların mağazalarının olmasını anlayamama durumum, aynı caddede iki dükkan arayla aynı markanın mağazalarını görmemle çözüldü.
Yeni perakendecilik konsepti buymuş demek ki ;)))
Nihayet Lüksemburg...
Hollanda düzlüklerinden sonra, plato ve vadilerden oluşan daha yüksek, inişli çıkışlı bir şehir
Akşam üzeri vardığımız şehirde saat 6'da hayat duruyor. Gerçi öncesinde çok mu hareketli ki???
Şansımıza o gün Almanya cumhurbaşkanı, Lüksemburg'da...
Şehrin en hareketli olabileceği gün olması gerekmez mi???
Üstelik tam o sırada bir saraydan diğerine geçiş olacak, kaldırım kenarlarına demirler yerleştirilmiş başlarında birer polis...
Onlar da öylesine takılıo çünkü demirlerin arkasında bekleyen kimse yok, kimsenin umru değil...
Lüksemburg'da çok uzun kalmadık
Ertesi sabah ziyaret ettiğimiz 2. dünya savaşında ölen Amerikan askerleri için yapılmış 5000 dönümlük mezarlık, simetri, düzen, intizam abidesi adeta.
Sonbahar yapraklarıyla her yer bir başka güze, her yer ayrı bir tablo...
Mozzel nehri kıyısındaki Remich kasabasında da küçük bir tur atıp, belimizi büken Schengen vizesinin doğduğu yere de bir adım atıp Berlin duvarından gerçek bir parçayı görüp üzüm bağları arasında sonbahar renkleriyle içimizi doldurarak 5 dakikada 3 ülke turlamanın tadını çıkarttık.
Şöyle ki Lüksemburg'dasınız, Mozzel nehrini karşıya geçtiğinizde Almanya ve Fransa'dan geçerek üç ülkeyi tamamlıyorsunuz.
Fransa tarafına geçince Apache kasabasına, Eyfel'in tasarımcısı Gustav Eiffel'in muhitine geliyorsunuz. Burda küçük bir eyfel kulesi görebilirsiniz.
Apache kasabası bağları ve tabiki şaraplarıyla meşhur, yanısıra butik otelleri ve muhteşem doğasıyla keyifli vakit geçirilebilecek bir yer...
Uzun bir yolculuktan sonra Paris'e varışımız ve Paris günlüğümüzle bir sonraki yazıda görüşmek üzere ;))
Öyle bir gün ki Amsterdam'da kahvaltı, Köln'de öğle yemeği, Lüksemburg'da akşam yemeği yediğim; günün sonunda şu an nerdeyim sorusunun cevabı için kısa bir süre düşündüğüm ilginç bir gün...
Şehirlerarası yolda giderken dinlenmek uyumak için iyi bir fırsatken, yol boyunca göreceğim manzaraları kaçırmamak için pür dikkat kesildiğim keyifli bir yol...
Yol da öyle bir yol ki...
Ormanların içinde ilerleyen otoyol boyunca, sivri çatılı alçak tuğla evleriyle şirin kasabalar, çayırlarda otlayan mutlu hayvanlar canlı bir pastoral tabloyu seyretmek gibiydi...
Yemyeşil yollardan sonra Köln tabi ki çok şehir, çok gri geldi.
Heybetli Dome Katedrali zamanın etkisiyle kararmış çehresiyle çok sıkıcı ve kasvetli bana, yalan söyleyemiycem. Ama görkemli ve gotik mimarinin güzel bir eseri olduğunu da göz ardı edemem.
Katedralden sonra etrafta küçük bir tur yapıp ilginç hediyeliklerin peşine düştük. Katedralin hemen yakınındaki caddede bulduğumuz el yapımı ahşap smoking man'ler gerçekten çok güzeldi.
Belinden ayrılan bu adamların içine tütsü koyup yakıyorsunuz, gövdesini tekrar üzerine taktığınızda pipo içermiş gibi ağzından çıkan duman "smoking man" oluşunu açıklıyor. Daha sonra Brugge'de bu smoking manlarden görme fırsatı buldum. Ama Köln'dekiler daha uygun fiyatlıydı. Aynı mağazada orjinal alman gümüşünden objeler de görülmeye değerdi.
Köln'ün göbeği önemli bir alışveriş caddesi...
Klarneti, akerdeonu türk vatandaşlarımız çalıp söylüyor. Şaşırtıcı değil.
Mağazalara gelince Türkiye'de ne varsa aynısı, aynı fiyata...
Öyle ki İstanbul'da bedenini bulamadığım bir anorağı Köln'den aynı fiyata -kur farkıyla 2-3 tl ucuza- satın almam durumu en güzel anlatan olay bence...
Evet alışverişten devam ediyoruz anlatmaya...
İstanbul'da yan yana alışveriş merkezlerinde aynı markaların mağazalarının olmasını anlayamama durumum, aynı caddede iki dükkan arayla aynı markanın mağazalarını görmemle çözüldü.
Yeni perakendecilik konsepti buymuş demek ki ;)))
Nihayet Lüksemburg...
Hollanda düzlüklerinden sonra, plato ve vadilerden oluşan daha yüksek, inişli çıkışlı bir şehir
Akşam üzeri vardığımız şehirde saat 6'da hayat duruyor. Gerçi öncesinde çok mu hareketli ki???
Şansımıza o gün Almanya cumhurbaşkanı, Lüksemburg'da...
Şehrin en hareketli olabileceği gün olması gerekmez mi???
Üstelik tam o sırada bir saraydan diğerine geçiş olacak, kaldırım kenarlarına demirler yerleştirilmiş başlarında birer polis...
Onlar da öylesine takılıo çünkü demirlerin arkasında bekleyen kimse yok, kimsenin umru değil...
Lüksemburg'da çok uzun kalmadık
Ertesi sabah ziyaret ettiğimiz 2. dünya savaşında ölen Amerikan askerleri için yapılmış 5000 dönümlük mezarlık, simetri, düzen, intizam abidesi adeta.
Sonbahar yapraklarıyla her yer bir başka güze, her yer ayrı bir tablo...
Mozzel nehri kıyısındaki Remich kasabasında da küçük bir tur atıp, belimizi büken Schengen vizesinin doğduğu yere de bir adım atıp Berlin duvarından gerçek bir parçayı görüp üzüm bağları arasında sonbahar renkleriyle içimizi doldurarak 5 dakikada 3 ülke turlamanın tadını çıkarttık.
Şöyle ki Lüksemburg'dasınız, Mozzel nehrini karşıya geçtiğinizde Almanya ve Fransa'dan geçerek üç ülkeyi tamamlıyorsunuz.
Fransa tarafına geçince Apache kasabasına, Eyfel'in tasarımcısı Gustav Eiffel'in muhitine geliyorsunuz. Burda küçük bir eyfel kulesi görebilirsiniz.
Apache kasabası bağları ve tabiki şaraplarıyla meşhur, yanısıra butik otelleri ve muhteşem doğasıyla keyifli vakit geçirilebilecek bir yer...
Uzun bir yolculuktan sonra Paris'e varışımız ve Paris günlüğümüzle bir sonraki yazıda görüşmek üzere ;))
Cumartesi, Kasım 15, 2014
Gezi:Benelux - Hollanda- Vol.1
Selaaaammm :)
Blog sahibi uzun bir tatil ve çok gezmelerden döndü...
Size anlatacakları var ;)
Sonbaharın en güzel renklerinin, sarı, kırmızı ve yeşilin bin bir tonunun hayat verdiği Avrupa'nın güzel şehirlerinden bir sürü fotoğraf ve anıyı paylaşmak için can atıyor.
8 gün 5 ülke...
Yani malzeme çok...
Tur şirketimiz Pronto, rehberimiz sevgili Tolga Çetin'di...
Aylardan Kasım mevsimlerden sonbahar olsa da
Yağmursuz -iki kez otobüsle uzun yol aldığımız zamanlar hariç- gökyüzünün açık, bulutların poz vermek için şekilden şekile girdiği, muhteşem bir havada geçti seyahatimiz.
Bir yazıda hepsini anlatmam hem okuyana hem de yazana zarar...
Fırsat buldukça yazmaya çalışıp tamamını yayınlamak istiyorum. Çünkü üzerinden yıllar geçip okuduğumda her şeyi bulmak çok güzel oluyor.
Eveeeeet....
İlk günümüzle başlayalım...
Amsterdam Schiphol havaalanına adım attığımızda başladı maceramız...
Uçak alçalırken görünen manzara yemyeşil düzlükler arasındaki onlarca kanaldı...
Tekerlekler yere değip de aprona yaklaşırken altından otomobillerin geçtiği bir köprü üzerinden yol almak, uçakla otoyolda gitme keyfini yaşattı diyebilirim.
Havaalanından ayrılıp şehre doğru araçla hareket ettiğimizde birbirinden farklı bisiklet türleri ve bisikletliler için ayrılmış yollar nereye geldiğimizi vurgular gibiydi.
Çocuk yerinin gidonun üstünde olduğu bir bisiklet ve yaşlı bir çiftin yan yana oturarak kullandığı bisikletler daha ilk dakikalarda hoşgeldin dedi bana.
Ve Amsterdam...
Şehrin göbeği, İstiklal caddesinden pek bir farkı yok...
Kalabalıktan yürünmüyor, tek fark sağınızdan solunuzdan geçen bisikletli insanlar, hatta ışıklarda bisiklet sürüleri...
Tolga'nın ilk uyarısı...
Burda geçiş üstünlüğü bisikletlilerin, kenara çekilmezseniz çarpabilirler :)
Günlerin kısa olması ve bizim şehre akşama doğru varmamız kanot gezimizi karanlık çökmeye başlarken yapmamıza neden oldu.
İyi ki de öyle olmuş :)
Gündüz farkına varamayacağım kanal boyundaki evlerin muhteşem güzelliği ışıklarla bir başkaydı...
Bu arada kanot nedir derseniz; kanallarda gezinti yapmanızı sağlayan küçük tekneler...
Yanları ve üstü camla kaplı bu araçların üstü tamamen açık olan akşamları yemekli tur yapanları da var.
Haaa bir de kanalların üzerinde mavnalarda evler vardı ki, onlar da ayrı bir dünya...
Kanallar, kanallar, köprüler, köprüler ve ışıklar...
Ama hepsi sarı ışık...
Evet bu şehirde evler yollar her yer sarı ışıklarla aydınlanıyor...
Ortalama 4 katlı, üçgen çatılı tuğla evler geniş ve yüksek pencereleri, yüksek tavanları ve dar kapılarıyla belki de gecenin ışıklarının da etkisiyle bir masalın içinde yaşıyormuşsunuz hissi veriyor.
Meydanları, heykelleri, müzeleri, sanatın ve tasarımın dokunuşlarını her yerde hissedebildiğiniz garip büyüsü olan bir şehir.
Tabi bazı otlar ve benzeri şeylerle Alice Harikalar diyarını yaşatan coffee shoplarıyla her türlü büyülü ortamın da yaratıldığı bir yer.
Yalnız o coffee shopların değil içine girmek önünden geçerken duyduğum koku bile mide bulantısıydı benim için.
Yani benim büyülü dünyam tamamen gözlerimin gördüğünün ruhumda yarattıklarındandır, yanlış anlaşılmıyim ;))
Rembrant'ın gece devriyelerini bir meydanda canlanmış ama sonra taşa dönmüş görmek ilginç bir sanat deyimiydi bana göre :)
Tabi ki Hollanda sadece Amsterdam'dan ibaret değil, Marken, Volendam, Roterdam, Delft, Lahey ve Scheveningen ziyaret ettiğimiz diğer yerler oldu.
Her yeri uzun uzun yazmak isterdim ama daha çok anlatacak şeyim var...
Hollanda sular ülkesi...
Başına ne geldiyse de bu sulardan gelmiş, sel felaketleri ve denizin yuttuğu toprakları...
Ama suyu yönetmeyi çok iyi başarmış ve yaşamak için harika bir coğrafya oluşturmuşlar. Deniz seviyesinin metrelerce altında olağanüstü bir şehir yaratmışlar. Denizle aralarına set çekip bu setleri de öyle bir hale getirmişler ki, insan yapımı olduğuna inanmak zor.
Marken ve Volendam iki şirin kasaba...
Alçak evleri, yemyeşil geniş bahçeleri, Kuzey denizinden gelen rüzgarın uğultusu, evleri önündeki minik köprülerle kanalları aşırtan bir dünya.
O köprüler üzerinden ne manzaralar çekilir bilemezsiniz.
Volendam, Marken'den biraz daha hareketli ve renkli, Kuzey Denizi'nin mahsulü su ürünleriyle önemli bir lezzet durağı.
Bu iki kasaba arasında geçiş yolumuzdaki bir Hollanda klasiği değirmen, geniş çayırlar ve üzerinde otlayan mutlu hayvanlar.
Gülen inek diye bir peynir vardı ya hani...
Ben bu coğrafyada bunun anlamını çözdüm, göz alabildiğine yemyeşil düzlükler özgürce dolaşmak ve otlamak...
Bir inek başka ne ister ki???
Üstelik bu coğrafyada sadece inekler değil yapraklar da özgür...
Özgürce uçuyorlar, yerlere seriliyorlar, süpüren yok :))
Ve özgür ineklerin peynirleri için Henry Willing'i ziyaretten bir kare...
Roterdam, Marken ve Volendam'ın aksine yaşayan hareketli bir şehir öğrenci ve ticaret şehri...
Dünyanın en pahalı köprüsü Erasmus Köprüsüyle tanıştık burda...
Benzerinin sadece Amerika'da olduğu kubik evler
Tüm griliğine rağmen tramvay yollarının bile yemyeşil olduğu sevimli bir şehir
Delft kobalt mavi camdan kocaman kalbiyle klasik Avrupa şehirlerindeki geniş meydan, kiliseler, şirin mağazalardan oluşan başka bir güzellik.
Lahey Adalet divanı önünde "barış" la görüşüp, ülkemizin ismini ve taşına da şöyle bir selam çakıp Kuzey'in deniziyle görüşmeye gittik.
Söylemesi zor ismiyle, zamanında gerçek Flamanlarla Fransızları ayırt etmek için söylettirilen yerin adı Scheveningen. Doğru telaffuzunu Flaman şoförümüz Hank'ten duyduğumuz için şanslıyız ;))
Hollanda ziyaretimiz Amsterdam Central Station'dan Schiphol'a yaptığımız tren yolculuğuyla, tren istasyonunda bilet kesen bir Afyon'luyla karşılaşmamızla -çok şaşırtıcı olmasa da- nihayete erdi.
Ama bu şehirde, bu ülkede yapamadığım aklımda kalan bir sürü şey olduğu için yine buluşmayı ümit ediyorum.
Ayrıca unutmadan Amsterdam'da çiçek pazarından aldığım dört yapraklı yonca soğanları ve rengarenk lale soğanları keyifli alışverişlikler oldu benim için....
Blog sahibi uzun bir tatil ve çok gezmelerden döndü...
Size anlatacakları var ;)
Sonbaharın en güzel renklerinin, sarı, kırmızı ve yeşilin bin bir tonunun hayat verdiği Avrupa'nın güzel şehirlerinden bir sürü fotoğraf ve anıyı paylaşmak için can atıyor.
8 gün 5 ülke...
Yani malzeme çok...
Tur şirketimiz Pronto, rehberimiz sevgili Tolga Çetin'di...
Aylardan Kasım mevsimlerden sonbahar olsa da
Yağmursuz -iki kez otobüsle uzun yol aldığımız zamanlar hariç- gökyüzünün açık, bulutların poz vermek için şekilden şekile girdiği, muhteşem bir havada geçti seyahatimiz.
Bir yazıda hepsini anlatmam hem okuyana hem de yazana zarar...
Fırsat buldukça yazmaya çalışıp tamamını yayınlamak istiyorum. Çünkü üzerinden yıllar geçip okuduğumda her şeyi bulmak çok güzel oluyor.
Eveeeeet....
İlk günümüzle başlayalım...
Amsterdam Schiphol havaalanına adım attığımızda başladı maceramız...
Uçak alçalırken görünen manzara yemyeşil düzlükler arasındaki onlarca kanaldı...
Tekerlekler yere değip de aprona yaklaşırken altından otomobillerin geçtiği bir köprü üzerinden yol almak, uçakla otoyolda gitme keyfini yaşattı diyebilirim.
Havaalanından ayrılıp şehre doğru araçla hareket ettiğimizde birbirinden farklı bisiklet türleri ve bisikletliler için ayrılmış yollar nereye geldiğimizi vurgular gibiydi.
Çocuk yerinin gidonun üstünde olduğu bir bisiklet ve yaşlı bir çiftin yan yana oturarak kullandığı bisikletler daha ilk dakikalarda hoşgeldin dedi bana.
Ve Amsterdam...
Şehrin göbeği, İstiklal caddesinden pek bir farkı yok...
Kalabalıktan yürünmüyor, tek fark sağınızdan solunuzdan geçen bisikletli insanlar, hatta ışıklarda bisiklet sürüleri...
Tolga'nın ilk uyarısı...
Burda geçiş üstünlüğü bisikletlilerin, kenara çekilmezseniz çarpabilirler :)
Günlerin kısa olması ve bizim şehre akşama doğru varmamız kanot gezimizi karanlık çökmeye başlarken yapmamıza neden oldu.
İyi ki de öyle olmuş :)
Gündüz farkına varamayacağım kanal boyundaki evlerin muhteşem güzelliği ışıklarla bir başkaydı...
Bu arada kanot nedir derseniz; kanallarda gezinti yapmanızı sağlayan küçük tekneler...
Yanları ve üstü camla kaplı bu araçların üstü tamamen açık olan akşamları yemekli tur yapanları da var.
Haaa bir de kanalların üzerinde mavnalarda evler vardı ki, onlar da ayrı bir dünya...
Kanallar, kanallar, köprüler, köprüler ve ışıklar...
Ama hepsi sarı ışık...
Evet bu şehirde evler yollar her yer sarı ışıklarla aydınlanıyor...
Meydanları, heykelleri, müzeleri, sanatın ve tasarımın dokunuşlarını her yerde hissedebildiğiniz garip büyüsü olan bir şehir.
Tabi bazı otlar ve benzeri şeylerle Alice Harikalar diyarını yaşatan coffee shoplarıyla her türlü büyülü ortamın da yaratıldığı bir yer.
Yalnız o coffee shopların değil içine girmek önünden geçerken duyduğum koku bile mide bulantısıydı benim için.
Yani benim büyülü dünyam tamamen gözlerimin gördüğünün ruhumda yarattıklarındandır, yanlış anlaşılmıyim ;))
Rembrant'ın gece devriyelerini bir meydanda canlanmış ama sonra taşa dönmüş görmek ilginç bir sanat deyimiydi bana göre :)
Tabi ki Hollanda sadece Amsterdam'dan ibaret değil, Marken, Volendam, Roterdam, Delft, Lahey ve Scheveningen ziyaret ettiğimiz diğer yerler oldu.
Her yeri uzun uzun yazmak isterdim ama daha çok anlatacak şeyim var...
Hollanda sular ülkesi...
Başına ne geldiyse de bu sulardan gelmiş, sel felaketleri ve denizin yuttuğu toprakları...
Ama suyu yönetmeyi çok iyi başarmış ve yaşamak için harika bir coğrafya oluşturmuşlar. Deniz seviyesinin metrelerce altında olağanüstü bir şehir yaratmışlar. Denizle aralarına set çekip bu setleri de öyle bir hale getirmişler ki, insan yapımı olduğuna inanmak zor.
Marken ve Volendam iki şirin kasaba...
Alçak evleri, yemyeşil geniş bahçeleri, Kuzey denizinden gelen rüzgarın uğultusu, evleri önündeki minik köprülerle kanalları aşırtan bir dünya.
O köprüler üzerinden ne manzaralar çekilir bilemezsiniz.
Volendam, Marken'den biraz daha hareketli ve renkli, Kuzey Denizi'nin mahsulü su ürünleriyle önemli bir lezzet durağı.
Bu iki kasaba arasında geçiş yolumuzdaki bir Hollanda klasiği değirmen, geniş çayırlar ve üzerinde otlayan mutlu hayvanlar.
Gülen inek diye bir peynir vardı ya hani...
Ben bu coğrafyada bunun anlamını çözdüm, göz alabildiğine yemyeşil düzlükler özgürce dolaşmak ve otlamak...
Bir inek başka ne ister ki???
Üstelik bu coğrafyada sadece inekler değil yapraklar da özgür...
Özgürce uçuyorlar, yerlere seriliyorlar, süpüren yok :))
Roterdam, Marken ve Volendam'ın aksine yaşayan hareketli bir şehir öğrenci ve ticaret şehri...
Dünyanın en pahalı köprüsü Erasmus Köprüsüyle tanıştık burda...
Benzerinin sadece Amerika'da olduğu kubik evler
Tüm griliğine rağmen tramvay yollarının bile yemyeşil olduğu sevimli bir şehir
Delft kobalt mavi camdan kocaman kalbiyle klasik Avrupa şehirlerindeki geniş meydan, kiliseler, şirin mağazalardan oluşan başka bir güzellik.
Lahey Adalet divanı önünde "barış" la görüşüp, ülkemizin ismini ve taşına da şöyle bir selam çakıp Kuzey'in deniziyle görüşmeye gittik.
Söylemesi zor ismiyle, zamanında gerçek Flamanlarla Fransızları ayırt etmek için söylettirilen yerin adı Scheveningen. Doğru telaffuzunu Flaman şoförümüz Hank'ten duyduğumuz için şanslıyız ;))
Hollanda ziyaretimiz Amsterdam Central Station'dan Schiphol'a yaptığımız tren yolculuğuyla, tren istasyonunda bilet kesen bir Afyon'luyla karşılaşmamızla -çok şaşırtıcı olmasa da- nihayete erdi.
Ama bu şehirde, bu ülkede yapamadığım aklımda kalan bir sürü şey olduğu için yine buluşmayı ümit ediyorum.
Ayrıca unutmadan Amsterdam'da çiçek pazarından aldığım dört yapraklı yonca soğanları ve rengarenk lale soğanları keyifli alışverişlikler oldu benim için....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)