Cumartesi, Temmuz 30, 2005

Boğaz'a Karşı Kahve Keyfi

Bu sene güneşli bir Nisan günü; cumartesi öğleden öncesi kendi kendime bir gün ısmarladım...
Önce Sultanahmet Meydan'ında ki kalabalığı seyrettim. Turistleri, Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen öğrencileri; esnafı ve otobüs keşmekeşini.
Gülhane Parkı son bir yıldır çok değişti. Artık hayvanat bahçesi değil; tamamen bir yürüyüş alanı haline getirildi. Bir uctan ötekine yürürken; kuş seslerinden başka bir şey duymanıza imkan yok. Benim gibi tarihe düşkünseniz de; geçmişi bu kadar canlı yaşayan bir yerde bulunmanın heyecanını hissedersiniz.
Yolun sonuna geldiğinizde sağdan yukarıya doğru çıktığınızda kendinize güzel bir ödül verebilirsiniz artık. Set set oturma bölümlerinden oluşan Setüstü Çay Bahçesi tahta masa ve sandalyelerden manzaraya en yakın olanına oturursanız Boğaz'la aranıza hiç kimsenin giremeyeceğini garanti ederim.
Arkanız yemyeşil bir orman; önünüzde Boğaz. Manzaranın bir ucu Marmara denizi; diğeri Boğaz Köprüsü'nden öte. Bir türk kahvesi; ağaçlara yerleştirilmiş hoparlörden gelen türk sanat müziği şarkıları benim için kendime ısmaraladığım güzel bir gündü.
Günün her saati orada bu huzuru bulabileceğinizi sanmıyorum. Çünkü şehrin göbeğinde olduğu için; hafta sonu öğleden sonraları uzak durun derim. Ya hafta sonu öğleden önce; ya da hafta içi iş saatlerinde. Ben hafta içi hiç gidemediğim için bu öneriyi tahminlerime dayanarak yapıyorum.
Kendinize keyif ısmarlamak isterseniz diye küçük bir öneri...
İyi Hafta Sonları

Cuma, Temmuz 29, 2005

Huysuz İhtiyar



Çocukluğumdan beri gazete okurken farkında olmadan yaptığım; daha doğrusu ne kadar acelem olursa olsun okumadan gazeteyi elimden bırakmadığım bi’şeyler var.

Fatoş ve Basri; Güngörmüşler bir de Oğuz Aral’ın Avni’si. Eskiden Hürriyet’in Kelebek ekindeydiler. Şimdilerde Fatoş’la Basri’ye başka bir gazetede rastlıyorum ama hangisi olduğuna emin değilim. Avni desen geçen seneye kadar Hürriyet’in Pazar ekindeydi.

Avni’yle ilk tanışmam; ilkokul yıllarında Gırgır’la oldu. Sonra Gırgır’la irtibatım koptu neden bilmiyorum; Hürriyet’te karşılaşıncaya dek.

Böylece Huysuz İhtiyar’ın da yazılarını okumaya başladım. Rakı balık muhabbetleri; herşeyle dalga geçen tavrı; lezzete ve güzele düşkünlüğü; tavla maceraları; tatlı sert mizacı. En unutamadığım yazılarından biri de. Bir sabah kalktığında eline aldığı Hürriyet gazetesinin çince basıldığı benzetmesiyle; hastalığını anlatmasıdır.



Öğrencileri tarafından da çok sevilen bu huysuz ihtiyarın geçtiğimiz günlerde heykeli dikildi. Cihangir Parkında. 3,5 metrelik heykeli için kimbilir neler yazardı. Güvercinlerle bundan sonra başlayacak samimiyeti için yorumlarını okumak keyifli olurdu.


Aşağıdaki linkten; onun için hazırlanmış özel dosyaya ulaşabilirsiniz.
http://dosya.hurriyetim.com.tr/oguzaral/bolum.asp

Avni’den bu kadar bahsetmişken bir kaç Avni karikatürü görmek isterseniz; http://www.meze.net/huysuzihtiyar

Aramızdan ayrılalı bir yıl olmuş; Allah rahmet eylesin. Cuma günü keyiflenelim diye onun yazılarından biri:

Ah, Bir Salak Olsaydım!

Şakir, bizim sınıfın en salağıydı. Hatta okulun en salağıydı. Tarih dersinde kopya istesek, hazırladığı kopyaları karıştırıp coğrafya kopyası verirdi.

Düz yolda yürürken düşmeyi becerir, kafasını geçtiği her kapının pervazına vurur, okul çıkışında caddeyi geçerken sık sık ezilme tehlikesi geçirir, ikide bir rapor alıp okula gelemezdi.

Yaşar Doğu, Celal Atik, Nasuh Akar’ların Olimpiyat zaferlerinden olsa gerek hepimizi bir güreş merakı basmıştı. Teneffüslerde itişe kakışa güreşip dururduk. Şakir de güreşmeye pek meraklıydı. Ama birini yenebildiğine hiç rastlamadım. İlkokula 3. sınıftan başladığım için sınıfın en küçüğüydüm. Üstelik bir hayli sıskaydım da... Benim ikim gibi olmasına rağmen Lapacı Şakir’i yatırıp dururdum.

Heyecanlanınca Şakir’in dili de tutulurdu. Konuşamaz, ‘hıgık, mıgık’ bir şeyler kekelerdi. Bu arada gözleri börtler, suratını al basar, tepinmeye benzeyen garip hareketler yapardı. Okul numaralarımız peşpeşe olduğu için öğretmenler ikimizi beraber tahtaya kaldırırlardı. Şakir sorulan soruya inileyerek ‘humpuf!.. Murg!..’ diye yanıt vermek uğruna kıvranırken öğretmen, çektiği azabı durdurmak için aynı soruyu bana sorardı. Ben soruyu yanıtlarken Şakir de kafasını yukarıdan aşağıya doğru sallayarak cevabı onaylar, böylece cevabı bildiğini gösterirdi. Öğretmen ikimize de aynı notu verip sıramıza yollardı. Bazen soruları ben bildiğim halde Şakir’in daha yüksek not aldığı olurdu. Zaten Şakir’in bir adı da Ballı Şakir’di.

Okul bahçesinde top oynarken çok beceriksiz olmasına rağmen nedense acıyıp Şakir’i de oynatırdık. Örneğin Şakir’den daha iyi oynamalarına rağmen Doğan Hızlan’la Konur Ertop’u oynatmazdık. Adam yerine koymadığımız için maçta Şakir’i kimse tutmazdı. O da gidip kale önüne dikilirdi. Ama en çok golü de Ballı Şakir atardı. Top orasına burasına çarpar gol olurdu.

O zamanlar, ortaöğretimde kızlar ve erkekler ayrı okullarda okurlardı. Burnumuzun altındaki tüyler, hafiften kıla dönüşmeye başladığı için hepimiz potansiyel birer Kazanova’ydık. Yaşanmamış yaz tatili maceralarımızı bütün öğrenim yılı boyunca birbirimize anlatırdık. Her anlatışta zamparalık öyküsü biraz daha gelişir bakıştığımız kız, konuştuğumuz kız olur, konuştuğumuz kız ise seviştiğimiz kıza dönüşürdü.Bir tek Şakir’in sevda öyküleri yoktu. Öykü uydurmayı beceremediğinden mi, yoksa inanmayacağımızı bildiğinden mi susup sadece bizi dinlerdi. Gerçi hiçbirimiz hiçbirimizin öyküsüne inanmazdık ama, anlatmadan da duramazdık.

Ama Meral’i yine salak Şakir tavlamıştı. Meral bizim okulun bahçesine bitişik bir evde otururdu. Keyfinden ya da hainliğinden sık sık cama çıkardı. Okul bahçesinden gelen naraları ve feryatları duymazdan gelir, hülyalı mavi gözlerini gökyüzüne dikip kırıtırdı. Meral’i rüyasında görmeyen öğrenci herhalde yok gibiydi.Meral, yine bir gün pencere şovu yaparken biz Şakir’i gaza getirdik.‘Kız sana bitik, kız sana yangın!.. Haydi Şakir göster kendini, okulun şerefini kurtar!’ diye el verdik Şakir’i okul duvarının üstüne çıkardık. Şakir’i yine al bastı, ‘Humpf mumpf!’ diye konuşmaya çalışıp acayip hareketler yapmaya başlayınca duvarın üstünden kayıp Meral’lerin bahçesine düştü. O sırada ders zili çaldı. Şakir’in bu aşk düşüşünün gerisini göremedik. Ama tahmin edebildik. Çünkü Meral’in bütün Cerrahpaşa’ya belasıyla nam salmış asabi bir ağabeyi vardı. Vee 2 gün sonra okula gelen Şakir’in mor sol gözünden ve topallayarak yürümesinden tahminlerimizin doğru çıktığını anladık. Ama Şakir’i Meral’le bir muhallebicide el ele, yanak yanağa muhabbet ederken görebileceğimizi tahmin edememiştik.

Okul bitti, hepimiz bir tarafa dağıldık. Konur Ertop yaman bir edebiyat düşünürü oldu. Doğan Hızlan hiç büyümedi. Eskiden de böyle yaşlı başlı bir mütefekkirdi. Şimdi aynı gazetede icrayı lûbiyat ediyoruz. Oktay benimle Akademi’ye girdi. Orhan ordudan emekli oldu. Mustafa hepimizi güreşte yenerdi. Şampiyon bir güreşçi olabildi mi bilmiyorum. Orhan Kemal hayranı Erol ne oldu? İlhami, bir gün gazeteye beni ziyarete gelmişti. Ben bunak, can arkadaşımı anımsayamamıştım. Kırık bir tebessümle hoşçakal deyip gitmişti. Bir gece yarısı İlhami’nin kim olduğunu bulup yataktan fırlamıştım. Camı açıp‘İlhamiii, seninle bağ bahçe dolaşırdık... Subay kumaşından bozma bir ceketin vardı... Ne olur bir daha gel!’ diye gece karanlığına doğru haykırmıştım.Şakir’i gazetelerde ve televizyonlarda hep önemli bir adamın yanında aptal aptal sırıtırken gördüm.

Yıllar sonra, bir gün bir tiyatro galasında canlısına rastladım. Sarılıp sarmaştık. Konuşurken bir ara elindeki kanapenin zeytinini nasıl becerdiyse yandaki güzel hanımın açık yakasından içeri kaçırdı. Tabii, kaçırmakla kalmayıp elini açık yakadan içeriye daldırıp zeytini aramaya da başladı. Ben, güzel kadının gıdıklı kahkahalarını duyunca saklanacak yer aramaktan vazgeçtim.Şakir, alkolle yüklüydü. ‘İllaa bize gideceğiz’ diye tutturup beni sürükleyerek bir arabaya bindirdi. Araba dedimse aklınıza öyle Reno, Ford, Honda gibi normal arabalar gelmesin. Camları koyu füme, içi deri ve ağaç kaplı bir salon salomanjeydi. Tahminime göre özel yaptırılmış bir Mersedes’ti.

Şakir’in evi ise Boğaz’a nazır bir saray yavrusuydu. Duvarlarda ünlü ressamların tabloları vardı. Hatta, bir Dali ve bir Miro’ya takıldım kaldım.‘İspanya gezimizin anıları’ dedi.

‘Benim hatırladığım, sen bir memur çocuğuydun. Bunlar nereden?’
‘Aptallıktan.’

Bu yanıttan hiçbir şey anlamadım, ama yine sordum:

‘Bu ev senin mi?’
‘Tabii, ama bir de yazlığımı görmelisin. Bir Yunan adası satın aldım. Oraya bir yazlık yaptırdım. Özel helikopterimle arada bir kaçıyorum.’
‘Bunca parayı nasıl kazandın lan?’
‘Çünkü ben bir salağım.’
‘Estağfurullah.’
‘Estağfurullahı filan yok, benim mesleğim salaklık.’
‘Nerede çalışıyorsun?’

Şakir, adını veremeyeceğim çok ünlü bir holdingin genel müdür yardımcısı olduğunu söyledi. Şaştım kaldım. Farkında olmadan,

‘Seni nasıl genel müdür yardımcısı yaptılar yahu?’ diye mırıldanmışım.

‘Salak olduğum için enayi... Sen genel müdür olsan yanına zeki birini ister miydin? Ben bir halt edince babam zeki olan ağabeyimi döverdi. Zeki adam tehlikelidir ve beladır. Seni yerinden eder. Zeki olanlar hababam sorun çıkarırlar. Salaklık nimettir. Herkes salakları sever ve gözetir. Çünkü tehlikesizdirler. Ayrıca insanda merhamet uyandırırlar. Salaklara herkes acır. Salaklığım sayesinde üniversiteyi bana bitirttiler. Sonra da bu şirkete memur olarak girdim. Şef yardımcısı, müdür yardımcısı, derken genel müdür yardımcısı oldum. Sen zekiydin de ne oldun? Altmışını geçtin, hálá üç otuz para maaşa talim ediyorsun.’

Bir ara, altın kakmalı fildişi bir satranç takımına gözüm ilişti. Şakir,

‘Oynayalım mı?’ diye sordu.
‘Haydi be, sen tavlayı bile doğru dürüst oynayamazdın!’ Oynadık, herif beni 18. hamlede mat etti. Hem de benim gibi bir ustayı!..

O sırada salona yeşil gözlü, ceylan sekişli, Şakir’den en az 30 yaş daha genç bir hanım girdi. Şakir’e merhamet ve sevgi dolu bakışlarla bakıp,

‘Ruhum, canım, bir tanem. Senin uyku saatin çoktan geçti. Gel seni yatırayım!’ dedi ve Şakir’i alıp götürdü.

Salon kapısından çıkarken Şakir, kafasını kapının pervazına çarptı.

Ben de zeki zeki gülümsedim.

Oğuz Aral - Huysuz İhtiyar

Perşembe, Temmuz 28, 2005

Güne Mutlu Başlamanın Yolları

Güne mutlu bir başlangıç yapmak için mutlu uyanmak lazım. Önerilere kulak verin.

Uyanma Yogası
İki eliniz ve dizleriniz üzerinde yere çökün. Sadece el ve ayak parmaklarınızın üzerinde duracak şekilde vücudunuzu iyice gerin. Poponuzu yukarı kaldırın, başınızı öne doğru yumuşakça bırakın. Bir kaç kez tekrarlayın. Tüm kaslarınız gerilecek ve kan beyninize daha çabuk ulaşacak.
Suyun Gücü
Güne bir bardak ılık su ile başlayın. İsterseniz içine biraz limon da sıkabilirsiniz. Ayrıca yüzünüzü 10 kez soğuk suyla yıkayın.
Yüz Fırçalama
Sabahları yumuşak bir fırçayla yapacağınız yüz masajı her cilt tipinde uygulanabiliyor. Hatta yüz temizleyicinizden de bir kaç damla fırçaya damlatabilirsiniz.
Mimiklere Karşı
Başınızın arkasından ve önünden kalın bir tutam saçınızı tutup canınız acıyana kadar çekin. Aynı hareketi başınızın sağ ve sol yanı için uygulayın. Düzenli olarak yapıldığında cildinizin gerginleştiğini hissedebilirsiniz.
Temiz Nefes
Dişlerinizi fırçaladıktan sonra dilinizi de fırçalamayı deneyin.
Etkili Bakışlar
Şişen gözler için bitkisel içerikli göz jelini; göz altlarına dışarıdan içeriye doğru uygulayın. Parmaklarınızın yardımıyla hafif bir masajla iyice etki etmesini sağlayabilirsiniz.
Artık uyanabilirsiniz...
Günaydın :)))

Çarşamba, Temmuz 27, 2005

Değişmek

Yaşadığımız hayat tercih ettiklerimizdir bana göre. Kimilerine göre de tercih etmediklerimiz...

Çoğu zaman oluşturduğumuz rutinde devam ediyoruz yaşamaya. Yeni bir şeye başlamak; istemesek de yapmak zorunda olduklarımızı değiştirmek hep cesaret-güç istiyor. Her şeye yeniden başlamak cesaret istiyor. Ortalamada idare edebiliyorsak ne gerek var sıkıntıya girmeye deyip vazgeçebiliyoruz. Kendimizden... Daha mutlu olmaktan... Asgari müştereklerde buluşup; yuvarlanıp gidiyoruz

Önce dibe vurmak lazım...

Önce dibe vurmak lazım ki; tabandan alınan güçle daha yukarı çıkabilsin. Üst üste biriken günleri yok saymak zor. Ama o üst üste yerleşenler amaca ulaşmak için yükseltemiyorsa; yıkmak en doğrusu belki de. Vazgeçmek anlamsız inattan. Olmuyorsa, başkasını denemek.

Daha iyi; daha güzel olacağı umuduyla...

Ama önce kendine inanmak

Salı, Temmuz 26, 2005

Dostluk İpi



Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkanı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış.Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış. Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini. Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş.

Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, "Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer" diye söylenmiş. Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar, "Zavallı adamcağız kimbilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?" diye düşünmeye başlamış. Oysa terzinin düşlediği
paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadamı terzinin yanına yaklaşıp, "Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim" deyince, "Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş" diye yanıt vermiş terzi. Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş. "Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?"diye soran yaşlı adam, "Ben terziyim" yanıtını alınca "Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi. Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş.

Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam,terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkan önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık "ünlü işadamı" diye anılır olmuş. Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete
gidememiş. Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş. Ve başlamış anlatmaya:

"Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş. Ağacların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş.Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona "Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın" demiş. Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış.Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. "

Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipini koparmasaydın...

Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş…

Dostluk iplerini koparmamız dileğiyle...

* Maillerden gelen bir hikaye kaynağı bilinmiyor

Pazartesi, Temmuz 25, 2005

Bir Nefes

Her şey bir nefesle başladı...

Bir bebeğin dünyaya geldiğinde bilinçsizce yaptığı ilk şey nefes almaktır şüphesiz. Varlığını devam ettirebilmek için de sürdürdüğü.

Neyse ki nefes almak bizim bilinçli olarak yapmak zorunda olmadığımız bir eylem, yoksa işlere dalıp onu da sık sık unutmamız muhtemel olabilirdi. Ancak zaman zaman aldığımız nefesin bilincine varıp gerçekten doğru soluk alıp vermek yaşam kalitemizin artmasını sağlayacaktır.

Doğru alınan nefes; beyne daha fazla oksijen gitmesini sağlayarak beyin fonksiyonlarının daha verimli çalışmasına olanak sağlar. Yeni fikirler üretme; daha sakin ve pozitif düşünme; zihni temizleme sadece bir kaçı. Doğru nefesle ciğerlere daha fazla hava dolacağından organlara oksijen taşıma görevini yerine getiren kalbe yardımcı olabiliriz. Böylece vücuttaki kan kalitesi, artmış olan oksijen oranı nedeniyle yükselir. Bu da sistemden toksinlerin atılmasına yardımcı olur.

Uzakdoğu felsefelerinin pek çoğunun temelini de -doğru nefes- oluşturur. Bedenin ve ruhun disiplini hep doğru ve derin nefesle sağlanır.

Doğru nefes nedir?
· Ciğerleri dakikada 4 ile 6 litre arasında hava ile doldurmak.
· Nefes alıp verirken göğüs yerine diyaframı hareket ettirmek: Çünkü diyaframın kullanılması daha ağır ve her seferinde daha fazla hava teneffüs etmemizi sağlar. Ayrıca diyaframın hareket etmesi karın bölgesindeki organlara masaj etkisi yaparak göğüs ve karın boşluğundaki basınç farklılığını ortadan kaldırır. Mide ve safra kesesinin yukarı hareketini engelleyerek, reflüyü (mide suyunun yemek borusuna ve daha yukarlara çıkması) ve çeşitli safra kesesi hastalıklarına iyi gelmektedir.
· Solunumu ağız yerine burundan yapmak.

Doğru nefes almaya başlamak için bir kaç küçük egzersizin faydası olacaktır. Rahat edeceğiniz bir odada sırtüstü yatarak göbek deliğinizin hemen altına bir kitap yerleştirin; aldığınız nefesle bu kitabın yükselmesini nefes verişinizle de alçalmasını sağlayın. Bu şekilde 3-4 dakika nefes alıp verin. Aynı işlemi kitabı göbek deliğinizin yukarısına gelecek şekilde yerleştirerek tekrarlayın. İlk iki adımı birleştirerek karnınızın hem altını hem üstünü şişirerek nefes alıp sonra nefesinizi verin. Nefes alırken karın altından başlayarak karın üstü ve göğsü şişirene kadar içinize nefesi çekin. Ve yavaşça bırakın. Nefes verme süresi; nefes alma süresinden daha uzun olmalıdır. Böylece doğal diyafram solunumu gerçekleşmiş oluyor.

Son olarak doğru nefes almanın faydaları

- Vücuttaki kan kalitesi, artmış olan oksijen oranı nedeniyle yükselir. Bu da sistemden toksinlerin atılmasına yardımcı olur.

- Besinler daha iyi emilir ve sindirilir. Mide gibi sindirim sistemi organları daha fazla oksijen alır ve daha iyi çalışır.

- Beyin, omurilik, sinir merkezleri ve sinirler dahil olmak üzere sinir sisteminin sağlığında düzelme sağlanır. Bunun nedeni artan oksijen girişiyle sinir sisteminin iyi beslenmiş olmasıdır. Bu da vücudun her bölgesine ulaşan sinir sisteminden tüm vücuda sağlık yayılması anlamına gelir.

- Vücudun salgı bezlerinde gençleşme görülür. Bunun nedeni şudur: beyin diğer organlara nazaran üç kat fazla oksijene ihtiyaç duyar. Bu da yeterince beslendiğinde kontrol ettiği bezlerin iyi çalışarak metabolizmanın gençleşmesine yardımcı olacağı anlamına gelir.

- Cilt gençleşir. Kırışıklarda azalma yaşanır ve cilt pürüzsüzleşir.

- Derin solunum sırasında diyaframın hareketi iç organlara masaj etkisi yaparak bu organlardaki kan dolaşımını uyarır.

- Derin, yavaş solunum kalbin yükünü hafifletir. Bu da daha dinç, daha etkin ve kuvvetli bir kalp demektir. Ayrıca daha düşük tansiyon ve dolayısıyla daha az kalp hastalığı ihtimali anlamına da gelir.

- Derin ve yavaş solunum kilo kontrolüne de yardımcı olur. Eğer fazla kilonuz varsa fazladan alacağınız oksijen yağlarınızın daha etkili yakılmasına yardımcı olur. Eğer fazla zayıfsanız fazladan alacağınız oksijen aç kalmış olan doku ve bezlerin beslenmesine yardımcı olur. Bir başka deyişle doğru nefes, doğru kiloya yardımcı olur.

- Yavaş, derin ve ritmik solunum kasların yavaşlayarak kalp atışlarınızın yavaşlamasını sağlayacak ve sonuç olarak vücutla birlikte kafanızın da rahatlamasına yardımcı olacaktır.


Doğru ve sağlıklı nefesler aldığımız mutlu bir hafta olması dileğiyle...


* Bazı bölümler için www.renks.com dan yararlanıldı.

Cuma, Temmuz 22, 2005

Serin Davet - Şelale


Kavurucu sıcağın içinde toprak yoldan ilerlediğinizde birden serin bir vadinin içinde buluyorsunuz kendinizi. Yeşil’den başka renk yok sanki. Büyük ve sık yapraklı ağaçlar arasında ilerlerken sağ tarafta bir derenin aktığını farkediyorsunuz. Bazı noktalarda da dereye dökülen küçük şelalelerin olduğunu. Sudan üç - dört metre yükseklikteki tahta köprüyü geçerek derenin öteki tarafına geçildiğinde bir kaç dakikalık bir tırmanma yolu başlıyor. Hatta bazı yerlerde rahat çıkılabilmesi için küçük tahta basamaklar bile var. Üç - dört metre aşağıda bir dere akıyor; ayaklarının hemen yanında daracık oluk gibi buz gibi berrak bir su. Yürürken zaman zaman bu suyun içine de bir adım atmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Ağaçlar o kadar sık ki; güneş sadece belli bölgeleri aydınlatabiliyor. Masal gibi ortamın nedenlerinden biri de bu bence.

Küçük yürüyüşün ardından karşınızda şelale...

Birbirine bağlı küçük küçük havuzlardan en derini şelalenin aktığı yer; sanırım iki - üç metre derinliğinde. (Bundan 10 sene önce şelaleye ilk gittiğimde atlayanlar vardı. Ancak şimdilerde yasak tabelası koymuşlar; çünkü ufak bir denge kaybıyla sadece bir metre derinliğe de düşebilirsiniz). Etrafı kocaman kayalarla çevrili bu düzlükten çıkıp tekrar tırmanma yoluna döndüğünüzde bir dakika sonra başka bir doğa harikası ile karşılaşıyorsunuz.


Sol tarafınızda oyuklardan oluşan yüksek bir kayanın üzerinden dökülen bir şelale. Biraz cesaretle tırmandığınızda oyuklardan birine rahatlıkla yerleşerek kendinizi soğuk suyun akışına bırakabiliyorsunuz. Müthiş bir duygu. Kimi yerde bileğinize kadar ; kimi yerde dizinize kadar suya girdiğiniz kaya havuzlarında yürümeye devam ettiğinizde; derenin yukardan gelen kaynağına doğru ilerleyebiliyorsunuz. Tam bu noktada büyük bir ağacın bir zamanlar dal olan ancak şimdi gövde diyebileceğimiz geniş bedeni derenin üzerine eğilmiş manzaranın biraz daha güzelleşmesine katkı sağlıyor. Ormanın sessizliği yada kendine özgü sesi ve yüksekten akan şelalelerin çıkardığı uğultu gerçek dünyayla ilgili hiç bir şey düşünmenize fırsat bırakmıyor.

Ağacın sol tarafından yukarıya doğru tırmandığınızda oyuklu kayanın tepesine ulaşıyorsunuz.. Yine yanlardan akan küçük su kanalları.


Şelale’de yüzmek diyemiycem çünkü yüzebilecek kadar derin ve geniş değil, ancak o suyun içinde olmak; orayı yaşamak çok rahatlatıcı. Ve bence oraya gitmişken bütün günü orada geçirmek en doğrusu.


Gitmek isteyen olursa; Marmaris Orhaniye’de bulunan Turgut köyünü hemen geçtikten sonra Şelale tabelasını göreceksiniz. Yoldan 200 m içerideki şelale mevkiine toprak yolla araçla gitmek mümkün. Marmaris’te günübirlik düzenlenen jeep safarilerin mutlaka uğrak yeri. Ancak bunun dışında Marmaris’teki tüm minibüslerin kalktığı yerden Turgut Köyü şelaleye giden minibüsler de var.

Açıkhava'da Candan Erçetin

Artık bizim için gelenekselleşen; Açıkhava'da Candan Erçetin konserindeydim dün akşam. Genelde konserleri birbirinden çok farklı olmasa da her sene Candan Erçetin'i dinlemek keyif veriyor.

Girişte birer paket Selpak dağıtıldı; herkesin yorumu çok duygusal bir gece olacağı yönündeydi ama gecenin sonunda tam tersi olduğu ortaya çıktı. Koro filminde söylediği şarkıyı Kuştepe Çocuk Korosu ile seslendirdi. İkinci bölümde de Buzuki Orhan diye bilinen Orhan Osman'la birlikte göçmen şarkıları söyledi; söyledik. Ve herkesin elinde beyaz mendiller; havalarda...

Candan Erçetin şimdiye kadar konserlerinde hiç söylemediği şarkıları da söyledi; bazı şarkılarını da birleştirerek söylediğinden çok fazla şarkı dinleme imkanı bulduk.

Her sene olduğu gibi merdivenler de dahil olmak üzere her yer doluydu ve Candan Erçetin şarkılarına eşlik eden binlerce kişilik muhteşem bir koro vardı.

"anlatacak hikayelerim bitmedi henüz
anlaşacak dostlarım tükenmedi
yorgunluk, kırgınlık hepsi gelir geçer
her şeye rağmen yaşamak güzel"

2004- Melek albümünden "Yaşıyorum"

Perşembe, Temmuz 21, 2005

Herkes huzuru arıyor...



Dostlarda; kitaplarda; ilaçlarda; alkolde; eşinde, işinde; çocuğunda; sigara paketinde; düşlerde; denizlerde; derinlerde; yalnızlığında; kalabalıklarda... Birbirinden farklı pek çok şekilde arıyoruz.

İyi şans gibi huzuru da yaratmak elimizde aslında. Kötü olan başımıza gelen değil; bizim onu algılayıp ona verdiğimiz tepkidir biraz da.

Huzuru bulmak için...

Her doğan gün yeni bir gündür çok klasik bir laf olsa da; yeni gün doğarken arınmıştır her şeyden. Biz bir önceki günden kalanları sırtlanıp ona gideriz sadece.

Hergün etrafımızda yüzlerce mucize oluyor ama hiç birinin farkına varmadan yanlarından öylesine geçip gidiyoruz. Güneşin doğması; geceleyin yapraklarını kapatan çiçeklerin açması. Bir bebeğin dünyaya gelmesi ve daha bir çok şey.

İmkanınız varsa küçük bir çocukla; büyük gibi değil de çocuk gibi oynayın. Onun gibi düşünün; onun sizi yönetmesine izin verin. Ve başka hiç bir şey düşünmeyin.

Ağlayın. Gerçekten ağlamak istiyorsanız; duygularınızı bastırmadan ağlayın. Aniden bastıran yağmur sonrasında doğadaki tazeliği, canlılığı düşünün.

Biriktirmeyin. Ne üzüntüleri ne de neşeleri. Paylaşın. Kimseye anlatamadıklarınızı da yazın. En kötü ihtimal son noktayı koyduktan sonra yırtarsınız biter.

Güvendiğiniz limanlara sığınmaktan çekinmeyin. Fırtınada denizde olan aldığı yaraları onarırken; siz hava açtığında hemen yola çıkarsınız.

Bedeninizi dinleyin. Nefes alabiliyorsanız; bunun farkındaysanız her şey yolunda demektir.



Ve sadece seyredin...

Çarşamba, Temmuz 20, 2005

İyi Şanslar !


Yaşadığımız olayları zaman zaman şans ve şanssızlıklara bağlarız. Şans’ın varlığını inkar etmiyorum ama iyi şansın ya da kötü şansın oluşmasında bizim de payımız olduğunu düşünüyorum. Epsilon Yayınları’ndan çıkan Alex Rovira ve Fernando Trias de Bes’in yazdığı “İyi Şanslar” kitabı; masalsı anlatımıyla iyi şansın nasıl yaratılacağından bahsediyor. Masal diyorum çünkü bilge Merlin; şövalyeler arasında düzenlenen yarışmada Unutulmuş Vadi’nin arkasındaki on iki tepenin ötesindeki Büyülü Orman’da açacak olan Sihirli Yonca’yı getirmelerini istiyor. Sadece iki şövalyenin bulmaya karar verdiği; diğerlerinin vazgeçtiği yarışmanın sonunda Sihirli Yonca’ya ulaşan şövalyenin izlediği yolu paylaşmak istedim. Bu masalı okumanızı tavsiye ederim.

İyi Şansın 1. kuralı
Şans uzun süreli değildir, çünkü bize bağlıdır.
İyi şans sonsuza dek devam eder. Çünkü onu biz yaratırız.

İyi Şansın 2. kuralı
Çok kişi iyi şans ister;
Ama pek az kişi iyi şansın peşine düşmeye gönüllüdür.

İyi Şansın 3. kuralı
Eğer şu anda iyi şanstan yoksunsanız; belki de bu mevcut koşullardan kaynaklanıyordur.
İyi şansı yakalamak için yeni koşullar yaratmalısınız

İyi Şansın 4. kuralı
İyi şans için gerekli yeni koşulları oluşturmak; sadece kendi çıkarlarınızı düşünmeniz anlamına gelmez.
Başkalarına da yardımcı olacak koşulları yaratırsanız iyi şansı yakalama olasılığınız artar.

İyi Şansın 5. kuralı
Yeni koşullar yaratmayı ertelerseniz, iyi şansı asla yakalayamazsınız
Yeni koşulları yaratmak bazen çok çalışmayı gerektirir ama... bunu sakın ertelemeyin

İyi Şansın 6. kuralı
Bazen doğru gibi görünen koşullarda bile iyi şans yakalanmaz. Bu durumda
gereksiz gibi görünen ama vazgeçilmez olan koşulları küçük ayrıntılarda arayın.

İyi Şansın 7. kuralı
Sadece talihe inananlara; koşulları yaratmaya çalışmak saçma gelir
Koşulları yaratanlar; talihi düşünüp endişelenmezler

İyi Şansın 8. kuralı
Hiç kimse iyi şansı satamaz. İyi şans satılamaz.
Şans satarım diyen hiç kimseye inanmayın

İyi Şansın 9. kuralı
Bütün koşulları yarattıktan sonra, sabırlı olun, pes etmeyin
İyi şansın gelmesi için; inancınızı koruyun.

İyi Şansın 10. kuralı
İyi şansı yaratmanın sırrı; fırsatlar için gerekli koşulları hazırlamaktır.
Şans, fırsat ve hazırlıkların toplamıdır. Fırsatlar ise hep vardır.

Gül Kokusu


Her şeyin gerçeğinin kokusu o kadar uzaklaşmış ki bizden. Ne kadardır gerçekten gül gibi kokan bir gül koklamadığımı elime sürdüğüm gül kokulu kremle farkettim. Ben gerçek gül kokusunu bilecek kadar şanslıyım.

Acaba gerçekten Isparta'nın sokakları gül mü kokuyordur? Sürekli böyle bir koku bilmem ki nasıl çarpar insanı...

Anneannemin bahçesinde Rize'den getirip diktiği güller vardı. Benim için her gül kokusu onlar demek. Beyaz dikensizdi; diğerleri pembe ve de kırmızıydı. Ama kokuları; burnunun ucuna yapıştır ve saatlerce öyle nefes al.

Bahçenin kapısı kilitli; etrafı telle sarılıydı. İçeriye sadece anneannemle -hacıannemle- girebilirdik yada teyzemlerle. Güller açmışsa mutlaka koklardım. O zamanlar o kadar çok koklamışım ki demek halen daha çok nadir de olsa kokularını duyuyormuşum gibi geliyor.

-bir iki sene önce hacıannemin güllerinin kokusunu hissettiğimde böyle bir yazı daha yazmıştım. ama o zaman kokuyu hissettirecek ne krem vardı ne de başka birşey. Sadece duygularımın bir oyunu -

Hanımeli de vardı; bahçenin yan duvarını sarmış. Bir de onların kokusu. Şimdi de nerde bir hanımeli görsem koklamadan geçmem ya da bir dal kırıp vazoya koymadan. Bahçedeki sebzeler yada meyvalar beni hiç ilgilendirmedi. hiç açtığına şahit olmadığım mandalina ağacı; incirler olduğunda çıkmamıza izin verilen incir topladığımız ağaç. Lahanalar ve sümüklüböcekler:))

Bahçenin o haliyle bildiğim kadarıyla hiç resim yok. Tahta kafesli kapısı; bahçenin etrafını saran ince telleri; çiçekleri; sümüklüböcekleri; annemin taburesine oturup bizi yönlendirerek bahçenin köşelerinde yapmak istediklerini yaptırması. Bahçenin içine girip köşelerine gitmek ne zevkliydi. Toplasan 10-15 metrekareyi geçmez ama ne güzel duygular bırakmış bende. Bahçe olarak ayrılan bölümün dışında kokulu üzüm asması vardı; bir de duvar boyunca kiremit kırmızısı renkte tahta oturacak. Sokaktan bahçeye girilen yeşil boyalı tahta bahçe kapısı. Yan yana dizilmiş kömürlüklerin kapısı da kırmızıydı. Oraların en güzel yıllarını yaşadım bence. Şanslıyım.

Sonra herşey bir bir yok oldu. Sırasını hatırlamıyorum ama asma kurudu yada kestiler; bahçedeki tahta oturacak kırıldı; birisinin sobasında yandı, büyük bahçe kapısı da kırıldı yapılmadı. Bir gün o da bir sobada yandı. Bahçebakımsızlıktan kurumaya yok olmaya başladı ve yok oldu. Hacıbabam gitti, Hacıannem gitti. Şimdi...

her yer dümdüz. ne incir ağacının kökü ne bahçenin kapısı ne de başka bir şey sadece kuru ve dümdüz bir toprak. Büyük bahçe kapısı da yok. Taş bir kemerden giriyorsun içeriye. Eski halini görmeyene anlatsan inanmayacağı kadar kocaman bir boşluk.

Zaman sadece şimdiki zaman. Yaşadığımıza emin olabileceğimiz; tadını alabileceğimiz. Bu yazıyı yazdığım için mutluyum; başkalarıyla paylaşabildiğim için de mutluyum. Yarın da var mıyım bilmiyorum ama ben şu anda mutluyum.

* Resim için Nuri Yontucu'ya teşekkürler

Salı, Temmuz 19, 2005

Merhaba


İlk yazım; ilk merhaba...

Nereden ve nasıl başlıyacağımı bilmiyorum. Ama oturup beklemektense yola çıkıp yolumu bulmaya çalışmak daha doğru bence.

Bu sayfalardan bazen içimize yaptığımız yolculukları, dostlukları, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi, güzel olan herşeyi kısacası yaşamı paylaşalım istedim.

Nuh'un Gemisi

Ünlü bir yönetici, "bilmem gereken her şeyi, Nuh'un Gemisi'nden öğrendim,"demiş. Nelermiş öğrendikleri?

1. Doğru gemiyi kaçırma.
2. Hepimizin ayni gemide olduğunu unutma.
3. Vakit gelip çatmadan planını yap. Hz. Nuh, gemisini inşa ederken yağmur yağmıyordu!
4. Kendine hep iyi bak ve büyük günü bekle. Altmışına merdiven dayadığında bile, gerçekten büyük bir iş yapman için önün açılabilir.
5. Eleştirileri dinle, eleştirenlere kulak asma, yapılması gerekeni yapmaya devam et.
6. Geleceğini zirveler üzerine kur, dalgalar sana ulaşamasın.
7. Ne olur ne olmaz, eşinle yola çık.
8. Hız her zaman kazandırmaz. Yılanlar da gemideydi, çitalar da.
9. Üzerinde aşırı baskı hissettiğinde, bir süre boşlukta yüz.
10. Titanik'in profesyoneller, Nuh'un gemisinin ise amatörler tarafından yapıldığını unutma.
11. Fırtınanın gücü ne olursa olsun, eğer Allah'ın safındaysan, seni bekleyen bir gökkuşağı mutlaka vardır.

* Kaynak: chelebimekani yahoo groups maillerinden bana ulaştı. Gerçek kaynağını bilmiyorum.