Çarşamba, Ağustos 01, 2007

Rize Günlüğü - III

18 Temmuz Çarşamba 04:40 - Rize

İlk defa bu sabah gökyüzünde güneşin kızıllığını gördüm. Bu gece de dün sabah ta gök adeta yere inmişti. Yollardan dere akıyordu.

Yazmadığım iki günü özetlemek gerekirse. Ara ara yağan sağnak yağmura rağmen bir yerlere gitmek için çıktığımızda Allah bize yardım ediyor ve hiç ıslanmadan gezip geri dönüyoruz.

Pazartesi günü de sabah saatlerinde yağan yağmurdan sonra Rize Merkez’e gittik. Gezi rehberlerinde yazan tarihi iki camiyi görmekti niyetimiz. Niyetlenin ama gitmeyin.

Kurşunlu Camii ve Gülbahar Camii. Gülbahar Camii Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun için 16.yy’da yaptırdığı bir camiymiş. Ancak 1956’da yeniden inşa edildiğinde bugünkü sıradan mahalle camilerinden hiç bir farkı kalmamış adından başka.

Kurşunlu Cami’nin durumu da pek farklı değil. Üstelik bi de Karadeniz sahil yolunu yapmak için denizin çöple sonra toprak sonra kayayla örtülmesi çalışmaları etrafta iğrenç bir kokuya neden oluyor ve kaçıyorsunuz.


Çarşı derseniz çirkin ve düzensiz binalar karmaşası sevimsiz. Trafik karmakarışık.

Neyse ki Ziraat var. Rize’de çay yetiştiriciliğinin önem kazanmasını sağlayan Zihni Derin’in heykeli ve yanısıra fidanlığın bulunduğu bir park. Bazı bitkilerin yanlarında latince adları ve açıklamaları yer alıyor. 22 senede tabi çok değişmiş eskiden resim çektirdiğim yerlerde tekrar poz verdim. Ağaçlar ormana dönmüş.

Kale'den Ziraat (Bayraklı olan yer)
Ziraat’in hemen karşı tepesinde Rize Kalesi bulunuyor. Bir sonraki durağımızda Kale oldu. Kale’ye ilk defa çıktım. O da kente hakim bir manzaraya sahip. Burçlarda güzel oturma yerleri yapmışlar. Ha yağdı yağacak havaya rağmen hem güzel fotoğraflar çektik hem de keyif aldık.

Ziraat'ten kale
Kale'nin burçlarından Rize
Akşam eve geldiğimizde bulutların arasında küçük bir parça güneş görünüyordu.Neşelendik. ancak ufukta kara bulutlar ve şimşekler çok da sevinmememiz gerektiği konusunda uyarıyordu. Çok geçmeden terasta hazırladığımız sofrayı apar topar içeriye taşımak ve eşyaları örtmek zorunda kaldık. Zira bu sefer ötekilerden farklı olarak şiddetli rüzgarla birlikte tam bir fırtınaydı yaşanan. Neredeyse bütün gece sürdü. Üstümüzü kalın giymesek elektrik sobası yakmak şart olurdu. -Ki çocuklu bir ahbabımız gece gelip, elektrik sobasını aldı-

Şimşekleri yakalamaya çok uğraştım ama olmadı
Planımız sabah hava açarsa Uzungöl’e gitmekti. Erken kalkacaktık. 08:30’da yağmurun sesiyle uyandım. Hem de ne yağmur. Filmlerde gördüğünüz şiddetli yağmur sahneleri hafif kalır yanında. Herkes uyurken camı açıp seyrettim, dinledim, yoldan aşağı akan dere gibi yağmur sularına baktım. Bu yağmuru İstanbul’a da götürebilsem diye diledim. Buraya geldiğimizden beri yağan yağmur İstanbul’a yağmış olsaydı kesinlikle 6 aylık su ihtiyacı karşılanırdı.


Öğleye yağmur dindi ama hava kapalı. Yine de Uzungöl’de şansımızı denemeye karar verdik. Of’tan Çaykara’ya oradan da Uzungöl’e doğru yol alırken sağlı sollu yeşile boyanmış aralara bazen eski bir köy evi bazen çok katlı modern bir apartman siluetinin serpiştirildiği tabloyu seyrettik.

Yol boyunca akan büyük dere yada nehir –doğru tabiri bulamadım- yağan yağmurdan kahverengiye dönmüş. Yukarılara çıktıkça basınçtan kulaklarımız etkilenmeye başlıyordu.

Öyle güzeldi ki o yolu seyretmek. Yaramaz çocuklar gibi rüzgara aldırmadan başım azcık dışarda bütün yolu içimi çektim. (Allah korusun hani yüz felci melci olurum diye korkmadım da değil).

Uzungöl gerçekten de güzel bir yermiş. Önce gölü geçip gölü besleyen nehrin setlerini seyrettik, resim çektik. Bu arada yağmur kendini hissettirmeye başlamış, dayım arabada kaloriferi çalıştırmıştı. Göl kenarından daha çok yukarıları sevdim, çünkü gölün etrafı oldukça kalabalık. Ve özellikle Arap gruplar çoğunluktaydı.

Bir süre sonra dayım ve yengemi arabada bırakıp, biz gölün etrafında yürüyerek ilerledik. Hediyelik bir şeyler alalım istedik ancak yaşanan büyük bir hayal kırıklığı oldu. Yöresel hiç bir şey yok neredeyse. Tahtakale’deki Şark Han’da ne varsa burda da çin işi bir sürü anlamsız şey. Ve o çin malı satan mağazalara özgü garip tütsü kokusu vardı. Hiç bir şey almadan çıktık.


Uzungöl’de konaklamak için pek çok tesis var. Orada bir kaç gün kalmak hoş olabilir bence. Çünkü gidip döndüğüm zaman, yaşanmış değil de rüyada görülmüş gibi. Sanki hafızam kaydedemiyor. (Bunu Ayder’e gitmeden önce söyledim. Şimdiki fikrim Ayder’de kalmak daha güzel olabilir)
Uzungöl'deki şelale
Bu arada Allah bize yardım ediyor olmalı ki, dağlarda çok az duman var. Her yer oldukça net görünüyor. Geçen sene güneşli bir günde Uzungöl’e giden teyzem o zaman gölün üzerinin dumanla kaplı olduğunu ve bir uçtan diğer ucu görmenin mümkün olmadığını söylüyor.

Uzungöl’den şehre inerken güneş de hafif kendini göstermeye başladı. Dayımla yengemin bizim için yaptığı programa göre Rize’ye özgü dokumaların satıldığı Derepazarı’ndaki Fırat Rize Bezi mağazasından güzel hediyeler alıp yemek yemek üzere tekrar yola çıktık.

Yemek dediysem öyle sıradan bir yemek değil. Tereyağında Alabalık.

Rize merkezine doğru Derepazarı civarlarında yol üzerinde tabelasını görürsünüz. Eskitoğlu Alabalık Çiftliği ve Dinlenme Tesisleri. Yoldan içeri sapınca 100 m. sonra girişine ulaşıyorsunuz. Yüksek bir kayalığın altında, yukarıdan gelen suyun şelaleye dönüştüğü ve bu suyla alabalıkların beslendiği güzel bir yer.

Balıklarımız hazır olana kadar küçük bir keşif gezisine çıkıyim dedim. Tek başıma şelalenin döküldüğü yere yürümeye başladım. Oturma yerlerinden bir kaç yüz metre uzakta ve kimsenin olmadığı bir yer olduğu için biraz korkarak ilerledim ama maceracı ruhum ağır bastı. Tam şelalenin yanına inmeye karar vermiştim ki; annemlerin de beni aramak üzere geldiğini gördüm. Annemle aynı ruhu taşıdığımız için eminim ki o da, beni bulma bahanesiyle şelaleyi keşfetmek için yola çıkmıştır.

Beni arama bulma timi
Annemler de gelince bu kez cesaretle kayaların üzerinden geçerek; şelalenin kayalara çarparak döküldüğü yere indim. Çok güzel resimler çektim ve çok eğlendik. Kıyafetim müsait olsa ayakkabılarımı çıkarır üstümün ıslanmasına aldırmadan şelalenin altına girerdim. Aklımda kaldı desem yalan olmaz.

1. şelale zaferim
Bulunduğumuz yer çukurdakaldığı için bizi birilerinin bulması duyması imkansızdı.. Telefon bile çekmiyordu. İstemeyerek de olsa şelaleden ayrılıp masamıza döndük, balıklar gelmiş onlarda bizi bulmaya çalışıyorlardı.

Hayatımda yediğim en güzel alabalığın kafasını ve kılçıklarını etrafımda dolaşan hatta oturduğumuz kameriyeye sızmaya çalışan ama sözümü dinleyip geri çıkan sevimle kediyle paylaştım.

Tesisin sahibi dayımın yakın arkadaşı, onun yaşlı annesi de dayımı çok sever. Oldukça yaşlı kadıncağız bizim için tabağa evindeki baklavadan koyup, kendisi getirdi. Üzerine bi de çay. Daha ne olsun ki?

Yorucu bir günün ardından terastaki divanda battaniyenin altına girip televizyon seyretmek başka bir keyifti doğrusu.

Üstelik Show Tv’de Nazlı Yarim diye bir karadeniz dizisi seyrettik ki. Hoş tesadüftü.

Saat 05:30 oldu. Demek ki bir saattir yazıyorum. Yağmur yok, oysa gece 3’te yine fırtına kopmuştu. Doğu’da güneşin kızıllığı Batı’da kara bulutlar. Bugün şansımıza ne çıkacak bilmiyorum. Çok uzaktan bir gemi geçiyor, kuşlar korosu yine konserde ben terastaki divanda. Uykum yok. Diğerleri kalkana kadar manzara seyrederim herhalde.

Hiç yorum yok: