18 Temmuz Çarşamba 20:35 - Rize
Defterimi kapattıktan sonra üzerime battaniyeyi alıp terastaki divanda uyudum bir süre daha. Bir ara yağmurun sesiyle uyandım sonra yine dalmışım. 9’da zorlanarak kalktım çünkü bugünkü programı uygulamak için erken kahvaltı planlamıştık. Ayder’e çıksak mı çıkmasak mı hava orada nasıldır diye düşünürken gitmeye karar verdik. Yaklaşık 1,5 saatlik yolculukla Ayder’e ulaştık, yine yüksek tepelerden olağanüstü güzel vadilerden geçerek.
Yolumuzun üstündeki ilk güzellik Fırtına Deresi ve üstündeki tarihi köprüydü. -Adını dönüşte arabayla geçerken farkettiğim için çok emin değilim ama sanırım Tilmisivat.- Yukarı doğru giderken kimi asma kimi taş pek çok köprü, tepelerden yola uzanan ilkel teleferikler, kartal yuvası gibi evler gördük.
Kaçkarlar Milli Parkı’na girdikten sonra Ayder’e biraz daha yaklaşıyorsunuz.
Karadeniz’de her yamaçta onlarca şelale varmış bunu öğrendim. Ben de su delisi olarak gördüğüm her şelaleye hayran oldum. Uzungöl’de olduğu gibi arabayla gidebileceğimiz yere kadar gidip oradan da aşağıya doğru yürüdük.
Arabadan inip sağlı sollu keşif gezisine çıktık. Yine bir dere vardı ve ben taştan taşa atlamak için hazırlıklıydım. Ayakkabılarımı çıkarıp derenin içinde dolaştım. Ancak ayaklarım hemen dondu. Olsun çok güzeldi.
Ayder’deki tesisler Uzungöl’den daha profesyonel ve bakımlı geldi bana. En çok sevdiğimde Heidi’cilik oynayabileceğim yerleri bulmuş olmak. Önde bir düzlük arkada başlayan sık çam ormanları; ben orda kalmak istedim.
Yağan yağmura aldırmadan büyük bir şemsiye altında oturup dağ ve şelale manzarasına karşı Ayder Turistik tesislerinde lezzetli bir yemek yedik. Bu sırada biz geldiğimizde açık olan zirveler ve etraf duman olmaya başlıyordu yavaş yavaş. Yaylalara çıkan pek çok kişiden dumandan bir şey göremedik yorumları duyduğum için ben de bulutun içinde kalmak istedim. Artık göreceğimi görmüş, çekeceğimi çekmiştim ne de olsa.
Yemek sırasında Hande’yle telefonla konuşuyorduk. İstanbul’un bunaltıcı ve sıkıcı bir gün yaşadığı benim resimlerimin onu serinlettiği ve buralarda olmak istediğini söylüyordu. Bense hırka, kot mont sıkı sıkı giyinmiş hafif üşüyerek yemek yiyordum.
Aşağılara indikçe güneş ısıtmaya başlıyordu. Çayımızı Rize merkezde Atatürk Köşkü’nde içmeye karar vermiştik. Çünkü orada da yağmur yağdığını düşünüyorduk. Oysa Rize yanıyordu. Bu sefer de tişörtlerle kaldık.
Yengemin daha önce bahsettiği Dağmaran’a çevirdik bu kez yolu. Rize’nin Dağbaşı semtinde tepede. Dağmaran’ın bir tarafı arka köylere –Salaha- çaylıklara ve dumanlı tepelere bakıyor. Diğer yanı ise sahile ve şehir merkezine. Ordan bakınca Kale o kadar alçak geldi ki.
7’de eve geldiğimde artık tükenmiştim. Duş alıp yatmaktı tek isteğim ama güneş güzel batıyordu, sayılı günler tükeniyordu. Terasta asmanın altında oturup bugünü yarına sarkıtmadan yazmak istedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder