Blog yazarımız, biz İstanbul'da yanıp kavrulurken kendini serin denizlere bırakmakla, o güzelimKadırga Koyu'nunun sonuna kadar keyfini çıkarmakta. E hal böyle olunca asistan blogger Hande devreye girer ve yazmaya başlar.
Biz de haftasonu kaçamağı olarak Bozcaada'yı seçenlerdeniz. Evet yol uzun, dönüş işkence ama değiyor mu? Kesinlikle evet. Modernize olmamış, yapısını, mimarisini korumuş, adını aldığı boz arazilere inat kendini sevdirmiş bir ada Bozcaada. Buz gibi ve tertemiz deniziyle, hala bakir kalmış koylarıyla, tarihiyle, geçmişini ve gelceğini korumaya devam ediyor hala. Eskiden Rum'lara vatan olurken şimdi tek tük kalmışlar. Ama sokak aralarında gezerken Yorgi Amca'nın Katina Teyze'nin varlığını hissedebiliyorsunuz. Kale'ye baktığınızda Fransız işgali sırasında top seslerini belki gözlerinizi kapatırsanız duyabilirsiniz.
Biz de cuma akşamından atladık otobüse geçtik Bozcaada'ya. Otellere bile uğramadan doğru kumsala gittik. Adada pek öyle aman aman şimdikilerin "beaaaachh" diye tabir ettikleri yer pek yok. Ayazma en modern tesis orda. Sulubahçe, Mitos gibi kumsalları olsa da duş ve soyunma kabinleri olmadığı için pek tercih edilmiyor. Dedim ya bakir bir ada bu. O kadar turiste ve halka rağmen.
Deniz alabildiğince mavi, alabildiğince yeşil turkuaz, her renk var. Adımınızı atar atmaz donduracak derecede de soğuk. Ayazma ismi burdan geliyor zaten. Her yerden soğuk su kaynakları geçiyor. Kimi zaman soğuktan donarken iki kulaç sonra makul bir sıcaklığa ulaşıyorsunuz. Balıklar ayağınızın altında geziniyor, hatta bi süre hareketsiz durursanız cüssenize aldırmadan sizi yemeğe çalışanlar bile oluyor bazen. Ve bu zevkle yüzüyor yüzüyorsunuz.
Adadaki sorun - tabi benim için- sahilin kum olması. Ben pek kum sevmem. Ayaklarımdan dökülen, bacaklarıma kollarıma yüzüme yapışan kumları sanırım 15 yaşıma kadar sevdim. 15 yaşından sonra da ananemin yazlıktayken kumlu ayaklarla eve girme diye bağırışını anlamaya başladım. Ama seçeneğim yoksa tabi ki en iyisi anın değerini bilmek ve keyini çıkarmak olduğunu bilen ben, kumlarla arkadaşlık yapmaya başladım. Bir çocuktan ödünç aldığım kova ve küreklerimle.
Güneş'in keyfi böyle çıkarken, güneş batımının keyfi ise rüzgar güllerinde devam ediyor. 17 adet rüzgar gülünden oluşan adaya ve Çanakkale'ye elektrik sağlayan bu dev gülelrin boyu 42 metre, gülelrin ise tek kanadı 21 metre. Dönerken çıkardığı rüzgar sesini ortamda fazla ses yoksa duyabilirsiniz. O kadar yakınında oluyorsunuz ki, bi süre sonra bu fırlayıp gelse nereleri uçurur diye felaket senaryoları yazmaya başlıyorsunuz. Rüzgar güllerinin hiç maliyet yok, senede 1 defa gres yağıyl ayağlanması yeterli oluyor.
Peki niye rüzgar güllerine geldik?
Çünkü güneş'i batırıcacağız. Bozcaada Türkiye'nin en batı ucu. Yani güneş en son Bozcaada'da batıyor. Güneş'i Türkiye'de en son siz görüyorsunuz. Ve öyle güzel batıyor ki. Hele yanınızda Talay şarabınız ve sevdiğiniz varsa...
Bozcaada'da akşam yemek yiyecek bir yer aramayın eğer rezervasyonunuz yoksa. yer bulmak mümkün olmuyor çünkü. Bence gidilmeden evvel İstanbul'dan rezervasyon yapılıp gidilmeli. Şarap evi olarak Lodos, Polente, balık isterseniz eğer Sandal, Güverte benden tavsiye.
Pazar günü son günümüzdü ve biz denize girmek yerine Bozcaada Sokaklarını gezmeyi tercih ettik ve ne kadar doğru bir karar verdiğimizi o zaman anladık.
Gündüzü ayrı bir güzel olan Bozcaada Rum ve Türk Mahalleleri olarak ayrılmış. Rum Evlerini mavi kapılarından tanıyabilirsiniz. Adada artık çok az Rum kaldığından kendilerini belli etmek için maviye boyarlarmış kapılarını. Bir diğer rivayete göre ise akrep'in maviden korktuğuna ve mavi kapılardan içeri girmemesi. Hangisi doğrudur bilinmez ama herkes sanırım mavi kapı ve pencereli bir ev ister kendine. Ada sokakları ise salkımlardan ve çiçeklerden geçilmiyor. Öylesine güzel ki...
Ada'da büyük bir kilise mevcut. Tepesinde bir saati var. Yeni restore edilmiş. Fakat aktif değil. Daha doğrusu bundan bir kaç sene evvel papaz vefat edince kapanmış kapıları. Pazar günleri çanları çalıyor ama halk tarafından. Mahalleli kendi kendine gelip ibadetini yapıp kapatıyorlar kiliselerini.
Dükkanlar bile o kadar güzel dekore edilmiş ki. Ben BakKAL'a bayıldım.
Bunlar da başka dükkanlar.
Başka bir tavsiyem ise Bozcaada müzesini gezmeniz. İşte orda tüm tarihi baştan yaşayabilirsiniz. Fransız istilasından kalan mektuplar, botlar, kurşunlar, gelmiş geçmiş Rum ailelerinin bağışladıkları eşyalar resimler, günkük yaşamda kullanılan tabaklardan tutun da Doktorların muayene çantaları, ayakkabıcının, kasabın tezgahını gördükçe mest olacaksınız. Koleksiyoncu Hakan Gürüney'in kendi bireysel girişimciliği ile oluşturulmuş bu müzeyi gezmenizi şiddetle tavsiye ederim.
Nerde kalalım diye sorarsanız eğer benim gözüme kestirdiğim Ege Otel var. 1800'lü yıllarda yapılmış. Rum İlkokulu olarak kullanıma başlanna binada 1923 Lozan Antlaşması ile Bozcaada Türk topraklarına katılınca Türk ve Rum öğrenciler 1963'de İstiklal İlkokulu açılıncaya kadar beraber okumuşlar. Daha sonra özel bir kişiye satılan bina yıkılmak üzere iken KOZ AŞ tarafındna satın alınarak aslı korunarak otel'e çevrilmiş. Bu Otel'in ayrı bi özelliği ise bir edebiyat Profesör'ünün her odanın kapısına ünlü şairlemizin dizelerini el ile yazması. Gidince bilemeyeceksiniz, Nazım Hikmet mi, Melih Cevdet Anday mı yoksa Atilla İlhan odasında mı kalacağınızı.
Ve ben geri döndüm İstanbul'a bu güzellikleri bırakıp. Ada çocuğu olmak istedim. Dört tarafı denizlerle çevrili adadan ayrılmamak istedim. Yanıma alacağım 3 şeyi ben çoktaaaaannnnn belirledim.
Yolculuk , her zaman düşündüm onu ;
İçimde bu azgın davet ne demek ?
Oraya , neredeyse güneşin sonu,
Uçmak , kayıp gitmek, kaçıp dönmemek.
Necip Fazıl Kısakürek