Cuma, Aralık 30, 2005

Yeni Yıl Dilekleri

Yüzlerce yeni yıl mesajı geliyor. Ne kadar çok sevenimiz varmış :))

Hepsi birbirine benzese de güzel temennileri bir kez daha duymaktan şikayetçi değilim. Ama bu seneki en farklı ve esprili mesajı paylaşmak istedim.

Yeni yılın
Kellere saç,
Hastasına maç,
Züğürde para,
Sıvacıya mala,
İşsize iş,
Dişsize diş,
Olmayana çocuk,
Üşüyene gocuk,
Rakıya buz,
Yemeğe tuz,
Nazar deymişe hoca,
Evde kalmışa koca,
Dırdırcıya akıl,
Onu çekene sabır vermesini dilerim.

Herşey gönlünüzce olsun.
Mutlu yıllar :)
(Teşekkürler Aysun)

Çarşamba, Aralık 28, 2005

Koza

Ferrarisini Satan Bilge'yi okumadım. Ama Ferrari alan bir bilge tanıyorum. Gazetelerde okuduğum kadarıyla yeni bir kitabı çıkmış. O da kelebek ve kozayla ilgili. Kısa tanıtım yazısını okudum. Kozasında hapsolanları yeni bir hayata başlaması yönünde motive edecek bir kitap gibi geldi.



Bilmiyorum ama ben kitabı almayı düşünmüyorum; çünkü kitapta (tahminimce) anlatılanları gözümle gördüğüm ruhumla hissettiğim için ben size gerçek kozaların, ipekböceklerinin ve yeni bir hayata ipek olarak devam etmelerini göstermek istedim. (Tamam ipek olan içindeki değil koza ama onlar ayrılmaz bir bütün)

Kozalar sıcak suyu atılıp, bildiğimiz ottan yapılma süpürgenin küçüğüyle karıştırılarakuçların meydana çıkması sağlanıyor. Ortaya çıkan zayıf teller çalışmakta olan basit bir makinenin uçlarına takılarak bir kaç kozadan gelen uçların birleştirilip ipek iplik olması sağlanıyor.


Koza ve içindekinin yaşamı pek çok olaya temel oluşturabilir bence. Çünkü o kozanın içindekilerden kimisi kelebek oluyor bir günlük ömrüyle ve renkli kanatlarıyla ilham veriyor, kimisi de kozadan çıkmadan kozaları ipek olup bir ömür yaşamını sürdüyor. Ama farklı bir boyutta.

Ne bir günlük kelebeğin ömrü, ne de yüzyıllarca sürecek bir ipek

Perşembe, Aralık 22, 2005

2005 Özet Bilançosu :)


Masamdaki aylık takvimin son yaprağındayım, bir takvimi daha bitirmek üzere olduğuma göre hala yaşıyorum demektir.

31 Aralık gecesi neşeli, umut dolu bir karikatür tiplemesi;

“biliyorum yeni yılda çok iyi şeyler olacak; daha mutlu olucam, kilo vericem, hayatımın aşkını - mutluluğu bulucam vs. vs.”

diyerek yatağında günlüğünü yazıyor yılın son saatlerinde. Bir sonraki karede ise daha önceki yıllarda yazdıklarını okuyor. Aynı cümleler, aynı beklentiler ve hayatında hiç bir şey değişmemiş. En son karede de avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyor.

Yeni yıl için hep dilekler, ümitler, beklentiler, hayaller konur sepetimize; geceyarısı balkabağına dönüşen araba misali hayatımızdaki her şeye sihirli değnek dokunup kendi masalımız başlayacakmış gibi.

O karikatürden sonra farkettim ki; ben de pek farklı değilmişim ondan.

Bir de yeni yıla nasıl girersen öyle gider hurafesi vardır. Dünyanın büyük çoğunluğu kutlamalarla, eğlencelerle mutluluk içinde girse de yeni yıla; neden savaş ve kavgalar mutlu günlerden daha çok takvim yapraklarında?

Bütün bu sorulardan, beklentilerden vazgeçip, yaşamaya karar verdim ben. Gelecek yılla değil geçmiş yılla hesabımı kapatmaya bakıyorum. Ben bitirmek üzere olduğum yıldan kendi adıma razıyım.

Güzel şeyler oldu, mutsuz edenleriyse hatırlamaya ve anmaya gerek bile yok.

Uzun süredir istediğim terfiyi aldım; çok sevdiğim bir arkadaşımın ikiz bebeklerini Allah kısmet ederse yeni yılda kucaklıycaz, yıllardır görmek istediğim Kapadokya’yı gördüm, arkadaşlarım evlendi, yazdıklarımı paylaşabileceğim bir blogum oldu, daha çok kitap okuyup, daha çok güldüm. Daha çok özledim. Daha hızlı çarptı kalbim, daha çok sevdim. Gülün ömrü kadar sevenleri tanıdım. Belki daha çok kırıldım ama iyi kötü herşeyin beni biraz daha ben yaptığını gerçekten hissettim içimde. Ve her güzel anı; yaşarken yaşamın farkında olup şükredebilecek kadar bilerek yaşadım.

Ben 2005’i sevdim, darısı 2006’nın başına...

Cuma, Aralık 16, 2005

Kedi

Beni tanıyanlar bilir, hayvanları çok sevmeme ve evimizde bir papağan olmasına rağmen onlarla yakın temastan korkuyorum. Geçmişte yaşadığım –hatırladığım kadarıyla- kötü bir tecrübem olmasa da dokunamam, yaklaşamam, yaklaştıramam. Uzakta durmayı tercih ederim. Dışarı bir yerlere yemeğe gittiğimizde sevgili Yavuz’un ısrarla ayaklarımızın dibinde dolaşan kedilerle verdiği mücadele benim için takdire değerdir. Zaten en son açık havada yediğimiz yemekte benim ayaklarım yerde değil, geniş koltuğun üstündeydi.

Her sabah evin bahçesinde ısınmak için birbirine sokulmuş, ağacın dibine kıvrılmış uyuyan kedileri gördükçe içim gidiyor. Dün sabah ta işyerine doğru yürürken yolun kenarındaki bir kedi önünden geçen diğer insanları umursamazken; bana dikkatle bakmaya başladı. Duvara sürtünüp boynunu bükerek sevilmek istediğini belli ediyordu. “Ama ben senden korkuyorum” diye fısıldadım ve yoluma devam ettim. Aklım onda merdivenleri çıkarken, dönüp bi’daha bakmaktan kendimi alamadım, onun da benden son bir işaret bekleyen bakışlarıyla karşılaştım. Ve basamakları ikişer üçer atlayarak yanıma geldi. Üstelik bir gözü de kördü.

Nasıl üzüldüm...

Onu okşayabilecek kadar cesur olmadığım, bir kedi bile olsa onu hayal kırıklığına uğrattığım için.



Bu fotoğraf üye olduğum bir mail grubundan geldi. Fotoğrafta ilk dikkatimi çeken yan taraftaki sarı küçük kedinin ifadesi. Masum bir çocuk gibi; seyrettiği şeyin onu çok mutlu ettiği kesin. Gri kedi evin haşarı, suç makinesi yaramazı. Belli ki küçük diye bizim sarı kediyi biraz korkutmuş ama iyi kalpli köpek gri kediyi cezalandırıyor. Gri kedi de içinden “yine yakalandık” diyor.

Perşembe, Aralık 15, 2005

Kapadokya Fotoğrafları I

















Üstteki resim Paşabağları'ndaki Saint Simon Şapeli yanında yer alan kayaevin tavanındaki çatlaktan görünen bir peri bacası. Cep telefonumla çekmeme rağmen, oldukça iyi göründüğünü düşünüyorum. Kapadokya'yı tek bir fotoğrafla göster deseler; sanırım bunu kullanırdım.



Yine Paşabağları...


Çocukluğumdan beri bir yerlere tırmanmaya, herkesin yapmadığı yada yapmaya üşendiği şeyleri yapmaya bayılırım. Sırf arka yamaçtan nereleri görünüyor diye yüksek bir tepeye tırmanmak, manzarayı daha iyi görmek için ağacın tepesine çıkmak gibi.

Kapadokya gibi bir yerde de benim gibi yaramaz bir tipin çıkacağı yüzlerce yükselti, gireceği binlerce delik varken nasıl uslu durdum bilinmez. Derinkuyu... dehlizlerden oluşan kimi yerde yüksekliği 50 cm'i aşmayan tek kişilik koridorlardan oluşan bir yeraltı şehrini gezmenin de beni nasıl mutlu ettiğini varın siz tahmin edin artık.



Yine de yazımdaki ilk resimde bahsettiğim kaya evin pencere-balkon misali bölümüne çıkmak için ancak şişman olmayan birisinin geçebileceği yaklaşık 2-2,5 metre yüksekte bulunan bir çatlaktan geçerek eğlendim..

Çarşamba, Aralık 14, 2005

Ihlara Vadisi


Dünyada şimdiye kadar huzurun gerçekten orada olduğuna inandığım iki yer gördüm. Biri daha önce de yazdığım Marmaris’te Turgut köyündeki şelale, diğeri de Ihlara Vadisi.

Yukarıdan bakıldığında derin bir yarık içinde akan bir çay ve orman. Vadiye inen dik merdivenlerinde sonunda sessizliği, büyük bir kayanın üzerinde adeta “hoş geldiniz” diyerek cıvıldayan iki minik kuş, üzerinden ahşap bir köprünün geçtiği Melendiz Çayı’nın sesi, görüntüsü ve vadinin kendine has gizemi bana böyle düşündüren.

Yarı şaka yarı ciddi, dünyada üç ses için vazgeçilmez derler. –Kadın sesi, para sesi, su sesi-

Ben anladım ki benim huzurumun içinde doğanın su sesi olmalı.

Melendiz çayı boyunca yürüyüp köprülerden geçerek vadideki birkaç kiliseyi görmek; yüzyıllar önceki yaşamın izlerini hissetmek yorumsuz sadece yaşamak.

Pazartesi, Aralık 12, 2005

Kapadokya

Masal ülkesinde birkaç güzel gün geçirip, gerçek hayata geri döndüm…

Kapadokya için söylenen abartılı olduğunu düşündüğünüz ne varsa doğru, hepsine hatta daha fazlasına inanmanızı öneririm.

Bazen Allah’ın bizi ödüllendirdiğini düşünürüm. Her şey umduğumuzdan kolay ve kendiliğinden iyi gelişir. Acilen bir yere yetişmek üzere arabaya bindiğinizde hemen hareket eder, trafik inanılmayacak derecede açıktır. Aradığınız şeyi girdiğiniz ilk dükkanda tahmin ettiğinizden daha ucuza bulursunuz.

Aralık ayı gibi takvimlerin resmen kışı gösterdiği, soğuk ve karı en çok hak eden ayda. Kapadokya turuna çıkarsanız güneş ve masmavi gökyüzü size eşlik ederse, hatta Güvercinlik Vadisi’nin panoramik manzarasında Erciyes dağının karlı zirvesini de size tüm heybetiyle gösterirse; bu bir ödül değil de nedir?

Kapadokya son dönemde kültür turizminin ilk sıralarında yer aldığından boş zamanına denk gelmek pek mümkün değil, değil di. Sanırım insanların yılbaşı ve bayram programlarına yoğunlaşması, dönemin hava koşullarının pek cazip olmaması nedeniyle şehirdeki tek grup bizdik. Sadece son gün Göreme’de Japon turist grupları ile karşılaştık. Yani Kapadokya’yı olması gerektiği gibi sakince huzurla keşfettik.

Yoğun ve yorucu program, pek çok yeri kısa sürede keşfetmemizi sağladı. Dediğim gibi sadece keşfettik; görüp hissedebilmek için kendi başına bir yolculuk gerek. Çünkü bu tür gezilerde sadece “kapıdan bakıp kaçıyorsun”.

3 gün boyunca 300’ün üzerinde resim çekmişiz.(Dijital fotoğraf makinesinin şarjının günün ikinci yarısına kadar zor dayanması nedeniyle, zaman zaman kendimizi sınırladık).

Seyahat süresince yazmaya pek zamanım olmadıysa da tüm yorgunluğuma rağmen gece otelde uyumadan önce; içimden geçenleri bir an önce yazma dürtüsü ile küçük notlar yazdım.

Noktasına dokunmadan…

“İlginç bir coğrafya. Tüften oluşmuş yüksek tepeler öylesine pürüzsüz ki güneş ve bulutların gölgesiyle her seferinde bir başka görünüyor.”

“Peribacalarının oluşumu ve diğer kaya heykeller hakkında teknik açıklamalar mantıklı gibi görünse de; bunların doğaüstü güçlerin işi olduğuna inanmak çok daha kolay gelirdi bana. Kayaları bir hayvan ya da insan heykeline benzetmek için hayal gücünü kullanmaya gerek yok. Aksine onların bir kaya parçası olduğuna inanmak için hayal gücüne ihtiyaç var.”

“Otobüs yol alırken uçsuz bucaksız ovalar, tepeler ve gökyüzü…
İstanbul’da burnumuzun dibini bile göremeyecek kadar etrafımızı sarmış olan bina ve plazalardan o kadar farklı ki. En son ne zaman bu kadar uçsuz bucaksız görebilmiştim?”

“Sabahın ilk saatlerinde sadece siluetini belli belirsiz gösteren Hasan dağı, sisin azalmasıyla karlı tepelerini kendinden emin, tek başına sergiliyor. Görüntüyü hafızama kazımak için farklı bir yöntem var mı diye düşünüyorum; huzur aradığımda hatırlamak üzere.
Hiçbir fotoğraf makinesi, hiçbir kamera, hiçbir ressam, hiçbir resim; göz ve beyin muhteşem uyumunda algılayamıyor ne yazık ki.”

“Her an her saniye etrafımdaki yeni bir şeyi görmek ve daha sonra hatırlamak için kaydetmek gözlerim ve beynimi deli gibi çalıştırıyor. Ve sonunda gece yarısı otele dönerken isyan edercesine ağrımaya başlayan gözlerimi ellerimle sımsıkı kapatıyorum. Diğer yandan da ışıklar altında hangi muhteşem görüntüleri kaçırdığımın endişesini taşıyorum”

Onun için ki bakmak, görmek, hissetmek ve hatırlamak insana verilmiş en büyük meziyetler.

Çarşamba, Aralık 07, 2005

Toksinlerden Arınma

Son dönemlerde sağlıklı yaşam için toksinlerden arınma programlarıyla karşılaşıyoruz her yerde. Özel merkezler, gazete köşelerinde yazarların öneri programları; yaz detoksu, kış detoksu vs. vs.

Son dönemlerde okuduğum bir yazı da sindirim sisteminde özellikle bağırsaklarda toksinlerin su borusundaki kireç gibi bir tabaka oluşturduğunu ve bunların zarar veren yapılar olduğu benzetmesi ilgimi çekti. Yazının devamında bahsedilen yöntemle bu zararlı tortu tabakasının yok olacağı ve içimizin tertemiz olacağından bahsediliyordu.

Fiziksel toksinlerden arınma. Tamam.

Ya ruhumuzda biriken toksinler...

Onları temizlemek için bir formül bilen var mı?

Her zaman için somut engeller ya da sorunlar kolayça tespit edilip, çözüme kavuşturulabiliniyor. Gel gör ki soyut olan, tam olarak tanımlanamayanı tespit etmek te ortadan kaldırmak ta o kadar basit olmuyor.

Bir kaç gün önce bilinçsizce başladığım bir hareket; belki de bunun da bir yolu olabilir diye düşünmeme neden oldu.

Okul yıllarımdan beri ders notlarım olsun, o dönemde ilgilendiğim pazarlama, halkla ilişkiler yönetim gibi konularla ilgili pek çok gazete küpürü olsun, gerekli gereksiz bir sürü yazı ve materyal. Hepsini tek tek gözden geçirip atmaya başladım önümde kocaman bir kağıt yığını oluştu gün bittiğinde; dolapta da kocaman bir boşluk. Bu somuttu.

Sonra 28 yıllık hayatımda (2 ay sonra 29) bu yazılar küpürler gibi şimdi geçerliliği kalmamış; birbirini tekrarlayan pek çok şeyi içimde biriktirdiğimi farkettim. -Her ne kadar bugünkü beni ben yapanlar bunlarsa da, geleceğe daha cesaretle devam etmek için geçmişin gereksiz yüklerinden kurtulmak gerek-

Henüz tam olarak nasıl yapacağımı bilmesem de; yarın çıkacağım bir kaç günlük Kapadokya seyahatimin katkısı olacağını düşünüyorum.

Pazartesi, Aralık 05, 2005

Yazar(mı)Sın


Yazar(mı)sın

Keşke benim de sözcüklerim kitapçı raflarında olsun diye düşündünüz mü hiç?

Son günlerde kitapçı raflarında bir kitap var. "Düşünmekle yazmak arasındaki uzaklığın yalnızca bir kalem mesafesinde olduğunu fark edebilen herkese"

İçi boş sayfalardan oluşan kitap el yazısı ile yazar tarafından doldurulmayı bekliyor. Kitabın adı, yazarın adı ve kitabın arka kapak yazısını da yazdıktan sonra kargoyla yayıncı şirkete gönderiyorsunuz. Ve artık sizin de bir kitabınız var. Üstelik değerlendirme sonucunda birinci olursa; kitapçı raflarında da yerini alacak.

Oldukça farklı bir düşünce ile yola çıkılmış ve her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülüp planlanmış. Yani kitabınız basılsa da basılmasa da ilk yazarlık sözleşmenizi imzalıyorsunuz.

Boş sayfaların arasında küçük notlar var.

"Acaba yazdıklarım nasıl oluyor?" diye düşünüyorsun bazen. Düşünme! Yoksa başkalarının yazdıklarına benzer yazdıkların. Sen sadece kalemle yüreğini birleştir ve seyret olanları

***

"Sen hiç avazın çıktığı kadar bağırdın mı? Ya da avazın çıktığı kadar bağırdığında seni en çok kaç kişi duydu? Şimdi lütfen kaleminin ucuna yaklaş ve dinle!

İyice yaklaş...

Kalemin sesi bu, hiç bir çığlığa benzemez. Ve bu sesin yankıları binlerce yıl sonra ulaşır sizin oralara. Hazırlıklı ol"

***

Aklından geçenleri buraya dökerken başkalarının görme ihtimalini düşünme. Bu, bu satırlara dökülenlere kaygı bulaştırır. Sadece kendine yaz.

Salı, Kasım 29, 2005

Oyuncak Müzesi


23 Nisan 2005’te açılan İstanbul Oyuncak Müzesi gerçekten görülmeye değer…

Yazının sonunda yazılması gereken bir cümleyi ben en başında kullandım ama bu müzeyi gezdikten sonra düşündüğüm iki şeyden biri buydu. Diğeri de mutlaka çocuklarla gidin ama bir kez de sadece kendiniz için gidin. Çünkü onların sizin çocukluğunuzdaki veya çok daha eski, yüzyıllar öncesine ait oyuncakları görünce verdikleri tepkileri seyretmek farklı; kendi çocukluk anılarınıza dönmek çok daha farklı bir deneyim. Bu demek oluyor ki, ilk fırsatta ben yine oyuncak müzesine uğrayacağım.

İstanbul Göztepe’de yüksek apartmanların arasında ismi gibi –oyuncak- duran küçük beyaz bir köşkte, çocukluğunuza ve çok daha gerilere giden bir oyun dünyasına dalıyorsunuz.

Yüzlerce parçadan oluşan ve konularına göre özel tasarlanmış odalarda toplam üç katta sergilenen oyuncakları gördükçe; bundan benim de vardı, bunu da teyzemin oyuncakları arasında görmüştüm, aaa bunları da hatırlıyorum, benim tahta kalem kutum hala duruyor gibi yorumlar farkında olmadan ağzınızdan çıkıyor.

Kırmızı duvarları ve tavanlara doğru is görüntüsü vermek için siyah rengin ağırlık kazandığı, itfaiye oyuncaklarının sergilendiği odadaki camekanların birinde yanmış kağıtlardan oluşan bir fon ve üzerinde siyah beyaz çocuk fotoğrafları vardı. Acaba kibritle oynarken yangına neden olan çocukları mı hatırlatmak istemişti?

Bütün odaların aksine karanlık olan odaya adım attığınızda yavaş yavaş aydınlanan vitrinlerde uzay oyuncaklarını keşfetmek, deniz yaşamı, Kızılderililer, kurşun askerler, kuklalar, sirk oyuncakları ve savaş oyuncakları.

Her oyuncak kendine özgü bir kompozisyonla ustaca sergileniyor. Sonçuta oyuncak da olsa, sütunlar üzerine konulmuş ruhsuz objeler yerine elinize alıp oynamak için can attığınız bir eğlence dünyası olmuş.

Bu arada en alt katta bulunan tuvaletlere gitmek için bir denizaltının içinden geçiyorsunuz, lombozlardan size gülümseyen balıklara selam vererek.

Sunay Akın’ın cümlesinde olduğu gibi “her akşamüstü oyuncakçı camekanından çocuk ellerinin izlerini siler”. 2,5 yaşındaki Yağız’ın da bütün camekanlarda parmak izlerini görmek mümkündü. Vitrinlerin içindekilere dokunamayacağını anladıktan sonra eğilip birkaç vitrin kilidini küçük parmaklarıyla çevirmeyi denediyse de her seferinde bir kez daha yüzünü cama dayayıp seyretmeye devam etti.

Cumartesi, Kasım 26, 2005

Çarşamba, Kasım 23, 2005

24 Kasım

Herkesin hayatının bir döneminde mutlaka kendisinde özel bir iz bırakmış öğretmenleri olmuştur. Belki çok sevdiği, belki de mutlu anılarla hatırlamadığı ama mutlaka bir izi olan...

Bugün ben de küçük yada büyük hayatımda izleri olanları yazmak istedim. Kimbilir belki farklı şehirlerde farklı zamanlarda aynı insanlar geçmiştir hayatımızdan.

Fatih Kız Lisesi’ndeki türkçe öğretmenim Cihat İnan. Konusunun sadece kendisi olduğu bir yazı yazabileceğim kadar özel bir insandı. Aynı zamanda benim onu tanımamdan yıllar önce şimdi hakim olan kuzenimin de öğretmeni olması; farklı zamanlarda aynı insanların hayatımıza girmesinin hoş bir kanıtı.

En yeteneksiz olduğum derslerden biri resim olmasına rağmen öğretmenimiz Selma İzmirlioğlu zarafeti ve başlı başına kişiliğiyle asla unutmayacaklarımdan biridir.

Matematiği hiç sevmesem de babacan tavırları ve bıyıklarıyla kendisini çok sevdiğim Niyazi Özmen.

Güler Yücel; unutmak mümkün değil. Türkiye haritası çizmeyi hepimize öğretmesi -hala bakmadan Türkiye haritası çizebiliyorum-;disiplini ve derslerde bacaklar bitişik, eller dizlerin üzerinde, sırt dimdik oturma zorunluluğumuz... 2 metreyi aşan boyu, tarih kitaplarında yazmayan ilginç olayları anlatması, o dönemlerde master yapması, jest ve mimikleri ve inanılmaz zor sınavları ile tarih öğretmeni Ercan Aköz. Sadece bir sene dersime giren tam bir İstanbul beyefendisi edebiyat öğretmeni Hilmi Serim. Okulun disiplin kurulu üyesi, sürekli kızgın ve kırmızı bir suratla gözlerini kocaman açarak dolaşan ve bağıran herkesin korkulu rüyası müdür yardımcısı ve sanat tarihi öğretmeni Sevil Balaban. Ta ki dersime girene kadar ben de kendisinden korkar ve hoşlanmazdım. Ancak tanıdıkça çok sevdiklerim arasına giren ve neden böylesine kızgın ve sinirli olduğunu anladığım bir insan. (Bir kız lisesinde yönetici olmak gerçekten zor)

Okulun tek müzik öğretmeni Sadi Korkmaz kemanıyla gelirdi derslere. Felsefe, mantık, psikoloji ve sosyoloji derslerimizin tek hocası Ayşe Ağazat. Sapsarı saçları, renkli gözleri ve biraz soğuk tavrıyla öğrencilerine uzak gelse de; ben sıcak ve samimi yönünü görebilecek kadar sevgi ve saygı dolu bir ilişki kurmayı başarmıştım kendisiyle.

Kendilerini emekli olduktan sonra tanıdığım hiç öğretmenim olmamış iki özel insan Recai ve Gülder Özer. Çocukları taparcasına seven gerçekten karıncayı incitmekten korkarcasına konuşan, hareket eden mükemmel insanlar. Son bir kaç senedir kendilerini ihmal ettiğim; ama bu yazıyı yazarken ara verip, seslerini duyup çok mutlu olduklarım.

Umarım bu yazımı okuduktan sonra siz de ihmal ettiklerinize ulaşmayı denersiniz. Eminim sizin kadar, belki de sizden çok mutlu olurlar.

Pazartesi, Kasım 21, 2005

İstanbul'a Kar Yağıyor


Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir; sonbaharla birlikte bende ki mutsuzluk sendromu ortaya çıkar. Ta ki kar yağmaya başlayana kadar. Soğukları ve sonbaharı sevmeyen birisi için kar yağışını sevmek pek çoğuna garip gelse de; kışın belki de tek sevdiğim tarafı... Kar

Çocukluğumdan beri kar demek; okulun tatil olması; araba giremeyen sokaklarda özgürce kartopu oynamak, kaymak, karlara yatmak ve camın önünde oturup lapa lapa yağan karı seyretmektir.

Ancak bir kaç sene önce bu saydıklarıma bir de; evimin olduğu şehirde geceyi otelde geçirmek eklendi.

Yaşadığınız şehir İstanbul olunca belki de çok şaşırmamak lazım. Şiddetli kar yağışı beklendiği dönemlerde ertesi sabah işinin başında olmak zorunda olan şanslı! bir kaç kişiden biri olunca, kar haberleriyle birlikte akşama yatağımda olabilecek miyim diye düşünmeye başlıyorum.

İlk maceramızda hazırlıksız yakalanmıştık. Şaka olduğunu düşünerek önce gülmüş sonra da geceyi olmayan pijamalarımız, makyaj yada lens temizleyicilerimizle nasıl geçireceğimizi kara kara düşünmeye başlamıştık.

2 sene önceki şiddetli kar yağışında önce Metro City' e gidip yemek yemiş, vakit geçirmek için mağazaları dolaşmıştık. Ancak sık sık kesilen elektrikler nedeniyle MetroCity de erken kapatmak zorunda kalmıştı. Buraya kadar her şey yolunda ancak Gayrettepe'de bir yokuş üzerinde bulunan Sürmeli Oteli'ne gitmek işin maceralı ve zor yanıydı. Karda yürümek üzere tasarlanmamış çizmelerimiz ve şiddetli tipi herşeyi biraz daha zorlaştırıyordu. Ayşegül ve ben birbirimizden destek alarak her kayma hareketinde birimiz diğerinin koluna daha sıkı yapışarak olası bir kazayı engellemeye çalışıyor, diğer yandan da geçirdiğimiz gülme krizinin her saniye biraz daha artmasını engellemeye çalışıyorduk. Ancak önümüzde yürüyen Ümit arada bir kayıp yere düşmeden kendini toparladıkça bu pek mümkün olmuyordu. Hiç birimiz düşmeden o gece otele vardık. Fakat ben ve Ayşegül'ün bir sonraki kar macerasında ben MetroCity'nin kapısında şiddetle yere oturmaktan kurtulamadım.

Bütün gece odamızdaki kalioriferin üstünde oturup; otelin önündeki yokuştan yukarı çıkmaya çalışan ancak başarılı olamayan arabaları; Boğaziçi Köprüsü'ne giden yolun tıkanıklığını ve sokak lambasının ışığında daha bir güzel görünen kar yağışını seyrettik. Ben, o zaman tamamını hatırlayamadığım ama yorganını silkeleyerek yeryüzüne kar yağdıran bir perinin masalını anlatmıştım.

İleride çocuklarımıza bu maceramızı nasıl gülerek anlatacağımızı; ben 2004 kışında kar yağarken otelde gecelemişken diye başlayan cümleler kuracağımızı düşünmüş; kestane ve diğer sevdiklerimiz olmadan bir kış gecesi geçirmiştik.

İstanbul'a yine kar yağıyor ve ben bu gece yatağımda uyuyabilir miyim bilmiyorum...

Cuma, Kasım 18, 2005

30'larında

Andy Rooney der ki... " Yaşım ilerledikçe, en çok otuz yaşını aşmış bayanlara değer vermeye başladım."

İşte bunun sebeplerinden bir kaçı:

Otuz yaşını geçmiş bir kadın asla sizi gecenin bir yarısı uyandırıp "ne düşünüyorsun?" diye sormaz. Umurunda değildir çünkü ne düşündüğünüz.

Eğer otuzunu aşmış bir kadın TV'deki maçı seyretmek istemiyorsa, söylene söylene TV'nin karşısında yanınızda oturmaz. Yapmak istediği bir şeyi yapar. Ve bu genellikle daha enteresan bir şeydir.

Otuz yaşını aşmış bir kadın kendini yeterince iyi tanır ve kendinden emindir... Kim olduğunu, ne olduğunu, ne istediğini, ve kimden istediğini bilir.

Otuzunu aşmış çok az kadın onun hakkında ya da yaptıkları hakkında ne düşündüğünüzü önemser.

Otuz yaş üstü kadın çoğunlukla büyük aşklara, ömür boyu sürecek bağlılıklara doymuştur. Hayatında en son ihtiyacı olduğu şey bir başka mızmız, devamlı söylenen, ne yapacağına karışan, yapışkan bir aşıktır.

Otuzunu aşmış kadın, ağırbaşlıdır. Bir operanın ortasında ya da pahalı bir restoranda sizinle çığlık çığlığa kavga etmesi çok nadirdir. Ha tabi hak ettiyseniz, sizi vururken de hiç tereddüt etmez, sonuçlarına katlanmayı da planlayarak...

Otuzunu aşmış kadın övgüler yağdırmakta çok bonkördür, çoğu hak edilmemiş bile olsa... Çünkü takdir edilmemenin ne olduğunu iyi bilir.

Otuzunu aşmış kadın sizi bayan arkadaşlarıyla rahatlıkla tanıştıracak kadar kendine güvenir. Daha genç bir kadın, en iyi arkadaşını bile görmezlikten gelebilir, yanındaki adama güvenmediği için.

Otuz yaşın üstündeki kadın sizin onun arkadaşına ilgi duymanızı hiç önemsemez, arkadaşının onun aldatmayacağını bilir.

Kadınlar yaşları ilerledikçe medyumlaşırlar. Ona günah çıkarmanıza hiç gerek yoktur, onlar her bir haltınızı bilirler.

Otuz yaşını aşmış bir kadın kıpkırmızı bir ruj sürdüğünde bu ona çok yakışır. Ama daha genç kadınlarda böyle değildir.

Otuz üstü kadınlar açık sözlü, doğrucu ve dürüsttürler. Ne kadar geri zekalı olduğunuzu bir çırpıda açık açık söyleyiverir, eğer bir geri zekalı gibi davrandıysanız.

Onun için ne anlam taşıdığınızı merak etmenize gerek yoktur.

Evet, bir çok sebepten 30 yaşını aşmış kadınları beğeniyor ve takdir ediyoruz :)))

"Not 1: Henüz 30 olmadım ama az kaldı. Ayrıca tanımıyorum ama Andy Rooney her kimse doğru tespitler yapmış "
"Not 2:Bu aralar maillerden gelen hoş şeyleri paylaşıyorum farkındayım; belki işin kolayına kaçıyorum ama kafamı toplayana kadar geçiş süreci diyebiliriz."

Çarşamba, Kasım 16, 2005

Sokak Kedisi - Ev Kedisi

Geçen senelerde sokak kedisi ve ev kedisi arasındaki farkı anlatan bir e-mail okumuştum; bir kaç gün önce aynı mail tekrar geldi. Gülümseyerek bir kez daha okudum.

"Sokak kedileri sokakta yaşadıkları tehlikelere karşı her an tetikte oldukları için pençeleri hep saldırmak üzere açık bekler. Sevmeyi sevilmeyi değil; savaşmayı hayatlarını devam ettirmek için kendilerini korumayı bilirler.

Bir sokak kedisini severseniz onun zırhını deler; sevgiyi öğretirsiniz. Kendini korumak için hazır bekleyen pençelerini içeri çeker, bir daha çıkarmamak üzere. Ama o kediyi sevmekten vazgeçerseniz, o bir daha eskisi gibi olamaz. Onu sokaklara sevgisizliğe bıraktığınızda kendini koruyamaz ölür"

Bugün de evli bir arkadaşım; evliliğin erkekler için yorumunu aynı hikayeyle bağdaştırınca paylaşmak istedim.

"Bekar erkekler sokak kedisi gibidir. Sokakta mutlu mesut yaşarlar. Ama bir gün gelip sevip evlendiklerinde ev kedisine dönerler. Tekrar sokak kedisi olmak zorunda kalırlarsa yani boşanırlarsa ne yapacaklarını bilemez ya depresyona girer yada en kısa sürede ev kedisi olabilmek için onları sevecek yeni birisini bulup evlenirler. "

Bu yorumu yapan bir kadın değil; yani erkek tarafının görüşleri. Gerçekten hak vermemek mümkün değil; çünkü tanıdığım boşanan erkek arkadaşlarım en fazla iki sene içerisinde tekrar ev kedisi oldular.

Pazartesi, Kasım 14, 2005

...

Yerdeki yumuşak minderde oturmuş masa lambasının loş ışığında bugünlerde tekrar tekrar dinlemekten zevk aldığım "Aşkları en güzeli" kulağımda, yazmak; kendime yaptığım bir terapi aslında.

Huzuru bulmak için çıktığım yolu bulmak için kelimeler önde ben arkada ilerliyoruz. Gecenin sonunda kim yolunu bulup çıkar kim yolunu kaybeder kaybolup gider... Bilinmez.

Düşünceler, duygular bazen o kadar çabuk birinden diğerine geçiyor ki sahibi sen olmana rağmen yakalamakta zorlanıyorsun. Bu akşam her zamankinden çok şey var.Yolunu bulup kağıda dökülebilseler onlar da ben de rahatlayacağız ama içeride birbirlerine karışmakta ısrarcılar.

Bu akşam eve gelirken bir sevdiğimi düşünüyordum, sonra bir diğerini düşünmeye başladım. Onunla hesaplaşamadıklarımı kendimle hesaplaşmaya, ona söyleyemediklerimi kendime söylemeye çalıştım; okuduğum kitabın arasında boş küçük bir sayfaya... Kaybolmasınlar diye. Bundan sonra yanımda daha çok kağıt bulundurmak konusunda bir hatırlatma yaptım kendime; böyle acil durumlar için.

Sonra çok sevdiğim ve saygı duyduğum ama şimdi hayatta olmayan başka birisi geldi aklıma. Ortaokul yıllarıma etkisi, sonraki yıllarda süren diyaloğumuz, hastalığı ve ölümü. Şimdi olsa yorumları, yazılarım, bloğum için düşünceleri. Ve mutlaka bu sayfalarda onun hakkında yazacağım yazının cümleleri...

Karanlık sokakta yağmur yağarken şemsiyenin korumasında olduğum için şükrettim. Sarı yapraklara ve su birikintilerine basmamak için sağlı sollu kaldırımda yürürken; önümdeki köpek ve sahibini gördüm. Nasıl bir özveridir yağmurda onunla yollarda olmak.

Köpeği olan bir arkadaşım geldi aklıma ve nedense birlikte çapkınlığa çıktıkları (yok öyle bi'şey aslında hayalgücümün oyunu)

Ve yağmurda biraz daha yürümek istedim sadece...

Can Dündar'dan... Bir Sarı Lira Gibi

Bizi yaşam değil bu telaş öldürecek.

Bırakın Paris’te ılık rüzgarlarla saçımızı taratmayı,

Sevgilimizle doyasıya sohbet bile edemedik biz

Gözümüz saatte söyleştik hep,

Koşar gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık

Hep yetişilecek bir yerler vardı

Aranacak adamlar, yapılacak işler

Bir sonraki günün telaşına

Bir öncekinin teri bulaştı.

Başkalarının hayatı bizimkini aştı.

20’lerde 30’lara kurduk saatin alarmını

30’larda 40’lara sonra 50’lere

Kör karanlıkta çalar saat sesiyle uyanma terine

Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu

Ya da yavuklu öpücüğüyle uyanma düşlerini hababam erteledik

Öyle yanlış kurgulanmış ki hayat

Kuşluk vakti uyanma özgürlüğü verdiğinde size

Artık uyku girmez oluyor gözlerinize

Sevgilinizle doyasıya sevişmek, söyleşmek imkanına kavuştuğunuzda

Sevişecek söyleşecek kimse kalmıyor yakınınızda

Bir sarı lira gibi sakladığınız ömrünüz

Vakti gelip sandıktan çıkardığınızda bir de bakıyorsunuz ki

Tedavülden kalkmış

Can DÜNDAR

Cumartesi, Kasım 12, 2005

Küçük Bir Alışveriş

Bugün küçük bir alışveriş yaptım...

Rusya'dan matruşka, porselen rus bebekler; Sibirya ormanlarında yetişen huş ağacı ile yapılmış ilginç kutu ve eşyalar; Safranbolu'dan ahşap bir müzik kutusu; Gaziantep ve Maraş'tan bakırlar, sedef işlemeli ayna ve kutular; Trabzon'dan ve Beypazarı'ndan telkari, Afrika'dan ahşap masklar, Kütahya'dan çiniler, Türkmenistan'dan el dokuması şallar, Eskişehir'den lületaşı ile yapılmış pipo ve ağızlıklar, Van'dan el dokuma kilimler, Erzurum'dan oltu taşıyla yapılmış aksesuarlar ve Mısır'dan üfleme tekniğiyle yapılmış el işi cam parfüm şişeleri ve kandiller...

Aldıklarım ve alabileceklerim...




Kısa zamanda bunların hepsini ve daha fazlasını bulabileceğiniz tek bir yer var. İstanbul CNR Dünya Ticaret Merkezi'nde bugün açılan Sanat ve El Sanatları fuarı. 20 Kasım'a kadar 10:00-20:00 saatleri arasında gidebilirsiniz.

Bu farklı ürünleri bir arada bulmak için fuara gitmek isterseniz www.artsistanbul.com adresinden online davetiye temin edebilirsiniz.

Salı, Kasım 08, 2005

Yaşamın Zevkleri / Koku Almak

Nefes almak ilkel yaşamımızı sürdürebilmemiz için nasıl temel ihtiyaçsa, koku almak ta sürdürdüğümüz hayattan zevk alabilmek için temel bir ihtiyaç aslında.

Kokusunu sevmediğiniz yemeği yemez; ama uzaklardan gelen en sevdiğimiz yemeğin kokusunun peşine takılıp gidebiliriz.

Ten uyuşmazlığı denir; farkında değilsinizdir ama kokusunu sevmemişsinizdir belki de.

Her evin, her eşyanın kendine has bir kokusu vardır. Uzaklarda bile, duyduğunda sana onu hatırlatan.

Geçenlerde gazetede kokuyla ilgili bir yazı okumuştum. Koku alma duyusu olmayan insanların aşık olamayacağına dair. İlginç ama doğru.

Bebekler yeni doğduklarında annelerini kokularıyla tanırlarmış.Nezle olduğunuzda yediğiniz yemeğin tadını alamaz; tanıdık kokular sizi geçmiş hatıralara götüremez. Kısacası koku almıyorsanız gerçekten büyük bir parçanız eksiktir.

Bir kaç hafta önce akşam saatlerinde; soluduğum plaza havasından çıkıp gerçek havayı solumaya başladığımda arkadaşıma "kış kokuyor" dedim. Güldü.

Benim hayatımda kokuların çok net karşılıkları vardır; hissettiğim diğer şeyler gibi tesadüfe yer vermeyecek kadar gerçeklerdir.

Gül kokusu, hanımeli kokusu, annemin yemeklerinin kokusu, kışın, yazın, baharın, gecenin, sabahın, kitabımın, ilkokulumun kokusu; sevdiklerimin kokusu, güzel yaz akşamlarının kokusu; tenin kokusu, yağmur sonrası doğanın kokusu, yanmakta olan odunun kokusu ve bebek kokusu...

Uzayıp sonsuza kadar gidebilecek bir liste benim için... Ama bu kadar çok kokuyu ayırtedebilmenin ve hatırlayabilmenin temel nedeni olsa gerek; yapay kokuları yani parfümleri sık kullanmamak.

İşin içine bir de aşk girince; sürdüğün parfümü değil senin kokunu sevmeli seven...

Perşembe, Kasım 03, 2005

İyi Bayramlar


Elektronik posta kutunuza, cep telefonunuza gelen yüzlerce bayram kutlamasından farklı bir dilekte bulunabilmeyi isterdim...

Yapmak isteyip de bir türlü vakit bulamadığınız şeylerin çoğunu yapabileceğiniz, sevdiklerinizle birlikte keyifli bir bayram geçirmenizi dilerim.

Pazartesi, Ekim 31, 2005

Müziğim

Müzik ruhun gıdasıdır sözü çok kalıplaşmış gibi gelse de insana; gerçekliği tartışılmaz. Bazen kafanızda binlerce düşünce parçacığı birbirine çarparak kendine yol bulmaya çalışırken; siz trafiği nasıl idare edeceğinizi bilemezken duyulan bir müzik sesi herkesin yerini bulmasını sağlar. Soluksuz kaldıktan sonra derin bir nefesle rahatlamak gibi, tüm hücrelerin tazelendiğini hissedersin.

Herkes için farklı bir müzik, farklı bir beste vardır içindeki ritmle denk düşen. Bazen hüzünlü, bazen de çılgınca dans ettiren coşkulu bir şarkı olur.

Tüm haftasonu benim ritmimle buluşan bir albüm dinledim. Her ne kadar tümünü beğendiysem de; programlayıp üst üste defalarca dinlemekten keyif aldığım bir kaç şarkı var. Aşkların en güzeli, Dön diyemedim, Caruso...

Cumartesi, Ekim 29, 2005

Gökkuşağı

Bugün yine yağmur var İstanbul'da. Bir süre daha da buralardaymış gibi görünüyor üstelik. Bütün gün bir açıp bir kapadı hava. Akşam saatlerinde güneş iyice batıya yaklaşmışken güzel bir sağanak yağmur başladı. Mutlaka gökkuşağı çıkmış olmalı dedim. Yanılmadım.

Son zamanlarda hiç bir gökkuşağını kaçırmaz oldum, o da beni yanıltmaz oldu. Her aradığımda onu gökyüzünde beni beklerken buluyorum. Onun orada olduğunu düşündüğüm an her ne yapıyorsam, olduğu gibi bırakıp balkona koşuyorum. Mesela bugün; mutfakta yemek yaparken.

Nadir bulunan güzellikleri bulduğunuzda kaybolmalarına fırsat vermeden tadını çıkarın...

Cuma, Ekim 28, 2005

Kitaplarım

Blog dostları arasında bu sobeleme oyunları; insanın aklında hiç yokken bazı şeyleri durup düşünmesini sağlıyor. Daha önce küçük mutluluklardı, şimdi de kitaplar. Hayatta en sevdiklerim. Kitaplarım benim için gerçekten çok değerli, çizmem, sayfalarını katlamam, kıyamam onlara. Okul dönemlerimde aldığım pazarlama ve ekonomi kitapları tüm dolaplarımı işgal etmiş durumda, diğer kitaplar ise evin muhtelif yerlerinde gruplar halinde hayatlarını sürdürüyorlar. Kitap alma işini özellikle fuarlarda abarttığım için son iki yıldır kitap fuarına gitmiyorum.

En son aldığım kitaplar

Gördüğüme Sevindim (İclal Aydın)
Olmak yada Olmamak (Haldun Dormen)
Oktay Usta’dan Yemek Tarifleri (Annem’e aldım)
Dali/Büyük Paranoyak
Leonarda Da Vinci/Evren Bilimi ve Sanatı
Kırılgan Kadınlar, Kızgın Erkekler ve Hayat (Jülide Sevim)

Kaç kitabım var

Daha önce de söylediğim gibi hiçte az sayılmaz. Bir gün taşınırsam evde ciddi bir boşluk olacağını garanti edebilirim.

En son okumakta olduğum kitap

Bazen aynı anda bir kaç kitap okurum, bazen de sırayla gider birini bitirmeden diğerine başlamam. Sanırım o dönemki konsantrasyonuma bağlı olarak tek bir şeye odaklanamıyorum.

Olmak yada Olmamak (Haldun Dormen)
Hayatla Mücadeleden Yaşama Geçiş (Elvan Demirkan)
Biz İstanbul’lular Böyleyiz/Fener’den Anılar 1906-1922 (Haris Spataris)

En çok etkilendiğim 4 kitap

Satış Teknikleri (Prof. Dr.F. Asuman Yalçın)
–En sevdiğim pazarlama hocalarımdan biri. Kitap hazırlığı sırasında birlikte çalışmış, kitabın pek çok detayıyla ilgilenmiştim. Ayrıca önsözünde bana da bir teşekkür olduğundan benim için çok değerli-

Küçük Şeyler (Üstün Dökmen)

Diana: Portrait of a Princess (Jayne Fincher, Judy Wade)
-Kraliyet fotoğrafçısının objektifinden; bir kadının prenses de olsa yaşadığı mutsuzluğun fotoğrafları. Özellikle de bir davette ağlamaktan şişmiş gözlerle kraliyet görevlerini yerine getirdiği fotoğraf beni çok etkilemişti-

Her kitapta bir şeyler buluyorum kendime göre; beni çok etkileyen yada az etkileyen diye sınıflandırmam bu yüzden pek mümkün değil. Sadece benim için anlamı olanlar desem...

Şimdi sobeleme sırası bende. Adaşım olan yeni blog sahibi huysuz ve tatlı, yorumlarıyla sitemi ihmal etmeyen Ufuk İlter ve blog sahibi olmasa da kitaplarını sizinle paylaşmasını istediğim birisi.

Yusuf'un Kitapları

En son aldığı ve okuduğu kitap
Ermeni Dünyası

Kaç kitabı var
O da sayamayacak kadar çok kitabı olanlardan

En çok etkilendiği 4 kitap

Kızıl Kadırga (Abdullah Ziya Kozanoğlu) "çocuk kitabı, 10 yasında falan okumustum herhalde ama hala etkisini hissederim"

Lanetli Mozaik (Robert Ludlum)

Sevgi Yolu (Leo Buscaglia)

Simyacı

Çarşamba, Ekim 26, 2005

Kişisel Posta Pulu

Hem yaratıcı fikirler üretmek, hem de tanıtım faaliyetlerinde kurumların etkin bir şekilde yararlanabileceği bir hizmet keşfettim. Aslında keşfetmek denemez; haberi okudum ve kendi düşüncelerimle harmanlayıp paylaşmak istedim.

PTT kuruluşunun 165.yılı nedeniyle kişisel pul basım hizmeti vermeye başlamış. Yani artık postada yol alan pullarda resminizin olması için tarihe mal olmanız yada kral, prenses gibi kraliyet ünvanınız olması gerekmiyor. Belirlenen ebatlara ve görüntü kalitesine uygun istediğiniz resmi PTT sizin için basıyor.

Xerox firmasıyla işbirliği yapılarak en az 250 tane pulun dijital baskı ile hazırlanması sağlanıyor. İnternet sitesindeki açıklamalara göre 1 ay içerisinde pullarınız teslim ediliyormuş –kamu kurumuyla iş yaptığınızı unutmamanız için süre bu kadar kısa! tutulmuş olsa gerek-
250-1.000 adet baskı için br fiyat 1,5 ytl ödemeniz gerekiyor.

Hemen pazarlama duyularım harekete geçti. Kampanya görsellerini yada kurumsal kimliğinizi gönderdiğiniz her postaya pul olarak yapıştırabilirsiniz. Fatura ve ekstrelerden başka bir şeyin çıkmadığı posta kutuları da bu bahaneyle şenlenir. Artık posta gönderilerinde pul nadiren kullanılıyor. Ya otomatik damga sistemi yada (P.P.) önceden ödeme sistemine göre basılmış zarflar kullanılıyor. Maliyet açısından özel pul basımı sürekli kullanım için değilse bile; özel dönemler için farklılık yaratmayı sağlayabilir.

Bu pul basma haberi aklıma hoş sürpriz fikirleri de getirdi. Çocuğunuzun doğum haberini dostlara şık bir mektupla ilan edebilir ve pul olarak onun resimlerini kullanabilirsiniz. Aynı şeyi düğün davetiyeleri için düşünüyorum ve ilk yapan olmak isterim. Ama fikrimi beğenip benden önce yapan olursa bir davetiye de bana gönderir umarım. Hem hoş bir anı hem de size özel olması değerli bence.

(Kişiye özel not: Niyetim yoktu ama fotoğraf geciktikçe pul yaptırmak iyi bir fikirmiş gibi geliyor)

Salı, Ekim 25, 2005

Pazarlama

Üniversite eğitimim sırasında hocalarımızın bize ilk öğrettiği şey pazarlama ile satışın asla aynı şey olmadığı ve doğru kelimeyi doğru yerde kullanmamızın ne kadar önemli olduğuydu. Hatta pek çok iş görüşmem sırasında hedeflerimi belirtirken bu farkı vurgulayarak yaptığım açıklamalar; olumsuz sonuçlar almama yol açtıysa da ben pazarlamayı seviyorum.

Bugünlerde medyada “Türkiye’yi pazarlamak” cümlesinin taşıdığı kötü anlamlar!! tartışılıyor. Politika, üzerine yorum yapmayacağım bir alan olduğu için bu konuda bir şey yazmıycam. Ama pazarlama konusunda naçizane bilgilerimle küçük bir şeyler yazmak istiyorum.

Yüzlerce tanımı olan pazarlamanın bence en basit ve kapsamlısı olduğunu düşündüğüm; üretim öncesinden başlayıp satış sonrasına kadar olan tüm faaliyetleri kapsayan bir süreç olduğudur. Dikkat ettiyseniz cümlede pazarlananın ne olduğu geçmiyor. Ürün ve hizmet diye genellenebilir ama dünyaca ünlü bir starın star olması da, sosyal bir hareketin, düşüncenin yada felsefenin taraftar bulup yayılması da göz önüne alındığında –herşey- demek belki daha doğru olur.

Satışa ise bu sürecin takas tarafı diyebiliriz, karşılığında elde edilmek istenenin alındığı. Pazarlama yıllardır ülkemizde kapı kapı gezip satış yapanlara, pazarcılara kısacası gerçek pazarlama dışında herşeye mal edildi.

Günlük yaşantımızın her anında pazarlamaya ilişkin bir şeyler yapıyoruz farkında olmadan. İşe alınmak için yaşadığımız başvuru sürecinde pazarlama olmadığını kim iddia edebilir. Ülkemize daha çok turist çekebilmek için yapılanlar da pazarlama değil mi yoksa?

Pek çoğuna göre bir tek cümle için bu kadar yazmam saçma gelebilir. Ancak herşeyin doğru şekliyle, hak ettiği biçimde kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Adım Yonca ve bana Yaprak denmesinin benim için hiç bir anlamı olmadığı gibi.

Pazartesi, Ekim 24, 2005

Dost Karga

Güneşli bir İstanbul gününde öğlen saatlerimi kırmızı, yeşil ve sarı yapraklara bürünmüş ağaçlar arasında yürüyüş yaparak değerlendirmek istedim. Günlerden pazartesi olmasına rağmen, yemyeşil çam ağaçlarına ya da bahçelerin duvarlarına sarılmış kırmızı sarmaşıklar, sımsıcak güneş, masmavi gökyüzünde beyaz dalgalı bulutlar herşeyi unutturmaya yetiyor insana.

Dönüş yolumda, arkadaşımla birlikte etraftaki renk cümbüşü ve ağaçları incelerken çığlık çığlığa bağıran karga sesleriyle irkildik. Onlarca karga daireler çizerek ve çığlık atarak uçuyorlardı. Anlam veremedim. -Hayırdır inşallah- deyip, anayola indiğimizde taksinin bir kargaya çarptığını ve başka birisi tarafından da yolun kenarına kaldırıldığını öğrendik ve gördük.

Öylece kaldım. Hani şu aptal karga, kara karga, çirkin karga, hırsız karga ama kimsenin söylemediği kaybettikleri arkadaşları için ortalığı birbirine katan dost karga.

Cumartesi, Ekim 22, 2005

Hayatı Kısaltan ve Uzatanlar

Yapacak bir işi olmamak,
Can sıkıntısı,
Agresif-yıkıcı-olumsuz yaklaşımı sürdürmek,
Kazanç ve servet odaklı olmak,
Talihsizlik hallerinde geri çekilmek küsmek,
Depresyonda, içe dönük ve yalnız bir yaşam sürmek,
Doğaya ilgisizlik,
Sağlık bakımına özensiz olmak,
Hırçın, kızgın ve agresif bir ruhsal örgütlenme,
Uykusuzluk; tabi ki yaşam kalitesini düşürüp hayatı kısaltan şeyler.

Ömür uzatan önerilere gelince; en sevdiğim bölüm başlıyor...

Aşık olmak
Yardım etmek
Gülmek, ağlamak
Yeni dostluklar kurmak
Evde hayvan beslemek
Evlenmek
Anne baba olmak, torun bakmak
Fıkra öğrenmek,dinlemek,anlatmak
Coşku ve neşe odaklı olmak
Tatil yapmak
Kendine önem vermek, iyi bakmak
Eğitim düzeyini arttırmak
Olumlu düşünmek, iyimser olmak
"Şimdiyi" yaşamak
Müzik dinlemek
Sevdiklerine daha fazla dokunmak, sarılmak
Daha sık seks yapmak
İç sesine kulak vermek

Yazmak bile keyif verdi...

(Bunları ben uydurmadım Osman Müftüoğlu'dan)

Perşembe, Ekim 20, 2005

Pollyanna'yı Gördünüz Mü?


Küçük yada büyük nedir mutluluk....

Hep büyük şeylerdeymiş aradığımız, çok çabalamak gerekirmiş gibi hırpalıyoruz kendimizi.

Yaşanan en kısa anda bile yüzlerce mutluluk saklı olduğunu farketmeden geçiyoruz ki yaşamdan. Alışkanlık olmuş gibi, sıradanlaşmış gibi yaşayıp geçiyoruz. Belki mutluluk oyunu oynamak benimkisi; oynamayı becerebiliyor muyum ondan da emin değilim ya. Denemeye çalışıyorum en azından, ahkam kesmek değil yapmaya çalıştığım. Kendi mutluluk hesabımın bilançosunda karda çıkmaya çalışıyorum aslında.

Mutluluğun peşinde koşmaktan ne zaman konu açılsa nerden okuduğumu yada duyduğumu hatırlamadığım şu hikaye gelir aklıma.

"Yavru bir kedi sürekli kuyruğunu yakalamaya çalışarak kendi etrafında dönüyormuş. Halini gören yaşlı kedi ne yaptığını sorduğunda; mutluluğun kuyruğunu yakalamakta olduğunu öğrendiğini bu yüzden kuyruğunu yakalamaya çalıştığını söylemiş.

Yaşlı kedi, kuyruğunu yani mutluluğu yakalamaya çalıştıkça kendisinden kaçacağını ama yoluna sakince devam ettiğinde kuyruğunun -mutluluğun- kendiliğinden peşinden geleceğini söylemiş"

Diğer bir hikayeyi de Yavuz anlatmıştı;

"Bi takım insanlar insanlığa kötülük etmek için bişey yapmaya karar vermişler. Ne yapalım ne yapalım diye düşünürken birisi buldum demiş. Mutluluğu saklayalım kimse bulamasın. Nereye saklayacaklarını düşünürken birisi yine buldum demiş: İnsanlarin içine saklayalım, oraya bakmak kimsenin aklına gelmez demiş..."

(Açıklama: Pollyanna bu yazının neresinde diye sorarsanız... YOK. Ama bu yazıyı yazarken omuzuma oturup kulağıma bir şeyler fısıldadığından şüpheleniyorum.)

Diplomasi Böyle Bi'şeymiş

Adamın biri Afrika'da safariye çıkarken yanına minik köpeğini de almış. Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp, kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor.

"Şimdi başım dertte" diye düşünmüş minik köpek. Etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yere dönerek kemikleri kemirmeye başlamış, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş;

"Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?"

Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanmış.

''Tam zamanında kurtardım yoksa bu köpeğe yem olacaktım"diye düşünmüş.

Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş. Bildiklerini kullanarak bundan sonra leopardan kurtulabileceğini düşünmüş leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış...

Leopar çok sinirlenmiş ve maymuna "Atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım"demiş.

Ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş. "Şimdi ne yapacağım"diye düşünürken, kaçmaya teşebbüs etmemiş. Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek, kemikleri kemirmeye devam etmiş.

Tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmuş;

" Bu aptal maymun nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim hala haber yok ! "

(maille gelenlerden)

Salı, Ekim 18, 2005

Mutluluk Oyunu


Uyandığımda her sabahkinden farklı bir aydınlık vardı odanın içinde. Evde hiç bir ışık yanmıyordu; yatmadan önce gözgöze geldiğim dolunay çoktan gitmiş olmalıydı. Gökyüzüne baktığımda gri bulutların son zamanlarda hep olduğu gibi yerinde durduğunu görünce ışığın kaynağını aramaya başladım. Bir yerlerde saklanan güneş karşı evin penceresinden yansıyarak tekrar odanın içini dolduruyordu. Ama yansıması değil, kendisinin peşine düştüm. Önce perdeleri açtım, yok. Camdan baktım yine yok. Küçük bir hareketle başımı çevirdiğimde evlerin ve bulutların arasında yükselen kocaman bakır rengi ateşten topu gördüm.

Evet güneşli güzel bir gün diye düşünürken; sokağa çıktığımda şiddetli yağmur, gök gürültüsü ve şimşekler heyecanımı yok etti. Böyle havaları seven var mıdır diye düşündüm. Günümü evde film seyredip, tembellik yapma hakkımı kullanarak geçirebilecek olsam sevebilirdim belki.

Tıpkı şiddetli yağan yağmurda bir şemsiyenin altında olduğum için mutlu olduğum gibi.

Dolunayın doğuşunu seyrederken yada gecenin karanlığında etrafı gün gibi aydınlatıp gecede gölgeler oluşturmasını sevdiğim ay gibi.

(Resim İstanbul Fotoğrafları Hakan İlban'a ait)

Pazar, Ekim 16, 2005

El Kuklaları


Çocuklarla vakit geçirmenin en büyük zevklerimden biri olduğunu daha önce yazmıştım. Ne zamanki çocukların bulunduğu bir ortamda beni bulmak isteseler fazla aramalarına gerek kalmıyor.

Doğal olarak oyuncaklarla da çok ilgili olduğum için; oyuncakçı ziyaretleri benim için kaçınılmaz oluyor. Hafta sonu böyle bir oyuncakçı keşfettim. Teknolojik oyuncakların yanısıra; -bence- çocukların yaratıcılıklarını geliştirici klasik oyuncakların da olduğu bir yerdi. Çeşitli tahta oyuncaklar, tahta arabalar ve de kuklalar. Bir süredir el kuklası arıyordum oyuncakçılarda, ama ne yazık ki yeni nesil oyuncakların yanında pek talepleri olmadığını söylüyorlardı.

Artık kendim için oyuncak yaşını biraz aştığımdan beğendiğim oyuncakları kuzenlerimin çocuklarına hediye etmek en büyük zevkim. Haftasonu oyuncak çuvalımdan tahta bir araba ve kuklalar çıktı.

İlkokul 5'e giden Mert ve Hamdi kuklaları görünce ve ben onlardan akşam için bize bir gösteri yapmalarını istediğimde günün geri kalanını kafa kafaya verip senaryo yazmakla geçirdiler. Göz önünde olmaktan hiçte hoşlanmayan bu ikili perdenin altından kuklalarını öyle bir zevkle konuşturdular ki; bundan sonraki gösterileri için planlar kurmaya bile başladılar.

Çocukların yaratıcılıklarını geliştirmek için daha az bilgisayar ve daha basit oyuncaklar sanırım en güzeli.

Bu arada bizim ikili kuklalarını çeşitlendirmek ve yeni temsiller için benim yazı desteğimi bekliyorlar. Yakında bir kukla tiyatrosu açarsak hiç şaşırmam.

Çarşamba, Ekim 12, 2005

Kapkaç'a Dikkat

Kapkaç haberlerini gazete ve televizyonda sık sık görüyoruz. Dikkatli olmak gerektiğine katılıp; en fazla bir gün daha dikkatli hareket edip; sonra yine unutuyoruz.

Bu sabah ana caddede servis beklerken önümden geçen bir kadının sadece bir dakika sonra çığlığını duydum. 100 metre ilerdeydi yanında bir araba duruyordu ve hareket etmek üzereydi. Önce arabanın kadına çarptığını düşündüm ama ayakta duruyordu; sonra sarkıntılık edildiğini düşündüm ve en son aklıma çantasını aldıkları geldi. Ve araba hızla gitti. O öylece kala kaldı. Yapacak hiç bir şey yok. Araba gitti; çanta da.

Olayı ben yaşamışcasına etkilendim ama tabiki hissettiklerim çantası çalınan kişiyle aynı olamaz. Bu olay benim başıma da gelebilirdi. Yolda yürürken kısa bir an bir araba yanınızda duruyor; elinizdeki çantanızı alıyor ve siz ne olduğunu anlamadan o gidiyor. Çantanın içinde ne olduğundan çok böyle bir şeyi yaşamış olmak insanı şok ediyor.

Böyle bir şeyi yaşamamak için çantanın asla yol tarafında ve elde taşınmaması gerektiğini bu olayla bir kez daha gördüm. Bir de aniden yanınızda duran arabalardan şüphe edin.

Ve ben insanların nasıl bu kadar kötü olabildiklerini anlayamıyorum...

Salı, Ekim 11, 2005

Sonbaharın Yaptıkları


Daha önce de yazmıştım; bugünlerde mutsuz ve üzgün yazılar yazarsam suçlusu ben değilim diye...

Suçsuz olduğuma dair elime güçlü bir kanıt geçti.

“Mevsim değişiklikleri vücudun fiziksel ve ruhsal yapısını yakından etkiliyor. Bu aylarda yorgunluk, halsizlik, depresyon gibi şikayetlerin artığını belirten uzmanlar bu şikayetler için sporu ve sağlıklı beslenmeyi öneriyor. Kadınların bu dönemden erkeklere oranla daha fazla etkilendiğini belirten Memorial Hastanesi Suadiye Polikliniği İç Hastalıkları Bölümünden Uzm. Dr. Soner Dileklen, güneşin ve sıcak havanın etkisini yitirmesiyle şikayetlerin artığını söyledi: "Sonbahar mevsimi insanlara birkaç yönden etki ediyor. Bunlardan ilki termal etkidir. Bu etki ısı değişimleri ve nem oranlarında ani azalmalar nedeniyle yaşanıyor. İkinci etki ise psikolojik etkidir. Güneş ve ısı insana mutlulukla huzur veriyor. Sonbaharın gelmesiyle birlikte havalar soğumaya başladığı için kişilerde depresif bir ruh hali ortaya çıkabiliyor. Böylece son baharın gelişiyle birlikte kişilerde; halsizlik, uykusuzluk, yorgunluk gibi şikayetler artıyor. Kadınların psikolojik ve hormonel dengeleri erkeklere göre daha hassas olduğu için kadınlar bu dönemlerden erkeklere oranla daha fazla etkileniyor."

"Yorgunluk, halsizlik ve depresyon şikayetleri olan kişilerde konsantrasyonu artırıcı ve motivasyonu güçlendirici spor faaliyetlerine ve hobilere önem verilmesi büyük fayda sağlayacaktır. Genellikle hafif sporlara; balık tutma, avcılık, yürüyüş gibi faaliyetlere öncelik verilmelidir. Bu tür rahatsızlıkların kronikleşmesi beklenen bir durum değildir. Ancak depresyon geçiştirilemezse ilerleyebilir ve tedavisi güçleşebilir. Bu nedenle gerekli görüldüğü durumlarda bir uzmandan yardım istenmelidir. Bu mevsimde ortaya çıkan mide rahatsızlıklarının ilaçla tedavisi gereklidir. Aynı zamanda bu dönemde bağışıklık sisteminin bozulması nedeniyle solunum yolu enfeksiyonları sık sık görülmektedir. Bu yüzden bu aylarda özellikle vitamin takviyesi yapılmalıdır."



Ben her sene sonbaharın gelişini hüzünle karşılaşırım; sarı yapraklardan neredeyse görünmeyen yollarda yürümek, ağaçlardan düşen dikenli kabuklarından kurtulup serbest kalan irili ufaklı at kestaneleri, kırmızıya dönen ve yeşil bir ağaca dolanarak inanılmaz bir görüntü oluşturan sarmaşıkları görmek beni mutlu etse de...
Günün büyük bir kısmını kapalı mekanlarda geçirme zorunluluğu nedeniyle; mutsuzluk kaçınılmaz oluyor.

Bu durumdan kurtulmak için önerim; sevdiklerimizle daha fazla vakit geçirmek, sonbaharın keyifli olduğu yollarda yürümek, burcu’nun pastalarından yemek, her fırsatta çiçekleri koklamak –bu mevsimde onlardan da pek kalmıyor galiba-, komedi filmleri seyretmek ve soğuk havaya inat açık havada yemek yemek ‘tercihen boğaz’ (gerekli tedbirleri aldıktan sonra uygulamanızı öneririm)

Ya da en iyisi; eğer hala gitmemiş bir göçmen kuş kafilesi yakalayabilirseniz onlarla birlikte güneye gidin. Şaka bir yana bir kaç hafta öncesine kadar ciddi ciddi düşünmedim değil.

Cuma, Ekim 07, 2005

İyi Ramazanlar

Çoğunlukla ne yazacağımı servisle işe gelirken yada giderken yolda düşünürüm. Son bir kaç gündür de yoğunluğum nedeniyle pek bir şey yazamadığım için suçluluk duymaya başlamıştım. Sonra farkettim ki; Ramazan başlayalı kaç gün olmuş ve ben hala bu konuda hiç bir şey yazmamışım.



Nerede o eski ramazanlar diye başlamıycam, çünkü nereye baksanız bu kalıplaşmış cümleyi görebilir, duyabilirsiniz.

Eskiyi; direklerarası, kantolar, panayır yerleri, cambazları ve diğer bahsedilenleri hiç görmediğim için yokluklarını da hissetmiyorum. Ama olsa güzel olurdu gibi geliyor.

Şimdilerde yaşadığımız ramazanlar; özellikle İstanbul trafiğinde yolda açılan oruçlar, restoranların mütevazi sayılmayacak gösterişli iftar menüleri, bahşiş zamanı sokakların çınladığı ama sahurda nedense sesleri duyulamayan davulcular, büyük küçük tüm marketlerin alışveriş merkezlerinin ramazan promosyonları, kilo almadan nasıl ramazan bitirilir diyetleri, maillerde ramazana özgü resim ve yazılar, internet portallarının ramazana özel tasarımları ve sayfaları, bayramda kaç gün tatil nereye kaçsak planlarıyla hızla yaşanıp biten bir şenlik.

Ekonomik hayatın bir yandan canlandığı diğer yandan rehavete girdiği bu bir ayda; özellikle gazetelerin reklam gelirlerinin düştüğünü dünkü Hürriyet gazetesinde Mehmet Y. Yılmaz’ın Uyuyarak Oruç Tutulur Mu? yazısında farkettim. Özetle gazetemize reklam verin diyordu.


Resimler, maillerden gelen ramazana özel hoş espriler olduğu için paylaşmak istedim.

Çarşamba, Ekim 05, 2005

Güzel Haberler


Terfi ettim...
Uzun süredir çalıştığım şirketimde Eylül ayı itibariyle terfi etmiş bulunuyorum. Mesajları ve telefonlarıyla mutluluğumu paylaşan herkese teşekkürler. Özellikle de İzmir'den gönderilen güzel güller için bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.

Paylaştıkça üzüntüler azalır; mutluluklarsa çoğalırmış derlerdi de inanmazdım. Üzüntülerini pek paylaşmayan birisi olarak, mutluluklarımı bundan sonra daha çok paylaşmaya karar verdim.

Bebekler geliyor...
Ben değil -evli bile değilim-. Kısa sayılmayacak bir süredir kendisinden bebek haberi beklediğimiz çok yakın bir arkadaşım hamile. Üstelik ikiz. İnşallah Mart gibi doğum müjdelerini de veririm.

Bebek geliyor...
Bir tane de tek bebek geliyor. O da sevgili kuzenimin, ikinci kez baba oluyor.

Karanlık ve yağmurlu sonbahar günlerinde böyle gülümseyebilmek güzel, gülümsetenler de...

Cuma, Eylül 30, 2005

Can Dündar'dan...Dudakla Bardak Arası

Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, birgün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala:

- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı hiçbir zaman içemeyeceksiniz ki !.. deyivermiş.

Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de dâhil herkesin hemen toplanmasını emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış.
Şarap bardağını eline alarak:

- Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiçbir zaman içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin? diye sormuş.

Köle şöyle cevap vermiş:

- Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem!

Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş. Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış. Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş. Kral ve domuz arasında öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş. Kral bostanda, bardak masada kalmış...

Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:

Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den,
Nasip değil ise ne gelir elden?

Kalbinize yakın bulduklarınızı çantada keklik sanmayın.

Sıkıca asılın onlara tıpkı hayata asıldığınız gibi...
Çünkü onlarsız hayat da anlamsızdır..

Hayatı çok hızlı koşmayın, nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi unutmayın.

Hayatın bir yarış değil, her saniyesinin tadı çıkarılması gereken güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

Dün tarih oldu...

Yarın bir sır...

Bugünün kıymetini bilin.
Sevgiyle Kalın ....

Can DÜNDAR

Cin Fikirler Buraya

İnternette bir şey ararken; aradığınız şeyden daha fazla ilginizi çeken başka bir şeyle karşılaşabiliyor ve sonunda aslında ne aradığınızı bile unutabiliyorsunuz.

Böyle zamanların birinde karşıma Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin internet sitesi çıktı. Eğitimim satış yönetimi ve pazarlama, reklam da en sevdiğim derslerden biri olduğu için bu konudaki yazılı ve görsel herşey ilgimi çekiyor.

Siteyi ziyaret etmenizi zaten önericem ama her linkin altından ilginç bi’şeyler çıkıyor. Mesela sitede neler bulabilirsiniz? Eski reklamlar; anti reklamlar, esinlenmiş!!! reklamlar, reklamla ilgili komik yazı ve resimler ve en çok hoşuma giden yarışmalar.

Cin fikir yarışması...


Yukarıdaki fotoğrafa en fazla 10 kelimeden oluşan bir cin fikir üreteceksiniz. En cin fikirlerinizi 7 Ekim’e kadar gönderdiğinizde; en iyi 3 cin fikir sahibi beyne enerji desteği için Eti Cin hediye edilecekmiş. Eti Cin için; cin fikir üretmeye değer doğrusu ;)

Bu arada küçük bir açıklama Ankara Üniversitesi’yle hiç bir ilişkim olmadı; ben Marmara Üniversitesi mezunuyum. Taraflı olduğum düşünülsün istemem.

Salı, Eylül 27, 2005

Anadilde Yabancı Kelimeler

Bugün bir araştırmayla ilgili elektronik posta geldi bana. Kim yada neden yapmış bilmiyorum ama güzel tespitler çıkmış. Araştırma bir şirket yada kurumda yönetim kademesinde bulunan kişiler arasında yapılmış.

* Katılan kişilerin %95’inin anadili Türkçe
* Bu kişilerden %80’i orta yada iyi derecede yabancı dil bilmekte
* Yabancı dil bilenler arasında, iyi derecede bilenlerin oranı %30

Tespitler
* Türkçe konuşurken araya yabancı dildeki kelimeleri katanların hepsi, az yada orta derecede yabancı dil bilenlerden oluşmaktadır.
* Yabancı dili tam olarak konuşabilenler, her iki dilin kendine özgü kurallarına riayet ederek ve birbirine karıştırmadan kullanabilmektedirler.
* Anadili yabancı bir dil olup, sonradan Türkçeyi öğrenenlerin, ana dillerine Türkçeden alıntı yapmadıkları görülmüştür.

Bu sonuçlardan çıkaracağımız fikre göre, yabancı dili iyi bilmeyenlerin farklı iki dili birbirine daha çok karıştırdığını görmekteyiz. Özellikle Türkiyede yabancı dil bilme ve kullanma kültürünün çağdaşlıkla orantılı olduğu düşünülmesine karşın; AB üyesi ülkelerde bu durum böyle algılanmamaktadır. Daha çok dil bilen kişilerin, toplumda daha saygınlıkla karşılanmasına karşın, öğrendiği dilleri birbirine, özellikle de anadiline karıştırarak kullanan kişilerin beceriksiz yada cahil oldukları düşüncesi yaygındır.

Bu yazıyı okuyunca gülmekten kendimi alamadım. Çünkü benzer cümle kalıplarını çok sık duyuyorum. Ve tespitin dayanağı olan; ana diliyle yabancı dili karıştırarak kullananların yabancı dili az yada orta düzeyde bilmesini destekler nitelikte.

- Bunun şöyle olması MUST
- Gelen FEEDBACKleri bana iletin
- OK’leştiniz mi?
- Dosyalar MATCH edildikten sonra tarihe göre SORT edilsin
- USER FRIENDLY bir kullanımı var

Anadilimi mümkün olduğunca olması gereken doğru kelimelerle konuşmaya, yazmaya özen gösteriyorum. Bazı şeyler var ki günlük hayatımıza öylesine girmiş onları da türkçe kullanacağım diye zorlayamıyorum. Yani cd çalara hala teker çalar demiyorum :))

Türkçe'yi doğru kullanmaktan bu kadar söz etmişken; kendimizi geliştirmek için küçük bir öneri.

Türk Dil Kurumu'nun her gün elektronik postanıza iki sözcük ve anlamını gönderen bir hizmeti var. bilgi@tdk.org.tr adresine "Her gün iki söz almak istiyorum" konulu bir mesaj atarsanız her gün iki sözcüğünüz olur.

Pazartesi, Eylül 26, 2005

KitapBank

Parklarda oturduğumuz banklarda yıllarca pek çok bankanın ismini gördük. Neden sadece bankalardı bilmem. (Bank’la Banka’nın yazılışındaki benzerlik mi acaba?) Şimdi ise genelde bulunduğu belediyenin adı yazıyor ya da hiç bir şey yazmıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi günlük hayatımızın bir parçası olan bu şehir mobilyalarında değişik bir uygulamaya gitmiş. Tasarım olarak da oldukça ilginç yeni banklarda ünlü şairlerimizin İstanbul’la ilgili şiirleri yazıyor. Adeta açılmış kitap sayfalarının içine oturduğunuz bu bank üzerindeki şiirleri okumak ilginç olacağa benziyor.

-Biraz kayar mısınız? Şiirin sonunu göremiyorum da...

gibi değişik diyaloglar duyabiliriz belki de. Ya da ağaçlara, duvarlara, sıralara yazı yazmak gibi bir geleneğe sahip milletimiz; zaten yazılarla kaplanmış bir banka bir kaç edebi cümle de kendisi eklemek isteyecektir.

Tramvay ve metro duraklarına toplam 50 tane yerleştirilen banklarda Orhan Veli’den, Can Yücel’e, Yahya Kemal’den Atilla İlhan’a kadar pek çok şairin İstanbul’la ilgili şiirlerini okuyabilirsiniz. İstanbul’u Dinliyorum, Erenköy’ünde Bahar, İstanbul Ağrısı, Ben Sana Mecburum.

Bu uygulamayı görünce aklıma pazarlama açısından kent mobilyalarının fonksiyonu geldi. Tasarım olarak da reklamını yaptığı ürünle özdeşleşen mobilyalar tüketici açısından akılda kalmayı arttırır gibi geliyor bana. Türkiye’de şimdiye kadar böyle bir şeye rastladığımı hiç hatırlamıyorum. Yurtdışında örnekleri olup olmadığını ise blog dostlarımdan soruşturmayı düşünüyorum.

Perşembe, Eylül 22, 2005

Devler Ülkesi

Küçük bedenlere bizim için normal görünen canlı ve cansız varlıklar, dev gibi görünür aslında. Güliver devler ülkesinde her ne kadar bize masal gibi gelse de; hepimiz bir dönem devler ülkesinde yaşadık. Sonra yavaş yavaş büyüyüp onların arasına karıştık, devler ülkesinde yaşadıklarımızı unuttuk.

Çocukluğumun geçtiği yerleri şimdi gördüğümde; oynadığım bahçenin, yürüdüğüm sokakların o kadar büyük, topumuzun düştüğü aralığın çok derin, sokak kapısının o kadar da yüksek olmadığını gülümseyerek görüyorum. Ayaklarımın sadece yarısını doldurduğu benim ısrarla giymekten vazgeçmediğim ve bu nedenle ortadan ikiye kırılmasına neden olduğum annemin topuklu ayakkabılarını da yine gülerek hatırlıyorum.

Gün geldi miniklerimiz bebeklerimiz oldu; ama biz dünyayı onların gözlerinden göremiyoruz. Artık devleştik o günlerse uzak kaldı.


Procter&Gamble’ın çocuk bezi Prima; devlere bebeklerin dünyasını tanıtıyor bugünlerde. Prima Bebek Dünyası adıyla bebeklerin gelişim aşamalarının canlandırıldığı odalardan oluşan bir çadırda; uzmanlar eşliğinde değişik bir deneyim yaşatacaklarmış.

Bu üründe satın almayı gerçekleştirenle tüketicinin aynı kişi olamaması; gerçek kullanıcıların markayı doğrudan tercih edememelerine neden oluyor. Madem tüketicilerine doğrudan ulaşamıyorlar; satın alana tüketcilerinin bakış açısını deneyimlerini yaşatmak tüketimi pekiştirmek için yararlı bir uygulama bana göre.

Çocuğum olmasa da; böyle bir deneyimi ben de yaşamak etrafıma bebeklerin gözüyle bakmayı istiyorum. Siz de -çocuklu yada çocuksuz- denemek için Prima Çocuk Dünyası’na gidin bence...















* 22 - 25 Eylül 2005 İzmir Atatürk Kültür Merkezi
* 27 Eylül - 02 Ekim 2005 İstanbul Caddebostan Sahilyolu
* 04 - 09 Ekim 2005 İstanbul Metrocity Alışveriş Merkezi
* 11 - 16 Ekim 2005 Ankara Armada Alışveriş Merkezi
* 18-19 Ekim 2005 İzmit Outlet Center
* 21-25 Ekim 2005 Bursa Özdilek Alışveriş Merkezi
* 27-30 Ekim 2005 Antalya Güllük Meydanı

Çarşamba, Eylül 21, 2005

Kısa Özet


Her mevsimin ayrı bir güzelliği olduğu şüphesiz. Ama sürekli yağan yağmurlar, güneşi saklayan bulutlar ve her yeri kaplayan sarı yapraklar... Hiç bana göre değil...

Bu aralar bazen üzgün, bazen durgun yada karamsar olursam bilin ki nedeni ben değil SONBAHAR

Son zamanlarda karşılaştığım iki olay yakınlarda yazdığım bazı yazılara link atmama neden oldu. (Olmamasını tercih ederdim.)

Elektronik Postalar, Yazılamayan Mektuplar’da günümüzde ne kadar güzel!!! haberleştiğimizden bahsetmiştim. Sanırım durumu biraz hafife almışım. Çünkü, artık cep telefonuna gelen kısa mesajla evlenme teklifi alınabileceğini de gördüm.

Kavak Ağacı ve Kabak İliğinin Hikayesi’nde de olduğu gibi; gerçek başarı yada yeteneğe dayanmayan yükselişlerin şöhretin insanların hayatını kısa sürede nasıl yaratıp yok edebildiğini gördük. Türk medyası ve halkının baştacı olan gelin kaynana programalarının yarattığı manasız şöhretin sonu acı oldu.

Sayfalarımı yurtdışından takip edenler neden bahsettiğimi belki anlayamazlar. Ama son bir kaç günkü Türk gazetelerinin manşetlerine yada ilk sayfalarına bakarlarsa; 24 yaşında uyuşturucu yada alkol -nedeni her ne olursa olsun- otel odasında ölü bulunan gencin haberi ve hikayesini bulabilirler.

Kısa özet demiştim ya; son olarak bir meksika atasözü(ymüş).

Felek sana ekşi bir limon vermişse
Yanına tuz ve tekila iste.

Pazar, Eylül 18, 2005

Berat Kandili

Ramazan'ın başlamasına sadece bir iki hafta kaldı. (5 Ekim) Bugün, bu akşam da Berat Kandili. Af dileyenlerin berat edeceğine; yepyeni bir başlangıçla yaşama devam edileceğine inanılan kutsal bir gece.

Farkında olmadan sevdiklerimizi kırıp üzebiliyoruz, belki de hayatımızda geçmişte yaşanılan kırgınlıklardan dolayı ertelenen görüşmeler var. Kandiller ve bayramlar gibi özel günler böyle şeyleri sıfırlamak için iyi bir fırsat aslında.

Herkese iyi kandiller diliyorum.

Cuma, Eylül 16, 2005

Korkuyorum

Yağmuru seviyorum diyorsun,
Yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun...

Güneşi seviyorum diyorsun,
Güneş açınca gölgeye kaçıyorsun...

Rüzgari seviyorum diyorsun;
Rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun...

İşte; bunun için korkuyorum,
Beni de sevdiğini söylüyorsun...
William Shakespeare

Yağmura İnat

Bugün İstanbul'da yağan yağmur yerine ben güneşli günleri düşünüyorum.

Perşembe, Eylül 15, 2005

Elektronik Postalar, Yazılamayan Mektuplar

İşim gereği gün içerisinde pek çok elektronik ileti okuyorum. Bazen güldüren bazen de bu kadar da olmaz dedirten şeyler. Bahsettiğim kişisel mailler değil, tamamiyle iş amaçlı. Bir kuruma bilgi almak, bilgi vermek yada sorun iletmek için yazılanlardan. Ancak anlamsız harflerden yada kişinin kim olduğuna dair hiç bir bilgi taşımayan mail adresi dışında; hakkında bir şey bilmediğiniz birisini ne kadar ciddiye alabilir ya da yardımcı olabilirsiniz?

İlkokuldayken türkçe derslerinde mektup, telgraf, tebrik kartı yazmayı; zarfın üzerinin nasıl doldurulması gerektiği öğretilirdi. Hatta bütün sınıf sıra halinde semtin postanesine götürülüp nasıl mektup postalanacağını bile göstermişlerdi bize. Yanılmıyorsam ilkokul 2. sınıftaydım bunları yaşarken. Şimdilerde neler öğretiliyor bilmiyorum ama bence elektronik ileti yazmayı da öğretmeleri gerek. Zaten çocuklar daha kalem tutmayı öğrenmeden bilgisayarı açıp kapatmayı, hatta kendi başlarına bilgisayarda oyun oynamayı bile becerebiliyorlar.

Klavye onlara kalemden daha yakın...

Bir de güzel yazı dersleri vardı. El yazısı defterleri; dolmakalem, mürekkep hokkası ve farklı şekilde yazan uçlar. Divit neye denirdi hatırlamıyorum. Büyük F kimseyle birleşmez; r hiç te r’ye benzemeyen bir düğüm olurdu. Mürekkebin kağıt üzerinde bıraktığı keyifli iz kaybolup gitmez kolay kolay. Ama posta kutunuzda bastığınız bir tuş; tüm yazılanları yok etmeye yeter.

Gerçi kaç kişi özenip her cümlenin anlamını düşünerek gerçek bir mesaj, e-posta değil de elektronik mektup yazıyor. Kısaltılmış cümleler, cep telefonu mesajları, tek satır bile yazmaya üşendiğimiz sürekli birinden diğerine iletilen metinler, resimler.

Herşeyi hızlı yaşayıp hızlı tükettiğimiz yaşantımızda ilişkilerimizi de ne kadar özensiz yaşadığımızın bir göstergesi değil mi belki de...

Çarşamba, Eylül 14, 2005

Herşey Bi'şey Gibidir 2

Bilgisayar klavyesi kullanmak dolma sarmak gibidir. İkisinde de parmakların hızına ve hünerine ihtiyaç vardır.

İnsan mum gibidir. Ne kadar geniş olursa o kadar uzun yaşar. Geniş olmayanlari kendisini yiyip bitirip kısa zamanda eriyip gider.

Yaşamak bisiklete binmek gibidir. İlk dersler genellikle küçük yaşlarda evdekiler tarafından verilir. O zamanlar alınan destekle ayakta kalmak kolaydır.Ancak ilerleyen yıllarda yalnız kalındığında, dikkat edilmezse tepe taklak olunabilir.

Aşık olmak, yağmura yakalanmak gibidir. Eğer sırılsıklam olduysanız, ondan kurtulmaya değil, tadını çıkarmaya bakmalısınız.

(Bir kaç sene önce önce bir mizah dergisinde "Fiko'nun Sarkacı" diye bir köşe de okuduklarım. Yazarı Fikret Bekler)

Salı, Eylül 13, 2005

Kırmızı Şato

Kaç kişi kırmızı tuğladan yapılmış gösterişli bir şatoyu seyrederek büyüme şansına sahip olmuştur dersiniz?

Belki İngiltere; İskoçya belki de Fransa’da olabilir.


Ama ben İstanbul’da böyle bir şatoyu seyrederek büyüdüm. İnanması zor ama böylesine görkemli ve güzel bir yapı var. Belki Tepebaşı’ndan Taksim’e çıkarken Haliç’in öteki kıyısında kırmızı kiremitli sıkışık binaların arasında kırmızı rengiyle doğal dokuya karışmış burçlarını farketmişsinizdir sonra tamamını. Belki de Haliç sahilinde yol alırken yüksek kulesini görmüşsünüzdür.


Haliç’te Fener semtinde bulunan belki de en dik yokuş olan Sancaktar Yokuşu’ndan yukarı çıkarken karşınıza çıkan okul 1454 yılında İstanbul’un fethinden sonra kurulmuş.

Osmanlı´nın Hristiyan azınlıklarının bulunduğu toprakları yöneten yüzlerce vali, mütercim, bilim insanı, sanatçı, besteci, yazar, Osmanlı İmparatorluğu´nun en yüksek mevkilerinde görev almış bulunan pek çok Fenerli Rum, baştercuman, Eflak ve Boğdan beyleri, patrik ve yüksek din görevliler bu okulda eğitim görmüş. Şimdilerde Fener Rum Lisesi ile eğitim hayatına devam ediyor. Geçen sene 550. yılını kutlayan okul en eski okul olma özelliğini koruyor.

Ancak beni büyüleyen okulun bugünkü gösterişli binasını; yine okulun mezunlarından ünlü mimar Dimadis yapmış. Şatonun döneminde Rasathane olarak kullanılan yüksek kulesinin kuzey yönünde rumca olduğunu tahmin ettiğim bazı yazılar bir pergel resmi ve latin alfabesiyle 1881 yazıyor. Binanın geçmişini araştırmadan once bu tarihin yapılış tarihinden daha farklı bir şey olduğunu düşünürdüm. Herhalde bu kadar gösterişli bir yapının sadece 100 yıl önce yapılmış olması hayallerime ihanet gibi geliyordu.

Haliç´in her iki yakasındaki yapılar içinde Süleymaniye´den sonraki en büyük bina olan eserin yapı malzemelerinin çoğu Marsilya´dan getirilmiş. Avrupa´nın çeşitli ülkelerinde özellikle İtalya ve İspanya´da da şatolar yapan Dimadis, eseri beş sene içinde bitirmiş. Fener sırtlarındaki yüksek tepe üstüne inşa edilen eser, geniş ve yüksek cephesi, kırmızı ateş tuğlaları ve ortasındaki kubbeli kalın bir kulesiyle dikkat çekiyor.




Yapının Avrupa’daki 5. büyük şato olduğu söyleniyor. Karşı tepeden baktığınızda kanatlarını açmış kırmızı dev bir kartalın küçücük evlerin üzerine eğildiği izlenimine kapılıyorsunuz.


Yıllarca uzaktan seyrettiğim binanın içini hep merak ettim. Evimizden görülen taraf artık kullanılmayan rasathane ve okulun diğer odaları olduğu için; o bölümde bir ışık yanması yada pencerenin açılması bizim için acaba bir şeyler görebilir miyiz heyecanına neden oluyordu. Binanın yüksek duvarları ve sürekli kapalı duran büyük demir kapısı; her ne kadar macerayı sevsem de bu şatoyu keşfedecek kadar cesaretim olmadığı için hiç bir girişimim olmadı.

Ancak yazımı hazırlarken; resim arayışına girdiğimde binanın içine ait resimleri ilk defa görme şansına ulaştım. Siz de görmek isterseniz Fener Rum Lisesi olarak görebilirsiniz.-Bazen linkten gittiğinizde sayfa hata verebiliyor. www.moradam.com'da fotoğraf arşivinde "Mekan" larda görebilirsiniz-(İnternet gerçekten büyük bir hazine sandığı. Doğru yolu takip ederseniz inanılmaz şeylere ulaşabiliyorsunuz.)

Profilimde de belirttiğim gibi İstanbul tutkularımdan biri. Benim için yaşadığım şehir olmaktan öte; keşfedilecek görülecek yaşanacak birisi gibi. Metropol olarak bana pek bir şey ifade etmiyor ama tarihi ve kültürüyle geçmişinde yaşamayı; zaman tünelinden geçip bugün gezdiğim yerleri yıllar yüzyıllar öncesinde yaşamak istediğim bir masal.

Şu günlerde iki kitap okuyorum. Biri 1906-1922 yıllarında Fener’de yaşamış Haris Spataris’in anıları “Biz İstanbul’lular Böyleyiz – Fener’den Anılar”. Diğeri de Orhan Türker’in “Fenari’den Fener’e Bir Haliç Hikayesi”. Her ikisi de geçmişteki Fener ve çevresini anlatıyor. Spataris’in kitabında dönemin sigorta şirketlerine ait mahalle planları var; bugünle karşılaştırmak keyifli bir yolculuk gibi.

Fener’I keyifle anlatıyorum anlatmasına ama 15-20 senede belki de İstanbul’un en hızlı bozulan yerleşim yerlerinden biri oldu. Aslında bu değişim belki de Spataris’in kitabında söylediği gibi 1. dünya savaşı sonlarında başlamıştı. Ancak şüphesiz ki değişimin en önemli nedeni göç.

Bölgedeki pek çok ev tarihi değer taşıyor. Bu nedenle Unesco tarafından Fener-Balat Rehabilitasyon projesi destekleniyor. Dünya kültür mirası kapsamındaki bölgede tarihi değeri olan yapılanlar o değerli bölümleri depo haline getirilmiş, üzeri kapatılmış yada tahrip edilmiş durumda. Bir kaç yıl once kırmızı kilise’nin hemen arkasındaki bir ev yıkıldığında evin arka duvarlarının taş kemerlerle örülü olduğunu gördüm. Büyük olasılık eski bir kilise yada evin üzerine yapılmıştı.

Fener sahilinde eskiden pek çok kereste deposu vardı. Bunların çoğu tarihi yapılarda. Şimdilerde ise yavaş yavaş bunların yerini restoranlar almaya başladı. Mimar Sinan’ın hamamı olduğu söylenen bir yapıda ise bir akücü ticaret yapıyor.

İnsanların geçmişe ve tarihe bu kadar duyarsız olması; hoyratça hırpalaması bana hiç te adil gelmiyor.

(Yazıda kullandığım tüm resimler Ertuğrul Balıkçıoğlu'na ait. Kullanmama izin verdiği için teşekkür ederim.)

Pazartesi, Eylül 12, 2005

Kavak Ağacıyla Kabak İliğinin Hikayesi

Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye baslamış.Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacıyla aynı boya gelmiş.

Bir gün dayanamayıp sormus kavağa: "Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?"

"10 yılda" demiş kavak

"10 yılda mı?" diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak "Ben neredeyse 2 ayda seninle aynı boya geldim bak!"

"Doğru" demis ağaç "Doğru"

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgarları başladığında kabak önce üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamiş.

Sormuş endişeyle kavağa: "Neler oluyor bana ağaç?"

"Ölüyorsun" demiş kavak

"Niçin?"

"Benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye çalıştığın için"

Maillerden gelen...

Cuma, Eylül 09, 2005

Bugün 9 Eylül


Takvimler bugün 9 Eylül'ü gösteriyor.

Tarihte bugün diyebileceğim kadar çok olay aynı gün olduğu için bugünü özetlemek istedim.

İzmir'in kurtuluşu.

Yakın bir arkadaşımın evlilik yıldönümü; Arife ve Ümit...
(şimdilik!) Altan'la genişleyen ailenize nice mutlu yıllar dilerim.

Yapı Kredi Bankası'nın kurulduğu gün.

Ve çok sevdiğim birinin doğumgünü... İyi Ki Doğdun!

Perşembe, Eylül 08, 2005

Çocuklar Mutlu Olsun

Aktif Dağıtım şirketinin bir kaç yıldır gerçekleştirdiği Mektupla Kırtasiye Yardım Kampanyası duyurusu bugün elime geçti. 19 Eylül’de sona erecek kampanyaya destek vermek isterseniz ayrıntılı bilgiyi Aktif Dağıtım sitesinde bulabilirsiniz.

Kampanyaya katılım için; istenilen kırtasiye malzemelerini siz hazırlayarak gönderebilir yada hazır zarflardan gönderilmesi için zarf başına 5 ytl ödeyebilirsiniz. Geçen sene hazır zarf satın almak yerine kendim oluşturmak istedim; ancak pek verimli bir yöntem olmadığını tecrübeyle söyleyebilirim. Bu nedenle ben hazır zarf satın alacağım.

Hazır zarfları www.abonet.net adresinden havale/eft yada kredi kartı ile satın alabiliyorsunuz.

Gönderilen zarfların üzerine adınız yazılıyor ve zarfların içine konmak üzere isterseniz mektup ta gönderebiliyorsunuz.

Günlük telaşlarımız arasında okullar açılırken; sizin için çok basit olan bu yardım bir çocuğun gülümsemesini sağlayacak. Ve mutlaka kısa da olsa zarfın içine konması için bir mektup yazın.

Herşey Bi'şey Gibidir 1


İnsanların yaşamları, nehirler gibidir. Her biri farklı bir yerde doğar. Çok farklı yerlerden, çok farklı şeylerden etkilenerek geçer. Ama sonunda, hepsi bir denize dökülüp son bulur.

Yaşam sabun gibidir. Sen onu avucunda tutmak istediğin sürece o ikide bir elinden kaçar kurtulur. Sen, onu hem en iyi şekilde değerlendirmek hem de bitmesin istersin. O ise sürekli erir ve bir gün gelir, bitiverir.

Yaşamak kayak yapmak gibidir. Kontrolün hep sende olduğunu sanırsın. Her şeyi kendinin yönlendirdiğini düşünürsün. Ne zaman ki tepetaklak olursun; o zaman her şeyin o kadar da basit olmadığını anlarsın.

(Bir kaç sene önce önce bir mizah dergisinde "Fiko'nun Sarkacı" diye bir köşe de okuduklarım. Yazarı Fikret Bekler)

Çarşamba, Eylül 07, 2005

Standart İlişkiler

Etrafınıza baktığınızda herkesin birbirinin ilişkisi hakkında bir fikri bir yorumu var. Kadın dergilerinde yada gazete köşelerinde çeşitli tüyolar, şöyleyse böyledir; böyleyse şöyledir diye akıl veren yüzlerce yazı yorum bulabilirsiniz. Bu demek oluyor ki tüm ilişkiler birbirinin aynı. Ve hep aynı taktik ve stratejiler izlenmeli kazanmak için.

Problem zaten burada başlıyor. Her ilişkinin kendine ait bir coğrafyası vardır kimsenin bilemeyeceği sadece iki kişinin paylaştığı.

Kadın erkek herkes birbirine aynı formülleri uyguluyor. Bir sonraki hamlenin planlanarak hareket edildiği bir satranç oyunu başlıyor böylece.

Sevdiğin birisiyle hayatı paylaşmak demek, hesapsızca en kendin olduğun halinle, gerçekten hissettiğin gibi –sevdiğini söylemekten korkmadan söyleyebildiğin- dürüstçe yaşamaktır.

Ancak şimdilerde ilişkiler o kadar hesaplı yaşanıyor ki; evlendikten sonra herkes bu hesap kitaptan sıkılınca evlilikler bitiyor. Çünkü başlarken ilişkiler dürüstçe yaşanmıyor.

Ama herşeyin kuralına göre oynandığı 21.yy’da ilişkinizi de kurallara göre oynamıyorsanız, standartlara uyamıyorsanız kaybediyorsunuz. Ancak şanslıysanız sizin gibi oyunun kurallarını reddeden birisiyle sevgi ve saygı içinde sağlıklı bir ilişki ödülünüz oluyor.


Salı, Eylül 06, 2005

Yaz Bitiyor...

Yaz bitti; son kalanları yaşamaya başladık bile...



Artık haftasonlarında su kenarları; bahçedeki hamaklar olmayacak hayatımızda. Böyle tatil dönüşlerinde sonbaharda okullarla birlikte hobiler; kurslar girer hayatımıza. Tabii vaktiniz varsa, ya da bir tutkunuz.

Benim de öğrenmeyi çok istediğim iki şey vardı. Birine geçen kış başladım; ilkbaharla birlikte şairinde de dediği “beni bu güzel havalar mahvetti” yarım kaldı. Ancak devam edeceğim, bırakmadım. Diğeri de ebru sanatı.

Ebru suya resim yapmak aslında; ama şekillerin tamamen kontrolünüzde olmadığı ebruyu meydana getiren her şeyin kendi nazına göre güzelliğe katkıda bulunduğu. Şu günlerde Pazartesi akşamları Kanal D’de Kapıları Açmak adlı dizinin jeneriğini izleyin. Anlatmak istediğimi anlayacaksınız. Her seferinde hayranlıkla izlediğim ebruyu yapan; ünlü Ebruzen Hikmet Barutçugil.

Çalışmalarını mümkün olduğunca takip ettiğim ve evimde de iki eseri bulunan bu sanatçı hakkında en kısa zamanda daha detaylı bir yazı yazacağım.

Aslında yazmak istediğim; bir kurs önerisi duyurusuydu. Ama konu ebru olunca kalemim biraz fazla dağıtıyor kendini.

İSMEK...

İstanbul Belediyesi’nin düzenlediği meslek edindirme kursları. Bir kaç yıldır düzenli olarak yürütülen bu kurslar adından da anlaşılacağı gibi başta ev kadınları olmak üzere ağırlıklı olarak el sanatlarını kullanarak meslek edindirme amaçlı. Kar amacı gütmeyen bir sivil toplum hareketi.

Kurs seçenekleri oldukça geniş; çoğunlukla hafta içi ancak bazıları hafta sonu da verilebiliyor. Vaktiniz varsa yada yoksa ama bir gerçekleştirmek istediğiniz bir tutkunuz varsa. Fotoğraf, resim, takı, yemek yapmak, ahşap boyama, kumaş boyama ve daha pek çok şey. Kendinize bir fırsat verin derim.

Her yıl sonunda tüm kurslardan seçilen en güzel çalışmalar; Eyüp’teki Feshane’de sergileniyor. Haziran ortasında açılan sergiyi ilk kez bu sene gezme fırsatı buldum. Gördükleriniz karşısında hayran kalmamanız mümkün değil. İnsan elinden ve sabrından ortaya çıkan çok güzel eserler. El emeği göz nurunun anlamını orada bir kez daha anlıyorsunuz.

Kimbilir belki önümüzdeki aylarda programımı ayarlayabilir ve ebru yapmaya başlarsam çalışmalarımı sizlerle paylaşırım. Sadece benim değil bu sayfayı ziyaret eden ve bir şekilde tutkusunu-hobisini gerçekleştirmeye çalışan herkesin gönderdiği çalışmalarının resimlerini yayınlayacağıma da söz veriyorum.

Çarşamba, Ağustos 31, 2005

Branded Brand

Bilginin sınırsız paylaşıldığı günümüz ekonomisinde; tüketiciler neyi ne şekilde istediğini çok iyi biliyor. Piyasa koşullarında var olabilmek için; mal yada hizmetin iyi olması ön koşul. Rekabet edebilmek içinse iyinin iyisi olmak.

Bu amaçla farklılaşmaya giden yolda yeni bir yaklaşım da “branded brand”. Markalanmış marka olarak tercüme edilebilir. En basit anlatımıyla marka bir ürünün oluşumunda kullanılan bir unsurun başka markalı bir ürün kullanılarak tamamlanması ve bunun pazarlama faaliyetlerinde vurgulanmasıdır.

En yakın örneği bir kaç gündür televizyonlarda reklamlarını seyrettiğim Nokia’nın yeni telefonu N90. Reklamın son sahnesinde Zeiss logosunu gördüm ekranda. Bugün araştırdığımdaysa; telefonun –sadece telefon diyerek N90’a haksızlık ettiğimin farkındayım-flaş ve lensinde Carl Zeiss markasının kullanıldığını öğrendim. Carl Zeiss Sony’nin en iyi dijital makinalarında kullandığı lens markası. İşte branded brand bir uygulama.



Dünyadan örnekleri çoğaltmak mümkün. Bir numaralı kristal üreticisi Swarovski’nin cep telefonundan Mp3’e kadar pek çok marka üründe kullanılması artık “Crystallized with Swarovski” etiketiyle ürünlerde öne çıkarılıyor. Büyük otomobil markalarının iPod ilave edilmiş modelleri; lüks otellerin bazı odalarının başka markalar tarafından dekore edilerek; o isimle sunulmaları; Philips/Nike Mp3 player’ı gibi.

Türkiye’ye baktığımda global markaların dışında. Fıratpen pencerelerin, aksesuar ve metal aksamlarında Alman şirketi Winkhouse ürünlerinin kullanılması; reklamlarda bunun vurgulanması örnek olabilir diye düşünüyorum. Türk Hava Yolları’nın yıllardır uçuş mürettabatının kostümlerini Vakko’nun hazırlaması diğer bir örnek olabilir.

Aklınıza gelen başka örnekler varsa siz de yazın.