Perşembe, Ağustos 16, 2007
Hayallere devam
Hande yazıyor...
Yeni Bir Hayat
Bugün çok yazasım var belli, üçüncüyü yazıyorum.
Pek çok evde sevinç var bugün, bazılarındaysa üzüntü.
Üniversite sınav sonuçları açıklandı, daha doğrusu kimin nerede okuyacağı ilan edildi. Yılların çabası yeni bir kapıdan içeri girmelerini sağladı pek çoğunun. Umarım herkes girdiği bölümde mutlu ve başarılı olur, mezun olunca da pişman olmadan güzel bir yaşam kurar kendine.
Benim için iki sevinçli haber var. Kuzenlerimin çocuklarından Orhun, İTÜ İşletme Mühendisliği; Kurthan'da Bilgi Üniversitesi Hukuk'u kazandı. Üstelik bugün Kurthan'ın doğum günü. Tam hediye oldu ona. Çalışıp hakettiği bir hediye.
Kazanamayanlar yada istediklerine ulaşamayanlara da teselli vermek istiyorum. Hayat her zaman düz gitmiyor, her istenen istendiği anda kolayca olmuyor. Bazen dolaşarak gitmek gerekebiliyor hedefe ama önemli olan hedeften vazgeçmemek. Benim üniversite eğitimim buna güzel bir örnek olabilir diye düşünüyorum.
Lise'de başarılı bir öğrenci sayılırdım. Sınavda da fena bir puan almamıştım ama İstanbul'da 4 yıllık istediğim hiç bir yere giremedim. -O zamanlar üç dört üniversiteden fazlası yoktu İstanbul'da- Sondan bir önceki tercihim olan Satış Yönetimi'ni kazandım. Bir sonraki tercihim de Sekreterlik ve Büro Yönetimi'ydi.
Satış Yönetimi ne olduğunu bilmeden girdiğim bir bölümdü. Ama çok şanslıydım ki Marmara Üniversitesi'nde bölüm hocalarımız mükemmel bir pazarlama eğitimi verdiler bize. Ve ben kendimi, sevebileceğim mesleği buldum. 2 yıl sonunda dikey geçişle fakülteye geçmekti amacım ilk 3'te yer almama rağmen o sene yönetmelik değiştiği içn sadece bölüm birincileri geçebildi. Ben yine dışarda kaldım. Anadolu Üniversitesi'ne başvurdum. İntibak programıyla 3-4'ü okudum. 2000'de lisans diplomam elimdeydi. Bu sürede de iş hayatına başlamıştım artık. Derken LES'i verdim. Yüksek lisansı kazandım.
Gündüz iş, haftanın beş günü akşam okulda 10'lara kadar ders, evde gece yarılarına kadar ödevler ve tezim. Nihayetinde çok sevdiğim pazarlamada yüksek lisansımı da yüksek dereceyle aldım.
Yolum biraz uzundu ama hedefimden hiç vazgeçmedim.
Pek çok evde sevinç var bugün, bazılarındaysa üzüntü.
Üniversite sınav sonuçları açıklandı, daha doğrusu kimin nerede okuyacağı ilan edildi. Yılların çabası yeni bir kapıdan içeri girmelerini sağladı pek çoğunun. Umarım herkes girdiği bölümde mutlu ve başarılı olur, mezun olunca da pişman olmadan güzel bir yaşam kurar kendine.
Benim için iki sevinçli haber var. Kuzenlerimin çocuklarından Orhun, İTÜ İşletme Mühendisliği; Kurthan'da Bilgi Üniversitesi Hukuk'u kazandı. Üstelik bugün Kurthan'ın doğum günü. Tam hediye oldu ona. Çalışıp hakettiği bir hediye.
Kazanamayanlar yada istediklerine ulaşamayanlara da teselli vermek istiyorum. Hayat her zaman düz gitmiyor, her istenen istendiği anda kolayca olmuyor. Bazen dolaşarak gitmek gerekebiliyor hedefe ama önemli olan hedeften vazgeçmemek. Benim üniversite eğitimim buna güzel bir örnek olabilir diye düşünüyorum.
Lise'de başarılı bir öğrenci sayılırdım. Sınavda da fena bir puan almamıştım ama İstanbul'da 4 yıllık istediğim hiç bir yere giremedim. -O zamanlar üç dört üniversiteden fazlası yoktu İstanbul'da- Sondan bir önceki tercihim olan Satış Yönetimi'ni kazandım. Bir sonraki tercihim de Sekreterlik ve Büro Yönetimi'ydi.
Satış Yönetimi ne olduğunu bilmeden girdiğim bir bölümdü. Ama çok şanslıydım ki Marmara Üniversitesi'nde bölüm hocalarımız mükemmel bir pazarlama eğitimi verdiler bize. Ve ben kendimi, sevebileceğim mesleği buldum. 2 yıl sonunda dikey geçişle fakülteye geçmekti amacım ilk 3'te yer almama rağmen o sene yönetmelik değiştiği içn sadece bölüm birincileri geçebildi. Ben yine dışarda kaldım. Anadolu Üniversitesi'ne başvurdum. İntibak programıyla 3-4'ü okudum. 2000'de lisans diplomam elimdeydi. Bu sürede de iş hayatına başlamıştım artık. Derken LES'i verdim. Yüksek lisansı kazandım.
Gündüz iş, haftanın beş günü akşam okulda 10'lara kadar ders, evde gece yarılarına kadar ödevler ve tezim. Nihayetinde çok sevdiğim pazarlamada yüksek lisansımı da yüksek dereceyle aldım.
Yolum biraz uzundu ama hedefimden hiç vazgeçmedim.
2007 Mevlana Yılı
UNESCO tarafından 2007 Mevlana Yılı olarak ilan edilmişti. Ve yıl bitmek üzere. Çeşitli etkinlikler yapılmaya devam ediyor. İstanbul’un meydanlarında sema gösterileri yapılıyor. İlki Sultanahmet’te yapıldı ancak gidemedim. Sonuncusu 25 Ağustos Cumartesi günü 19:30’da yine Sultanahmet’te yapılacak. Böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyenler için şimdiden hatırlatayım istedim.

Yazıyı hazırlarken Sultanahmet’teki ilk gösteri hakkında bir köşe yazısı ilgimi çekti. Okumak isterseniz tıklayabilirsiniz.
Ayrıca İstanbul’da Mevlana Yılı etkinlikleri ve ilgili sitelerin linkleri...
Etkinlik Programı
http://www.istanbuldamevlana.org/
http://www.mevlanayili.gov.tr/
http://www.semazen.net/

Yazıyı hazırlarken Sultanahmet’teki ilk gösteri hakkında bir köşe yazısı ilgimi çekti. Okumak isterseniz tıklayabilirsiniz.
Ayrıca İstanbul’da Mevlana Yılı etkinlikleri ve ilgili sitelerin linkleri...
Etkinlik Programı
http://www.istanbuldamevlana.org/
http://www.mevlanayili.gov.tr/
http://www.semazen.net/
Yaz Dizileri
Asortik Krep’ten kıskandım. ATV’deki Senden Başka dizisini yazmış. Ben de Hande’nin dizideki Hayriye’yi anlatmasıyla seyretmeye başladım. Komik. Hem Hayri Amca’yı istemiyor hem de getirdiği gofretlerden vazgeçmiyor.
Benim bu yaz ki favorim Nazlı Yarim. Show TV’de. Ratingleri pek iyi olmasa gerek ki; iyice abuk bir saate koydular. 22:45 deyip 23:30’da başlatıyorlar. İlk başladığında 20:30 gibi güzel bir saatteydi. Çok geç bu hafta izlemeyeceğim dememe rağmen, her hafta 01:30’a kadar ekran başında kalıyorum.
Diziyi sevme nedenime gelince; iyi tiyatrocuların oynadığı gerçeğinin ötesinde benim aşık olduğum yerlerde geçiyor olması en büyük neden. Trabzon Sürmene’de çekiliyor. Gezip gördüğüm yeşili maviyi yeniden yaşatıyor bana. Dağlarda yeşilin tonları kelimesinin sadece süslü bir anlatım olmadığını ancak orayı gidip gördüğünüzde anlayabilirsiniz.
Karadeniz insanının sıcaklığı, sevimli şivesi, esprili karakteri beni mutlu ediyor.
Dedim ya gezdiğim yerleri yeniden görmek inanılmaz keyif veriyor. Hele geçen haftaki bölümde Sümela Manastırı ve 2. Şelale Zaferi’mi gerçekleştirdiğim şelalenin görüntülerinin geçiş sahnelerinde yer alması çok hoşuma gitti. Artık o benim şelalem :))
Karadeniz gezi resimleri gördükten sonra Hande’de büyük bir hevesle Karadeniz turuna niyetlendi. Aradı, taradı, inceledi, konuştu. Ama böyle bir geziye tek başına çıkmanın çok iyi bir fikir olmadığını sonunda o da kabul etti ve başka bir zamana erteledi. Ben de bu diziyi izlemesi konusunda ısrar etsem de; yaramı deşme deyip inatla izlemiyor.
Benim bu yaz ki favorim Nazlı Yarim. Show TV’de. Ratingleri pek iyi olmasa gerek ki; iyice abuk bir saate koydular. 22:45 deyip 23:30’da başlatıyorlar. İlk başladığında 20:30 gibi güzel bir saatteydi. Çok geç bu hafta izlemeyeceğim dememe rağmen, her hafta 01:30’a kadar ekran başında kalıyorum.
Diziyi sevme nedenime gelince; iyi tiyatrocuların oynadığı gerçeğinin ötesinde benim aşık olduğum yerlerde geçiyor olması en büyük neden. Trabzon Sürmene’de çekiliyor. Gezip gördüğüm yeşili maviyi yeniden yaşatıyor bana. Dağlarda yeşilin tonları kelimesinin sadece süslü bir anlatım olmadığını ancak orayı gidip gördüğünüzde anlayabilirsiniz.
Karadeniz insanının sıcaklığı, sevimli şivesi, esprili karakteri beni mutlu ediyor.
Dedim ya gezdiğim yerleri yeniden görmek inanılmaz keyif veriyor. Hele geçen haftaki bölümde Sümela Manastırı ve 2. Şelale Zaferi’mi gerçekleştirdiğim şelalenin görüntülerinin geçiş sahnelerinde yer alması çok hoşuma gitti. Artık o benim şelalem :))
Karadeniz gezi resimleri gördükten sonra Hande’de büyük bir hevesle Karadeniz turuna niyetlendi. Aradı, taradı, inceledi, konuştu. Ama böyle bir geziye tek başına çıkmanın çok iyi bir fikir olmadığını sonunda o da kabul etti ve başka bir zamana erteledi. Ben de bu diziyi izlemesi konusunda ısrar etsem de; yaramı deşme deyip inatla izlemiyor.
Çarşamba, Ağustos 15, 2007
3 şarkı
Emre Altuğ'un albümlerinde birbirinin aynı üç şarkı farkettim. Hiçbir albümünün tamamını dinlemediğim için rakam belki artabilir ama eksilmez.
Yoo şikayetçi değilim çünkü bu üç şarkıyı da çok severek dinliyorum ama birbirine bu kadar benzer şarkılar bana ilginç geldi.
Gidecek Yerim mi Var?
Aşk-ı Kıyamet
Neyleyim
Özellikle Aşk-ı Kıyamet'in klibini çok beğeniyorum.
Bu sabah gündemim müzik oldu nedense. Her sabah müzik dinlerim genelde ama bugün bi de üstelik yazıyorum.
Değinmeden geçemeyeceğim, sizin de es geçmemenizi önereceğim birisi var.
Yonca Lodi
Bazı sesler vardır benim için öyle çok popüler olmasalar bile beni onlara bağlayan bir şey vardır. İşte Yonca Lodi'de böyle birisi. Melih Kibar'ın son dönemde birlikte çalıştığı isimlerden biri olması, Melih Kibar büyüsümü acaba beni bu sese çeken.
Yoo şikayetçi değilim çünkü bu üç şarkıyı da çok severek dinliyorum ama birbirine bu kadar benzer şarkılar bana ilginç geldi.
Gidecek Yerim mi Var?
Aşk-ı Kıyamet
Neyleyim
Özellikle Aşk-ı Kıyamet'in klibini çok beğeniyorum.
Bu sabah gündemim müzik oldu nedense. Her sabah müzik dinlerim genelde ama bugün bi de üstelik yazıyorum.
Değinmeden geçemeyeceğim, sizin de es geçmemenizi önereceğim birisi var.
Yonca Lodi
Bazı sesler vardır benim için öyle çok popüler olmasalar bile beni onlara bağlayan bir şey vardır. İşte Yonca Lodi'de böyle birisi. Melih Kibar'ın son dönemde birlikte çalıştığı isimlerden biri olması, Melih Kibar büyüsümü acaba beni bu sese çeken.
Salı, Ağustos 14, 2007
Hayalleri gerçekleştirmek...
Hande Yazıyor...
Bu dünyaya geliş amacımın insanları mutlu etmek ve üretmek olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Boş geçirdiğim her dakika için üzülürüm ben. Eğer sağlıklı insansan kesinlikle bir hobin olmalı.
İşe ilk olarak saçları bağlamakla işe başladım ama önlük takmayı unutmuşum.


İtiraf etmeliyim ki bu haliyle bile süper bir pasta oldu. Hatta biz bir kaç kat yapıp süslemeden yedik.



Dediğim gibi son zamanlarda yaptığım en güzel şeydi bu kurs. Böyle birşeyle ilgilenirken inanın ki hiç birşey düşünmeye fırsatınız olmuyor. Hele üstüm başım pudra şekeri içinde babamın yanına gidip pastasını verdiğimdeki surat ifadesi herşeye değerdi.
Bu dünyaya geliş amacımın insanları mutlu etmek ve üretmek olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Boş geçirdiğim her dakika için üzülürüm ben. Eğer sağlıklı insansan kesinlikle bir hobin olmalı.
Ben yay burcuyum, bu yüzden de olur olmaz herşeye inanılmaz bir merakım var. Bir bakarsınız mutfaktayım bir bakarsınız mistik şeylerle uğraşıyorum. Hal böyle olunca eve gidince ne yapacağımı şaşırıyorum.
Ama son zamanlarda yaptığım en iyi şey Burcu'nun verdiği kurslara gitmek oldu. Üstelik işten izin aldım ve geçen hafta kendimi Yoğurtçu parkı'nın ordaki Bake Shop dükkanında soluğu aldım. Temel şeker hamuru kursunda...
Hiç kolay birşey değil, çok uğraş gerektiren bir iş. Ama sanırım çok çalışırsam elim hızlanır diye düşünüyorum. Birde arkasından bulaşıkları yıkamak olmasa...
Ev hayallerimde istediğim sadece bir kaç özellik vardır her zaman. Yeri, mekanı, lükslüğü falan hiç umrumda değil. Ama balkon ve büyük mutfak muhakkak olmalı. Birde perdeyi kapatıp yüzümü eve döndüğümde bir huzu kaplamalı içimi. Hepsi bu.
İşe ilk olarak saçları bağlamakla işe başladım ama önlük takmayı unutmuşum.
Pandispanyalarımızı pişirdik, kremamızı hazırladık, şeker hamurunu yaptık. Daha sonra pandispanyaların içine kremamızı sıvadık.

Tüm katları yerleştirdikten sonra kremamızı pastamızın her tarafına sıvıyoruz.

İtiraf etmeliyim ki bu haliyle bile süper bir pasta oldu. Hatta biz bir kaç kat yapıp süslemeden yedik.
Pastamızı buzdolabına dinlendirmeye kaldırıp şeker hamurumuzla ilgilenmeye başlıyoruz.

İşte asıl sabır, marifet bu kısımda kendini belli ediyor. Hamurumuzu pastamızın üstüne kaplıyoruz. Yapmak istediğimiz modellemeye göre şeker hamurumuzu renklendiriyoruz. Benim şansıma o akşam babamın doğum günü kutlaması vardı.

Veeeee sonuç:

Dediğim gibi son zamanlarda yaptığım en güzel şeydi bu kurs. Böyle birşeyle ilgilenirken inanın ki hiç birşey düşünmeye fırsatınız olmuyor. Hele üstüm başım pudra şekeri içinde babamın yanına gidip pastasını verdiğimdeki surat ifadesi herşeye değerdi.
Hande
Pazartesi, Ağustos 13, 2007
Ratatouille
Haftasonum sersem sepelek* geçti.
Cumartesi öğleden önce sokaklarda olmak pek yaramadı bana. Bütün gün ayakta kalabilme savaşı verdim desem yalan olmaz. Çünkü 1 saat yatıp, 1 saat ayakta kalabilmek için yeterli gücü toplayabiliyordum ancak. Ne soğuk duş, ne buzlu limonata hiç bir şey direncimi yükseltemedi. Başımda koca bir ağırlık var gibiydi. Neyseki akşam saatlerinde –kimbilir belki de havanın yakıcı etkisi azalınca- kendime gelmeye başladım.
Akşam yemeğinden sonra da Heidi’nin ilk üç bölümünü büyük bir keyif ve tutkuyla seyrettim. Gözümü kırpmadan oturmuş Heidi’yi seyredip bir yandan da çekirdek yerken kardeşime alay malzemesi olmaktan kurtulamadım.
Pazar sabah 6’da dışarıdan gelen “hırsız var” bağırtısıyla uyandım. Camdan baktığımda gri bir arabaya birisinin hızla binip arabanın son sürat geri geri siteden çıktığını gördüm. Arka sitenin giriş katında oturan birisinin tesadüfen olayı görmesi ve bağırması üzerine hırsızlar işlerini tamamlayamadan kaçtılar. Nolduğunu anlamaya çalışınca, bir süredir otoparkımızda duran gri renkli yabancı plakalı Mercedes’in sağ ön camının kırılmış olduğunu gördüm.
Hırsızlar arabadan ne aldı bilmiyorum ama hepimizin uykusunu çalmışlardı.
Ne evde durmaya, ne dışarı çıkmaya, ne de birşeyler yapmaya ne gücü ne de hevesi olmuyor insanın. Geçen haftasonu yaptıklarımla kıyaslanınca bu hafta sonu çok boş geçti bana göre.
Öğleden sonra televizyon kanallarında gezerken bir aşçı yamağı ve fare’nin olduğu bir animasyon film ilgimi çekti. Ancak kısa bir süre sonra “At cinemas soon” Disney –Pixar yazdı ekranda. Akşamın ilerleyen saatlerinde hikayeyi daha başından izleme fırsatı buldum.
Ünlü bir fransız restoranının mutfağında bulaşık suyuna benzer bir çorbayı eklediği baharatlarla çok lezzetli bir çorbaya dönüştüren fare Remy ile, aynı mutfağın çöp dökücüsü Linguini’nin macerası olduğunu anladık.
Fare Remy, Linguini ile işbirliği yaparak hapsolduğu kavanozdan kurtulma karşılığı ona yardım edecektir. Ancak serbest kalmasıyla kaçması bir olur. Zavallı Linguini’nin onun peşinden koşacak gücü, hırsı bile yoktur. Kovalanmadığını anlayan fare acıyıp Linguini’nin haline; geri döner. İşte hikaye burada başlıyor.

Ratatouille (Ratatuy). 24 Ağustos’ta vizyona girecekmiş. Sanırım uzun bir aradan sonra sinemaya gitmek için bana iyi bir bahane olacak sabırsızlıkla bekliyorum
*Sersem sepelek: Bu sözü ben uydurdum sanıyordum. Çünkü daha önce bir yerde okuduğumu hatırlamıyorum. Ama Türk diline duyduğum saygıdan dolayı manasız bir kelimeyi de kullanmaya gönlüm elvermediği için belki böyle bir kelime vardır diye sepe, sepelek aramaya başladım sözlükte.
Yok.
Sonra sersem’e bakıyim dedim. O da ne sersem sepelek diye bi söz varmış.
(Sersemliği geçmeden, sersem bir biçimde)
Cumartesi öğleden önce sokaklarda olmak pek yaramadı bana. Bütün gün ayakta kalabilme savaşı verdim desem yalan olmaz. Çünkü 1 saat yatıp, 1 saat ayakta kalabilmek için yeterli gücü toplayabiliyordum ancak. Ne soğuk duş, ne buzlu limonata hiç bir şey direncimi yükseltemedi. Başımda koca bir ağırlık var gibiydi. Neyseki akşam saatlerinde –kimbilir belki de havanın yakıcı etkisi azalınca- kendime gelmeye başladım.
Akşam yemeğinden sonra da Heidi’nin ilk üç bölümünü büyük bir keyif ve tutkuyla seyrettim. Gözümü kırpmadan oturmuş Heidi’yi seyredip bir yandan da çekirdek yerken kardeşime alay malzemesi olmaktan kurtulamadım.
Pazar sabah 6’da dışarıdan gelen “hırsız var” bağırtısıyla uyandım. Camdan baktığımda gri bir arabaya birisinin hızla binip arabanın son sürat geri geri siteden çıktığını gördüm. Arka sitenin giriş katında oturan birisinin tesadüfen olayı görmesi ve bağırması üzerine hırsızlar işlerini tamamlayamadan kaçtılar. Nolduğunu anlamaya çalışınca, bir süredir otoparkımızda duran gri renkli yabancı plakalı Mercedes’in sağ ön camının kırılmış olduğunu gördüm.
Hırsızlar arabadan ne aldı bilmiyorum ama hepimizin uykusunu çalmışlardı.
Ne evde durmaya, ne dışarı çıkmaya, ne de birşeyler yapmaya ne gücü ne de hevesi olmuyor insanın. Geçen haftasonu yaptıklarımla kıyaslanınca bu hafta sonu çok boş geçti bana göre.
Öğleden sonra televizyon kanallarında gezerken bir aşçı yamağı ve fare’nin olduğu bir animasyon film ilgimi çekti. Ancak kısa bir süre sonra “At cinemas soon” Disney –Pixar yazdı ekranda. Akşamın ilerleyen saatlerinde hikayeyi daha başından izleme fırsatı buldum.
Ünlü bir fransız restoranının mutfağında bulaşık suyuna benzer bir çorbayı eklediği baharatlarla çok lezzetli bir çorbaya dönüştüren fare Remy ile, aynı mutfağın çöp dökücüsü Linguini’nin macerası olduğunu anladık.
Fare Remy, Linguini ile işbirliği yaparak hapsolduğu kavanozdan kurtulma karşılığı ona yardım edecektir. Ancak serbest kalmasıyla kaçması bir olur. Zavallı Linguini’nin onun peşinden koşacak gücü, hırsı bile yoktur. Kovalanmadığını anlayan fare acıyıp Linguini’nin haline; geri döner. İşte hikaye burada başlıyor.

Ratatouille (Ratatuy). 24 Ağustos’ta vizyona girecekmiş. Sanırım uzun bir aradan sonra sinemaya gitmek için bana iyi bir bahane olacak sabırsızlıkla bekliyorum
*Sersem sepelek: Bu sözü ben uydurdum sanıyordum. Çünkü daha önce bir yerde okuduğumu hatırlamıyorum. Ama Türk diline duyduğum saygıdan dolayı manasız bir kelimeyi de kullanmaya gönlüm elvermediği için belki böyle bir kelime vardır diye sepe, sepelek aramaya başladım sözlükte.
Yok.
Sonra sersem’e bakıyim dedim. O da ne sersem sepelek diye bi söz varmış.
(Sersemliği geçmeden, sersem bir biçimde)
Çarşamba, Ağustos 08, 2007
Basit Düşün
Bugünkü felsefem basit düşün. Hayatı olayları zor yada kolay, basit yada karmaşık yapan biziz aslında. Herşey olması gerektiği gibi oluyor bizse bunlardan mucize yada felaketi yaratıyoruz. -Doğal felaketleri kapsam dışı tutuyorum-
Genelde biz kadınlar fırtınada azgın dalgalarla boğuşurken, -aynı gemide- erkekler sakin denizde yol alıyor oluyorlar.
Aynı gemide nasıl başarabiliyorsak bunu?
Basit hayat çok basit aslında. Onu karmaşıklaştıran, karmaşık algılayan biziz galiba.
Ne kadar karışırsa o kadar çok mu değer kazanır sanıyoruz acaba?
Bütün karmaşık matematik problemlerinin bir de basit çözümü yok mudur? -o kadar basit olacağını tahmin etmezdim dediğimiz-
Büyümenin bize verdiklerinden biri bence karmaşa. Çok şey biliyoruz, çok şey yaşadık, çok şey gördük ya hepsini kullanmalıyız hayat çözümlerimizde.
Çocuk gözüyle bakabilsek bazen hayata.
Genelde biz kadınlar fırtınada azgın dalgalarla boğuşurken, -aynı gemide- erkekler sakin denizde yol alıyor oluyorlar.
Aynı gemide nasıl başarabiliyorsak bunu?
Basit hayat çok basit aslında. Onu karmaşıklaştıran, karmaşık algılayan biziz galiba.
Ne kadar karışırsa o kadar çok mu değer kazanır sanıyoruz acaba?
Bütün karmaşık matematik problemlerinin bir de basit çözümü yok mudur? -o kadar basit olacağını tahmin etmezdim dediğimiz-
Büyümenin bize verdiklerinden biri bence karmaşa. Çok şey biliyoruz, çok şey yaşadık, çok şey gördük ya hepsini kullanmalıyız hayat çözümlerimizde.
Çocuk gözüyle bakabilsek bazen hayata.
Bugünün Masalı
Eğitim
Laridon'la Sezar kardeşlerin ataları
Ünlü, güzel, sağlam yiğit köpeklermiş.
İki kardeş iki ayrı efendiye düşmüş:
Biri ormanda dolaşmış. öteki mutfakta.
Eski adları başkaymış her ikisinin de
Ama apayrı iki eğitim ve besin,
Birini Sezarlığa doğru götürürken
Ötekini bir yağ tulumuna döndürmüş;
Bundan ötürü de aşçı yamağının biri
Laridon adını takmış ona.
Kardeşiyse büyük serüvenler yaşamış;
Dize getirmiş nice domuzları, geyikleri;
Köpek soyunun ilk Sezarı olmuş sonunda.
Yakışıksız kancıklara kapılmaması
Çocuklarında cinsin bozulmasını önlemiş.
Laridonsa her önüne gelenle
Mercimeği fırına vere vere
Piçleriyle doldurmuş her yeri,
Onun soyundan gelir derler
Fransa'nın şiş çeviren mutfak köpekleri.
Ayrı bir soydur bunlar, korkak olur hepsi,
Sezarların tam tersi.
Hep atasına babasına çekmez insan;
Bakımsızlıkla, zamanla her şey bozulur;
Yaradılışı geliştirmemek yüzünden
Nice Sezar'lar birer yağ tulumu olur.
Laridon'la Sezar kardeşlerin ataları
Ünlü, güzel, sağlam yiğit köpeklermiş.
İki kardeş iki ayrı efendiye düşmüş:
Biri ormanda dolaşmış. öteki mutfakta.
Eski adları başkaymış her ikisinin de
Ama apayrı iki eğitim ve besin,
Birini Sezarlığa doğru götürürken
Ötekini bir yağ tulumuna döndürmüş;
Bundan ötürü de aşçı yamağının biri
Laridon adını takmış ona.
Kardeşiyse büyük serüvenler yaşamış;
Dize getirmiş nice domuzları, geyikleri;
Köpek soyunun ilk Sezarı olmuş sonunda.
Yakışıksız kancıklara kapılmaması
Çocuklarında cinsin bozulmasını önlemiş.
Laridonsa her önüne gelenle
Mercimeği fırına vere vere
Piçleriyle doldurmuş her yeri,
Onun soyundan gelir derler
Fransa'nın şiş çeviren mutfak köpekleri.
Ayrı bir soydur bunlar, korkak olur hepsi,
Sezarların tam tersi.
Hep atasına babasına çekmez insan;
Bakımsızlıkla, zamanla her şey bozulur;
Yaradılışı geliştirmemek yüzünden
Nice Sezar'lar birer yağ tulumu olur.
Pazartesi, Ağustos 06, 2007
Çayın Hikayesi
Bir bardak çayın hikayesini anlatmak istiyorum bugün.

Öbek öbek küçük çalılar gibi duranlar çaylar aslında. Çaylık deniyor çay tarlalarına. Dalların en üstündeki 2,5 yaprak toplanıyor. Eskiden elle toplanan çay, iki elle kullanılan ve arkasına bir torba takılı olan büyükçe bir makasla toplanıyor şimdilerde. Bu durumda yaprak dışında sapların da kesiliyor olması kaliteyi düşürüyor ancak makasla toplanan çay miktarı elle toplanana göre oldukça yüksek.

Toplanan çaylar satılmak için özel sektör yada Çaykur’a verilmek için çay alım yerlerine götürülür. Çaykur sahip olunan çaylık alanına bağlı olarak üreticilere belli bir kota veriyormuş sadece o kadar çay alıyor.

İşlenmek üzere çay bantlara aktarılarak yolculuğuna başlıyor.

İlk aşama soldurma, yüksek ısıda alttan buhar verilerek çay yaprakları solduruluyor, yumuşatılıyor.

Bir sonraki bölüme geçtiğinde kıyma gibi bir işlem yapılıyor. Artık yaprak görüntüsünden çıkmış siyah kırpıntılar haline geliyor.

Çeşitli bantlardan geçerek fırına -120 derecede 3 saat fırınlanıyor- alınıyor.


Fırından çıkan çay artık kuru halde yine çeşitli bantlardan geçerek çöplerinden ayrılıyor. Bir kaç aşamada çöpler temizleniyor. Çöp dediysem tütün görünümlü kahverengimsi çok ince rafyalar yada süzgeçsiz çay döktüğünüzde üstte yüzen kısa yuvarlak sopalar.
-Çocukken çayın üstünde yüzen o sopaya göre gelecek misafirin tipini tahmin ederdik. Kısa şişman, uzun boylu zayıf. Hiç tutarmıydı hatırlamıyorum-
Çöpleri ayrıştırma sırasında kullanılan makinelerin birinde iki beyaz rulo karşılıklı dönerek elektriklenme yaratıyor ve altta akan banttaki çaydan çöplerin bir kısmını çekip çıkartıyor.

Temizlenen çay yeni bir bantta elenerek yoluna devam ediyor. Ve 3 farklı borudan -iyi çay, orta kalite, ince toz- çuvallara dökülüyor.
Ondan sonra da siz alıp demliyorsunuz ve afiyetle içiyorsunuz.
Öbek öbek küçük çalılar gibi duranlar çaylar aslında. Çaylık deniyor çay tarlalarına. Dalların en üstündeki 2,5 yaprak toplanıyor. Eskiden elle toplanan çay, iki elle kullanılan ve arkasına bir torba takılı olan büyükçe bir makasla toplanıyor şimdilerde. Bu durumda yaprak dışında sapların da kesiliyor olması kaliteyi düşürüyor ancak makasla toplanan çay miktarı elle toplanana göre oldukça yüksek.
Toplanan çaylar satılmak için özel sektör yada Çaykur’a verilmek için çay alım yerlerine götürülür. Çaykur sahip olunan çaylık alanına bağlı olarak üreticilere belli bir kota veriyormuş sadece o kadar çay alıyor.
İşlenmek üzere çay bantlara aktarılarak yolculuğuna başlıyor.
İlk aşama soldurma, yüksek ısıda alttan buhar verilerek çay yaprakları solduruluyor, yumuşatılıyor.
Bir sonraki bölüme geçtiğinde kıyma gibi bir işlem yapılıyor. Artık yaprak görüntüsünden çıkmış siyah kırpıntılar haline geliyor.
Çeşitli bantlardan geçerek fırına -120 derecede 3 saat fırınlanıyor- alınıyor.
Fırından çıkan çay artık kuru halde yine çeşitli bantlardan geçerek çöplerinden ayrılıyor. Bir kaç aşamada çöpler temizleniyor. Çöp dediysem tütün görünümlü kahverengimsi çok ince rafyalar yada süzgeçsiz çay döktüğünüzde üstte yüzen kısa yuvarlak sopalar.
-Çocukken çayın üstünde yüzen o sopaya göre gelecek misafirin tipini tahmin ederdik. Kısa şişman, uzun boylu zayıf. Hiç tutarmıydı hatırlamıyorum-
Çöpleri ayrıştırma sırasında kullanılan makinelerin birinde iki beyaz rulo karşılıklı dönerek elektriklenme yaratıyor ve altta akan banttaki çaydan çöplerin bir kısmını çekip çıkartıyor.
Temizlenen çay yeni bir bantta elenerek yoluna devam ediyor. Ve 3 farklı borudan -iyi çay, orta kalite, ince toz- çuvallara dökülüyor.
Candan Erçetin Konseri
Artık bizim için her yaz klasikleşen Açıkhava'da Candan Erçetin konserinin kaçıncısını seyrettik hatırlamıyorum. Zaten öyle ki; uzun süredir görüşmediğim bir arkadaşım konserde olacağımı tahmin ettiğinden telefon etti ve Açıkhava'da görüşme fırsatı bulduk.
Candan Erçetin yeni bir albüm çıkarmasada, her konser diğerinden güzel ve keyifli oluyor. Son yıllarda konserleri benim için başağrısı ile sonuçlanıyordu, sıkıntıdan değil duygu yoğunluğundan. Bu sene söz verdim kendime, ağlamıycam diye. Çünkü geçen sene "Olmaz" şarkısı beni mahvetmişti.
İlk bölüm slow şarkılar ki, kazasız belasız atlattım. İkinci bölüm zaten hareketli, tehlike geçti. Zaten "Olmaz"ı da söylemedi. Konser bitti. Ama alkış kıyamet tekrar sahneye geldi ve ne söyledi dersin.
"Olmaz"
Hafif bir hüzün yaşadıysam da, çok kötü olmadan atlattım.
Her zamanki gibi güzeldi, en azından bir kez de olsa Açıkhava'da Candan Erçetin'i izlemenizi tavsiye ederim.
İlk bölüm slow şarkılar ki, kazasız belasız atlattım. İkinci bölüm zaten hareketli, tehlike geçti. Zaten "Olmaz"ı da söylemedi. Konser bitti. Ama alkış kıyamet tekrar sahneye geldi ve ne söyledi dersin.
"Olmaz"
Hafif bir hüzün yaşadıysam da, çok kötü olmadan atlattım.
Her zamanki gibi güzeldi, en azından bir kez de olsa Açıkhava'da Candan Erçetin'i izlemenizi tavsiye ederim.
Perşembe, Ağustos 02, 2007
Rize Günlüğü - V
25 Temmuz Çarşamba 08:20 - Çınarcık
Rize tatilim sona ereli çok oldu ama ben orada geçen günleri yazmaya ancak şimdi fırsat bulabiliyorum. Zaman kısa fakat yapılacak şey çok olunca işte böyle oluyor.
En son Ayder'i anlatmıştım sanıyorum. Ayder'in ertesi gün mahallenin sevilen bir yaşlısının cenazesinin olması nedeniyle program yapmadık. Bu arada cenazeyle ilgili ilginç bir inanışa şahit oldum. Cenaze yıkanana kadar kimse yıkanmazmış, cenaze mahalleden çıkana kadar ev temizlenmez bir şey yıkanmazmış. Allah'tan ben erkenden duşumu almıştım da bu engele takılmadım.
Evdekiler o günü cenaze evinde geçirirken biz de Rize Merkez'e giderek alışveriş yaptık. -19 Temmuz Perşembe günü, aynı zamanda da Regaip Kandili- Eve döndüğümüzde elimiz torbalarla doluydu ve alışverişi abartmıştık. ama bu kez güzel bir nedenle.
Herkese kandil hediyesi verdik. Akşam namazından sonra hacıannem ve hacıbabam için okutacağımız hatim duası için Liparit Camii'ne çıktık.

Caminin üç tarafı mezarlıklarla çevrili. Bir ara içeride sıcaktan bunalınca tek başıma dışarı çıktım. Hep gece mezarlıklardan korkacağımı düşünürdüm. Ama yanılmışım.
Ve geldik 20 Temmuz Cuma'ya...
Dayımın bizim için programı Trabzon turuydu. Hani olmasına çok ihtimal vermeden söylediğim Sümela Manastırı da programa dahil olunca yine çok güzel bir gün geçirdik.
Önce Trabzon'daki Atatürk Köşkü'nü gezdik. İçindeki tüm eşyalar Atatürk'ün kullandığı haliyle duruyor. Çok etkilendim. Wn çok da Atatürk'ün Türkiye haritası üzerinde kurşunkalemle yaptığı işaretlemelerdi. Ürperdim bir an.
İçeride resim çekmeye izin vermedikleri için maalesef görüntü veremiyorum. Atatürk Köşkü'nden sonra Trabzon'u tepeden gören Boztepe'ye çıktık. Sonra da Sümela'ya gitmek için Erzurum'a giden şehirlerarası yoldan Maçka'ya saptık.
Maçka'da sanırım geçen senelerde düşen İspanyol uçağı kurtarma çalışmaları nedeniyle yapılan Türk-İspanyol Dostluk Anıtı'nı gördük.
Sümela'da Milli Park içinde yer alıyor. Yine güzel manzaralar eşliğinde tırmanmaya başladık. Sümela'nın meşhur yürüme yoluna geldiğimizde yürümek yerine 3 km'lik araba yoluyla tepeye çıktık. Böylece dik bir yürüyüş yerine yatay kısa bir yürüyüşle manastıra vardık.
Bir yanınızda asırlık ağaçlar bir yanınızda dik uçurum yürüyorsunuz. Ağaçların kökleri artık öyle bir hal almış ki, doğal basamak olmuşlar, iç içe geçmişler.

Manastırın odalarından görünen manzara güzel olduğu kadar ürkütücü de bana göre. Orada zorla tutulduğunu düşündüğünde; gördüğün yemyeşil ağaçlar, gökyüzü ve bulutlar ve aşağıda dimdik bir uçurum. Kaçış yok.


Kilise olan bölümdeki Freskler artık alışık olduğumuz şekilde tahrip edilmiş, üzerine yazılar yazılmış. İncil’den pek çok sahnenin olduğu ve duvarların üst kısımlarında olduğu için erişilemiyenler iyi durumda. Yapının çoğu restorasyonda olduğu için sadece kilise kısmı ve girişte sağdaki bir kaç odayı görebiliyorsunuz sadece. Daha önce gidenlerden duyduğumuza göre pek çok farklı bölümü ve işkence kuyuları varmış.

Sümela’dan dönerken çıkışta gördüğümüz bir şelalede durup fotoğraf molası verdik. Bisikletli bir grubunda mola verdiği hatta tırmanıp tam şelalenin önündeki geniş kayada oturması beni de kışkırttı. Ama kayalara bakınca tereddüt edip vazgeçtim.
Ancak dayımın şelaleye inmek için hamle yapması hem bizi korkuttu hem de beni şelaleye gitmek zorunda bıraktı.
Burada küçük bir not düşmem şart. Dayım geçen sene çok ciddi bir trafik kazası geçirip, aylarca tedavi gördü. Geçen sene bu zamanlarda değil yürümek, boynundan altını hissetmiyordu. Ufak tefek bazı sorunları hala var ama bugünkü gününe Allah’a şükürler olsun.
Şelaleye dönersek beni en çok zorlayandı diyebilirim. Şelaleye inmek için toprak bir yoldan ilerledim sonra da büyük kayalarda ayağımı sağlam basıp kendimi yukarı çekebileceğim yerler aradım. Maceralıydı. Dönüş yolunda terliklerim elimde çıplak ayakla yollarda yürüyen bir tiptim.

Sümela-Trabzon turu artık herkesin son gücünü kullandığı yerdi.
Cumartesi Rize’de kaldığımız son gün...
Hacıbabamların mezarını ziyaret etmek, çay bahçelerini gezmek ve fırsat olursa bir çay fabrikasını dolaşmak için program yaptık.
Liparit’teki çaylığın başında hacıannemin en sevdiği karayemiş ağacına çıkıp karayemiş topladım. Neredeyse en tepesine kadar çıkıp en güzel yemişleri topladım annemler için. Çaylıklarda dolaştık. Dedemin oradaki çocukluğunun geçtiği evi gördük.

Temsili çay topladım. Kıvam çay fabrikasını gezdik. Çayın çay olma evrelerini gördük. -Bunu da önümüzdeki günlerde yazacağım- Hacıbabamın arkadaşı Hacı Şevki Hantal’ın oğulları fabrikayı işletiyor. Sohbetimiz sırasında Hacıbabamın internet sitesinden bahsettik ve çok etkilendiler. Bu arada onlarda da Hacıbabam’a ait fotoğraflar olduğunu öğrendim. İstanbul’a geldiklerinde vereceklerini söylediler.

Pazar sabahı 5’te evden çıkarak; 7:25’te Trabzon’dan kalkan uçakla İstanbul’a döndük.

Hayatımda ilk defa gittiğim tatilden dönerken İstanbul’u özlememiş olduğumu farkettim. Ne olursa olsun bu şehri özlemişim derdim hep, oysa bu sefer mecburen alışmaya çalışıyorum. Biraz zor olacak galiba.
Pazartesi günü kalan günlerimizi dinlenerek geçirmek için Çınarcık’a geldik. Tatile çıkmadan Çınarcık Yalova’da görülebilecek yerler listesini çıkarmıştım. Ama vazgeçtim. Biliyorum ki gördüğüm yerlerin üstüne hiç bir şey beni tatmin etmeyecek.
Ve artık dinlenmek istiyorum. Dün öğlen saatlerinde Hande beni aradığında balkondaki salıncakta uyukluyordum. Tabi bu gerçeği söyleyince Hande’den fırçamı yedim. Ama yalan söyleyemezdim ki.
Rize tatilim sona ereli çok oldu ama ben orada geçen günleri yazmaya ancak şimdi fırsat bulabiliyorum. Zaman kısa fakat yapılacak şey çok olunca işte böyle oluyor.
En son Ayder'i anlatmıştım sanıyorum. Ayder'in ertesi gün mahallenin sevilen bir yaşlısının cenazesinin olması nedeniyle program yapmadık. Bu arada cenazeyle ilgili ilginç bir inanışa şahit oldum. Cenaze yıkanana kadar kimse yıkanmazmış, cenaze mahalleden çıkana kadar ev temizlenmez bir şey yıkanmazmış. Allah'tan ben erkenden duşumu almıştım da bu engele takılmadım.
Evdekiler o günü cenaze evinde geçirirken biz de Rize Merkez'e giderek alışveriş yaptık. -19 Temmuz Perşembe günü, aynı zamanda da Regaip Kandili- Eve döndüğümüzde elimiz torbalarla doluydu ve alışverişi abartmıştık. ama bu kez güzel bir nedenle.
Herkese kandil hediyesi verdik. Akşam namazından sonra hacıannem ve hacıbabam için okutacağımız hatim duası için Liparit Camii'ne çıktık.
Caminin üç tarafı mezarlıklarla çevrili. Bir ara içeride sıcaktan bunalınca tek başıma dışarı çıktım. Hep gece mezarlıklardan korkacağımı düşünürdüm. Ama yanılmışım.
Ve geldik 20 Temmuz Cuma'ya...
Dayımın bizim için programı Trabzon turuydu. Hani olmasına çok ihtimal vermeden söylediğim Sümela Manastırı da programa dahil olunca yine çok güzel bir gün geçirdik.
Önce Trabzon'daki Atatürk Köşkü'nü gezdik. İçindeki tüm eşyalar Atatürk'ün kullandığı haliyle duruyor. Çok etkilendim. Wn çok da Atatürk'ün Türkiye haritası üzerinde kurşunkalemle yaptığı işaretlemelerdi. Ürperdim bir an.
İçeride resim çekmeye izin vermedikleri için maalesef görüntü veremiyorum. Atatürk Köşkü'nden sonra Trabzon'u tepeden gören Boztepe'ye çıktık. Sonra da Sümela'ya gitmek için Erzurum'a giden şehirlerarası yoldan Maçka'ya saptık.
Maçka'da sanırım geçen senelerde düşen İspanyol uçağı kurtarma çalışmaları nedeniyle yapılan Türk-İspanyol Dostluk Anıtı'nı gördük.
Sümela'da Milli Park içinde yer alıyor. Yine güzel manzaralar eşliğinde tırmanmaya başladık. Sümela'nın meşhur yürüme yoluna geldiğimizde yürümek yerine 3 km'lik araba yoluyla tepeye çıktık. Böylece dik bir yürüyüş yerine yatay kısa bir yürüyüşle manastıra vardık.
Bir yanınızda asırlık ağaçlar bir yanınızda dik uçurum yürüyorsunuz. Ağaçların kökleri artık öyle bir hal almış ki, doğal basamak olmuşlar, iç içe geçmişler.
Manastırın odalarından görünen manzara güzel olduğu kadar ürkütücü de bana göre. Orada zorla tutulduğunu düşündüğünde; gördüğün yemyeşil ağaçlar, gökyüzü ve bulutlar ve aşağıda dimdik bir uçurum. Kaçış yok.
Kilise olan bölümdeki Freskler artık alışık olduğumuz şekilde tahrip edilmiş, üzerine yazılar yazılmış. İncil’den pek çok sahnenin olduğu ve duvarların üst kısımlarında olduğu için erişilemiyenler iyi durumda. Yapının çoğu restorasyonda olduğu için sadece kilise kısmı ve girişte sağdaki bir kaç odayı görebiliyorsunuz sadece. Daha önce gidenlerden duyduğumuza göre pek çok farklı bölümü ve işkence kuyuları varmış.
Sümela’dan dönerken çıkışta gördüğümüz bir şelalede durup fotoğraf molası verdik. Bisikletli bir grubunda mola verdiği hatta tırmanıp tam şelalenin önündeki geniş kayada oturması beni de kışkırttı. Ama kayalara bakınca tereddüt edip vazgeçtim.
Ancak dayımın şelaleye inmek için hamle yapması hem bizi korkuttu hem de beni şelaleye gitmek zorunda bıraktı.
Burada küçük bir not düşmem şart. Dayım geçen sene çok ciddi bir trafik kazası geçirip, aylarca tedavi gördü. Geçen sene bu zamanlarda değil yürümek, boynundan altını hissetmiyordu. Ufak tefek bazı sorunları hala var ama bugünkü gününe Allah’a şükürler olsun.
Şelaleye dönersek beni en çok zorlayandı diyebilirim. Şelaleye inmek için toprak bir yoldan ilerledim sonra da büyük kayalarda ayağımı sağlam basıp kendimi yukarı çekebileceğim yerler aradım. Maceralıydı. Dönüş yolunda terliklerim elimde çıplak ayakla yollarda yürüyen bir tiptim.
Sümela-Trabzon turu artık herkesin son gücünü kullandığı yerdi.
Cumartesi Rize’de kaldığımız son gün...
Hacıbabamların mezarını ziyaret etmek, çay bahçelerini gezmek ve fırsat olursa bir çay fabrikasını dolaşmak için program yaptık.
Liparit’teki çaylığın başında hacıannemin en sevdiği karayemiş ağacına çıkıp karayemiş topladım. Neredeyse en tepesine kadar çıkıp en güzel yemişleri topladım annemler için. Çaylıklarda dolaştık. Dedemin oradaki çocukluğunun geçtiği evi gördük.
Temsili çay topladım. Kıvam çay fabrikasını gezdik. Çayın çay olma evrelerini gördük. -Bunu da önümüzdeki günlerde yazacağım- Hacıbabamın arkadaşı Hacı Şevki Hantal’ın oğulları fabrikayı işletiyor. Sohbetimiz sırasında Hacıbabamın internet sitesinden bahsettik ve çok etkilendiler. Bu arada onlarda da Hacıbabam’a ait fotoğraflar olduğunu öğrendim. İstanbul’a geldiklerinde vereceklerini söylediler.
Pazar sabahı 5’te evden çıkarak; 7:25’te Trabzon’dan kalkan uçakla İstanbul’a döndük.
Hayatımda ilk defa gittiğim tatilden dönerken İstanbul’u özlememiş olduğumu farkettim. Ne olursa olsun bu şehri özlemişim derdim hep, oysa bu sefer mecburen alışmaya çalışıyorum. Biraz zor olacak galiba.
Pazartesi günü kalan günlerimizi dinlenerek geçirmek için Çınarcık’a geldik. Tatile çıkmadan Çınarcık Yalova’da görülebilecek yerler listesini çıkarmıştım. Ama vazgeçtim. Biliyorum ki gördüğüm yerlerin üstüne hiç bir şey beni tatmin etmeyecek.
Ve artık dinlenmek istiyorum. Dün öğlen saatlerinde Hande beni aradığında balkondaki salıncakta uyukluyordum. Tabi bu gerçeği söyleyince Hande’den fırçamı yedim. Ama yalan söyleyemezdim ki.
Rize Günlüğü - IV
18 Temmuz Çarşamba 20:35 - Rize
Defterimi kapattıktan sonra üzerime battaniyeyi alıp terastaki divanda uyudum bir süre daha. Bir ara yağmurun sesiyle uyandım sonra yine dalmışım. 9’da zorlanarak kalktım çünkü bugünkü programı uygulamak için erken kahvaltı planlamıştık. Ayder’e çıksak mı çıkmasak mı hava orada nasıldır diye düşünürken gitmeye karar verdik. Yaklaşık 1,5 saatlik yolculukla Ayder’e ulaştık, yine yüksek tepelerden olağanüstü güzel vadilerden geçerek.
Yolumuzun üstündeki ilk güzellik Fırtına Deresi ve üstündeki tarihi köprüydü. -Adını dönüşte arabayla geçerken farkettiğim için çok emin değilim ama sanırım Tilmisivat.- Yukarı doğru giderken kimi asma kimi taş pek çok köprü, tepelerden yola uzanan ilkel teleferikler, kartal yuvası gibi evler gördük.

Kaçkarlar Milli Parkı’na girdikten sonra Ayder’e biraz daha yaklaşıyorsunuz.
Karadeniz’de her yamaçta onlarca şelale varmış bunu öğrendim. Ben de su delisi olarak gördüğüm her şelaleye hayran oldum. Uzungöl’de olduğu gibi arabayla gidebileceğimiz yere kadar gidip oradan da aşağıya doğru yürüdük.
Arabadan inip sağlı sollu keşif gezisine çıktık. Yine bir dere vardı ve ben taştan taşa atlamak için hazırlıklıydım. Ayakkabılarımı çıkarıp derenin içinde dolaştım. Ancak ayaklarım hemen dondu. Olsun çok güzeldi.

Ayder’deki tesisler Uzungöl’den daha profesyonel ve bakımlı geldi bana. En çok sevdiğimde Heidi’cilik oynayabileceğim yerleri bulmuş olmak. Önde bir düzlük arkada başlayan sık çam ormanları; ben orda kalmak istedim.

Yağan yağmura aldırmadan büyük bir şemsiye altında oturup dağ ve şelale manzarasına karşı Ayder Turistik tesislerinde lezzetli bir yemek yedik. Bu sırada biz geldiğimizde açık olan zirveler ve etraf duman olmaya başlıyordu yavaş yavaş. Yaylalara çıkan pek çok kişiden dumandan bir şey göremedik yorumları duyduğum için ben de bulutun içinde kalmak istedim. Artık göreceğimi görmüş, çekeceğimi çekmiştim ne de olsa.


Yemek sırasında Hande’yle telefonla konuşuyorduk. İstanbul’un bunaltıcı ve sıkıcı bir gün yaşadığı benim resimlerimin onu serinlettiği ve buralarda olmak istediğini söylüyordu. Bense hırka, kot mont sıkı sıkı giyinmiş hafif üşüyerek yemek yiyordum.
Aşağılara indikçe güneş ısıtmaya başlıyordu. Çayımızı Rize merkezde Atatürk Köşkü’nde içmeye karar vermiştik. Çünkü orada da yağmur yağdığını düşünüyorduk. Oysa Rize yanıyordu. Bu sefer de tişörtlerle kaldık.
Yengemin daha önce bahsettiği Dağmaran’a çevirdik bu kez yolu. Rize’nin Dağbaşı semtinde tepede. Dağmaran’ın bir tarafı arka köylere –Salaha- çaylıklara ve dumanlı tepelere bakıyor. Diğer yanı ise sahile ve şehir merkezine. Ordan bakınca Kale o kadar alçak geldi ki.


7’de eve geldiğimde artık tükenmiştim. Duş alıp yatmaktı tek isteğim ama güneş güzel batıyordu, sayılı günler tükeniyordu. Terasta asmanın altında oturup bugünü yarına sarkıtmadan yazmak istedim.
Defterimi kapattıktan sonra üzerime battaniyeyi alıp terastaki divanda uyudum bir süre daha. Bir ara yağmurun sesiyle uyandım sonra yine dalmışım. 9’da zorlanarak kalktım çünkü bugünkü programı uygulamak için erken kahvaltı planlamıştık. Ayder’e çıksak mı çıkmasak mı hava orada nasıldır diye düşünürken gitmeye karar verdik. Yaklaşık 1,5 saatlik yolculukla Ayder’e ulaştık, yine yüksek tepelerden olağanüstü güzel vadilerden geçerek.
Yolumuzun üstündeki ilk güzellik Fırtına Deresi ve üstündeki tarihi köprüydü. -Adını dönüşte arabayla geçerken farkettiğim için çok emin değilim ama sanırım Tilmisivat.- Yukarı doğru giderken kimi asma kimi taş pek çok köprü, tepelerden yola uzanan ilkel teleferikler, kartal yuvası gibi evler gördük.
Kaçkarlar Milli Parkı’na girdikten sonra Ayder’e biraz daha yaklaşıyorsunuz.
Karadeniz’de her yamaçta onlarca şelale varmış bunu öğrendim. Ben de su delisi olarak gördüğüm her şelaleye hayran oldum. Uzungöl’de olduğu gibi arabayla gidebileceğimiz yere kadar gidip oradan da aşağıya doğru yürüdük.
Arabadan inip sağlı sollu keşif gezisine çıktık. Yine bir dere vardı ve ben taştan taşa atlamak için hazırlıklıydım. Ayakkabılarımı çıkarıp derenin içinde dolaştım. Ancak ayaklarım hemen dondu. Olsun çok güzeldi.
Ayder’deki tesisler Uzungöl’den daha profesyonel ve bakımlı geldi bana. En çok sevdiğimde Heidi’cilik oynayabileceğim yerleri bulmuş olmak. Önde bir düzlük arkada başlayan sık çam ormanları; ben orda kalmak istedim.
Yağan yağmura aldırmadan büyük bir şemsiye altında oturup dağ ve şelale manzarasına karşı Ayder Turistik tesislerinde lezzetli bir yemek yedik. Bu sırada biz geldiğimizde açık olan zirveler ve etraf duman olmaya başlıyordu yavaş yavaş. Yaylalara çıkan pek çok kişiden dumandan bir şey göremedik yorumları duyduğum için ben de bulutun içinde kalmak istedim. Artık göreceğimi görmüş, çekeceğimi çekmiştim ne de olsa.
Yemek sırasında Hande’yle telefonla konuşuyorduk. İstanbul’un bunaltıcı ve sıkıcı bir gün yaşadığı benim resimlerimin onu serinlettiği ve buralarda olmak istediğini söylüyordu. Bense hırka, kot mont sıkı sıkı giyinmiş hafif üşüyerek yemek yiyordum.
Aşağılara indikçe güneş ısıtmaya başlıyordu. Çayımızı Rize merkezde Atatürk Köşkü’nde içmeye karar vermiştik. Çünkü orada da yağmur yağdığını düşünüyorduk. Oysa Rize yanıyordu. Bu sefer de tişörtlerle kaldık.
Yengemin daha önce bahsettiği Dağmaran’a çevirdik bu kez yolu. Rize’nin Dağbaşı semtinde tepede. Dağmaran’ın bir tarafı arka köylere –Salaha- çaylıklara ve dumanlı tepelere bakıyor. Diğer yanı ise sahile ve şehir merkezine. Ordan bakınca Kale o kadar alçak geldi ki.

7’de eve geldiğimde artık tükenmiştim. Duş alıp yatmaktı tek isteğim ama güneş güzel batıyordu, sayılı günler tükeniyordu. Terasta asmanın altında oturup bugünü yarına sarkıtmadan yazmak istedim.
Çarşamba, Ağustos 01, 2007
Rize Günlüğü - III
18 Temmuz Çarşamba 04:40 - Rize
İlk defa bu sabah gökyüzünde güneşin kızıllığını gördüm. Bu gece de dün sabah ta gök adeta yere inmişti. Yollardan dere akıyordu.
Yazmadığım iki günü özetlemek gerekirse. Ara ara yağan sağnak yağmura rağmen bir yerlere gitmek için çıktığımızda Allah bize yardım ediyor ve hiç ıslanmadan gezip geri dönüyoruz.
Pazartesi günü de sabah saatlerinde yağan yağmurdan sonra Rize Merkez’e gittik. Gezi rehberlerinde yazan tarihi iki camiyi görmekti niyetimiz. Niyetlenin ama gitmeyin.
Kurşunlu Camii ve Gülbahar Camii. Gülbahar Camii Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun için 16.yy’da yaptırdığı bir camiymiş. Ancak 1956’da yeniden inşa edildiğinde bugünkü sıradan mahalle camilerinden hiç bir farkı kalmamış adından başka.
Kurşunlu Cami’nin durumu da pek farklı değil. Üstelik bi de Karadeniz sahil yolunu yapmak için denizin çöple sonra toprak sonra kayayla örtülmesi çalışmaları etrafta iğrenç bir kokuya neden oluyor ve kaçıyorsunuz.

Çarşı derseniz çirkin ve düzensiz binalar karmaşası sevimsiz. Trafik karmakarışık.
Neyse ki Ziraat var. Rize’de çay yetiştiriciliğinin önem kazanmasını sağlayan Zihni Derin’in heykeli ve yanısıra fidanlığın bulunduğu bir park. Bazı bitkilerin yanlarında latince adları ve açıklamaları yer alıyor. 22 senede tabi çok değişmiş eskiden resim çektirdiğim yerlerde tekrar poz verdim. Ağaçlar ormana dönmüş.

Ziraat’in hemen karşı tepesinde Rize Kalesi bulunuyor. Bir sonraki durağımızda Kale oldu. Kale’ye ilk defa çıktım. O da kente hakim bir manzaraya sahip. Burçlarda güzel oturma yerleri yapmışlar. Ha yağdı yağacak havaya rağmen hem güzel fotoğraflar çektik hem de keyif aldık.


Akşam eve geldiğimizde bulutların arasında küçük bir parça güneş görünüyordu.Neşelendik. ancak ufukta kara bulutlar ve şimşekler çok da sevinmememiz gerektiği konusunda uyarıyordu. Çok geçmeden terasta hazırladığımız sofrayı apar topar içeriye taşımak ve eşyaları örtmek zorunda kaldık. Zira bu sefer ötekilerden farklı olarak şiddetli rüzgarla birlikte tam bir fırtınaydı yaşanan. Neredeyse bütün gece sürdü. Üstümüzü kalın giymesek elektrik sobası yakmak şart olurdu. -Ki çocuklu bir ahbabımız gece gelip, elektrik sobasını aldı-

Planımız sabah hava açarsa Uzungöl’e gitmekti. Erken kalkacaktık. 08:30’da yağmurun sesiyle uyandım. Hem de ne yağmur. Filmlerde gördüğünüz şiddetli yağmur sahneleri hafif kalır yanında. Herkes uyurken camı açıp seyrettim, dinledim, yoldan aşağı akan dere gibi yağmur sularına baktım. Bu yağmuru İstanbul’a da götürebilsem diye diledim. Buraya geldiğimizden beri yağan yağmur İstanbul’a yağmış olsaydı kesinlikle 6 aylık su ihtiyacı karşılanırdı.

Öğleye yağmur dindi ama hava kapalı. Yine de Uzungöl’de şansımızı denemeye karar verdik. Of’tan Çaykara’ya oradan da Uzungöl’e doğru yol alırken sağlı sollu yeşile boyanmış aralara bazen eski bir köy evi bazen çok katlı modern bir apartman siluetinin serpiştirildiği tabloyu seyrettik.

Yol boyunca akan büyük dere yada nehir –doğru tabiri bulamadım- yağan yağmurdan kahverengiye dönmüş. Yukarılara çıktıkça basınçtan kulaklarımız etkilenmeye başlıyordu.
Öyle güzeldi ki o yolu seyretmek. Yaramaz çocuklar gibi rüzgara aldırmadan başım azcık dışarda bütün yolu içimi çektim. (Allah korusun hani yüz felci melci olurum diye korkmadım da değil).
Uzungöl gerçekten de güzel bir yermiş. Önce gölü geçip gölü besleyen nehrin setlerini seyrettik, resim çektik. Bu arada yağmur kendini hissettirmeye başlamış, dayım arabada kaloriferi çalıştırmıştı. Göl kenarından daha çok yukarıları sevdim, çünkü gölün etrafı oldukça kalabalık. Ve özellikle Arap gruplar çoğunluktaydı.
Bir süre sonra dayım ve yengemi arabada bırakıp, biz gölün etrafında yürüyerek ilerledik. Hediyelik bir şeyler alalım istedik ancak yaşanan büyük bir hayal kırıklığı oldu. Yöresel hiç bir şey yok neredeyse. Tahtakale’deki Şark Han’da ne varsa burda da çin işi bir sürü anlamsız şey. Ve o çin malı satan mağazalara özgü garip tütsü kokusu vardı. Hiç bir şey almadan çıktık.

Uzungöl’de konaklamak için pek çok tesis var. Orada bir kaç gün kalmak hoş olabilir bence. Çünkü gidip döndüğüm zaman, yaşanmış değil de rüyada görülmüş gibi. Sanki hafızam kaydedemiyor. (Bunu Ayder’e gitmeden önce söyledim. Şimdiki fikrim Ayder’de kalmak daha güzel olabilir)

Bu arada Allah bize yardım ediyor olmalı ki, dağlarda çok az duman var. Her yer oldukça net görünüyor. Geçen sene güneşli bir günde Uzungöl’e giden teyzem o zaman gölün üzerinin dumanla kaplı olduğunu ve bir uçtan diğer ucu görmenin mümkün olmadığını söylüyor.
Uzungöl’den şehre inerken güneş de hafif kendini göstermeye başladı. Dayımla yengemin bizim için yaptığı programa göre Rize’ye özgü dokumaların satıldığı Derepazarı’ndaki Fırat Rize Bezi mağazasından güzel hediyeler alıp yemek yemek üzere tekrar yola çıktık.
Yemek dediysem öyle sıradan bir yemek değil. Tereyağında Alabalık.
Rize merkezine doğru Derepazarı civarlarında yol üzerinde tabelasını görürsünüz. Eskitoğlu Alabalık Çiftliği ve Dinlenme Tesisleri. Yoldan içeri sapınca 100 m. sonra girişine ulaşıyorsunuz. Yüksek bir kayalığın altında, yukarıdan gelen suyun şelaleye dönüştüğü ve bu suyla alabalıkların beslendiği güzel bir yer.
Balıklarımız hazır olana kadar küçük bir keşif gezisine çıkıyim dedim. Tek başıma şelalenin döküldüğü yere yürümeye başladım. Oturma yerlerinden bir kaç yüz metre uzakta ve kimsenin olmadığı bir yer olduğu için biraz korkarak ilerledim ama maceracı ruhum ağır bastı. Tam şelalenin yanına inmeye karar vermiştim ki; annemlerin de beni aramak üzere geldiğini gördüm. Annemle aynı ruhu taşıdığımız için eminim ki o da, beni bulma bahanesiyle şelaleyi keşfetmek için yola çıkmıştır.

Annemler de gelince bu kez cesaretle kayaların üzerinden geçerek; şelalenin kayalara çarparak döküldüğü yere indim. Çok güzel resimler çektim ve çok eğlendik. Kıyafetim müsait olsa ayakkabılarımı çıkarır üstümün ıslanmasına aldırmadan şelalenin altına girerdim. Aklımda kaldı desem yalan olmaz.

Bulunduğumuz yer çukurdakaldığı için bizi birilerinin bulması duyması imkansızdı.. Telefon bile çekmiyordu. İstemeyerek de olsa şelaleden ayrılıp masamıza döndük, balıklar gelmiş onlarda bizi bulmaya çalışıyorlardı.
Hayatımda yediğim en güzel alabalığın kafasını ve kılçıklarını etrafımda dolaşan hatta oturduğumuz kameriyeye sızmaya çalışan ama sözümü dinleyip geri çıkan sevimle kediyle paylaştım.
Tesisin sahibi dayımın yakın arkadaşı, onun yaşlı annesi de dayımı çok sever. Oldukça yaşlı kadıncağız bizim için tabağa evindeki baklavadan koyup, kendisi getirdi. Üzerine bi de çay. Daha ne olsun ki?
Yorucu bir günün ardından terastaki divanda battaniyenin altına girip televizyon seyretmek başka bir keyifti doğrusu.
Üstelik Show Tv’de Nazlı Yarim diye bir karadeniz dizisi seyrettik ki. Hoş tesadüftü.
Saat 05:30 oldu. Demek ki bir saattir yazıyorum. Yağmur yok, oysa gece 3’te yine fırtına kopmuştu. Doğu’da güneşin kızıllığı Batı’da kara bulutlar. Bugün şansımıza ne çıkacak bilmiyorum. Çok uzaktan bir gemi geçiyor, kuşlar korosu yine konserde ben terastaki divanda. Uykum yok. Diğerleri kalkana kadar manzara seyrederim herhalde.
İlk defa bu sabah gökyüzünde güneşin kızıllığını gördüm. Bu gece de dün sabah ta gök adeta yere inmişti. Yollardan dere akıyordu.
Yazmadığım iki günü özetlemek gerekirse. Ara ara yağan sağnak yağmura rağmen bir yerlere gitmek için çıktığımızda Allah bize yardım ediyor ve hiç ıslanmadan gezip geri dönüyoruz.
Pazartesi günü de sabah saatlerinde yağan yağmurdan sonra Rize Merkez’e gittik. Gezi rehberlerinde yazan tarihi iki camiyi görmekti niyetimiz. Niyetlenin ama gitmeyin.
Kurşunlu Camii ve Gülbahar Camii. Gülbahar Camii Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun için 16.yy’da yaptırdığı bir camiymiş. Ancak 1956’da yeniden inşa edildiğinde bugünkü sıradan mahalle camilerinden hiç bir farkı kalmamış adından başka.
Kurşunlu Cami’nin durumu da pek farklı değil. Üstelik bi de Karadeniz sahil yolunu yapmak için denizin çöple sonra toprak sonra kayayla örtülmesi çalışmaları etrafta iğrenç bir kokuya neden oluyor ve kaçıyorsunuz.
Çarşı derseniz çirkin ve düzensiz binalar karmaşası sevimsiz. Trafik karmakarışık.
Neyse ki Ziraat var. Rize’de çay yetiştiriciliğinin önem kazanmasını sağlayan Zihni Derin’in heykeli ve yanısıra fidanlığın bulunduğu bir park. Bazı bitkilerin yanlarında latince adları ve açıklamaları yer alıyor. 22 senede tabi çok değişmiş eskiden resim çektirdiğim yerlerde tekrar poz verdim. Ağaçlar ormana dönmüş.
Ziraat’in hemen karşı tepesinde Rize Kalesi bulunuyor. Bir sonraki durağımızda Kale oldu. Kale’ye ilk defa çıktım. O da kente hakim bir manzaraya sahip. Burçlarda güzel oturma yerleri yapmışlar. Ha yağdı yağacak havaya rağmen hem güzel fotoğraflar çektik hem de keyif aldık.
Akşam eve geldiğimizde bulutların arasında küçük bir parça güneş görünüyordu.Neşelendik. ancak ufukta kara bulutlar ve şimşekler çok da sevinmememiz gerektiği konusunda uyarıyordu. Çok geçmeden terasta hazırladığımız sofrayı apar topar içeriye taşımak ve eşyaları örtmek zorunda kaldık. Zira bu sefer ötekilerden farklı olarak şiddetli rüzgarla birlikte tam bir fırtınaydı yaşanan. Neredeyse bütün gece sürdü. Üstümüzü kalın giymesek elektrik sobası yakmak şart olurdu. -Ki çocuklu bir ahbabımız gece gelip, elektrik sobasını aldı-
Planımız sabah hava açarsa Uzungöl’e gitmekti. Erken kalkacaktık. 08:30’da yağmurun sesiyle uyandım. Hem de ne yağmur. Filmlerde gördüğünüz şiddetli yağmur sahneleri hafif kalır yanında. Herkes uyurken camı açıp seyrettim, dinledim, yoldan aşağı akan dere gibi yağmur sularına baktım. Bu yağmuru İstanbul’a da götürebilsem diye diledim. Buraya geldiğimizden beri yağan yağmur İstanbul’a yağmış olsaydı kesinlikle 6 aylık su ihtiyacı karşılanırdı.
Öğleye yağmur dindi ama hava kapalı. Yine de Uzungöl’de şansımızı denemeye karar verdik. Of’tan Çaykara’ya oradan da Uzungöl’e doğru yol alırken sağlı sollu yeşile boyanmış aralara bazen eski bir köy evi bazen çok katlı modern bir apartman siluetinin serpiştirildiği tabloyu seyrettik.
Yol boyunca akan büyük dere yada nehir –doğru tabiri bulamadım- yağan yağmurdan kahverengiye dönmüş. Yukarılara çıktıkça basınçtan kulaklarımız etkilenmeye başlıyordu.
Öyle güzeldi ki o yolu seyretmek. Yaramaz çocuklar gibi rüzgara aldırmadan başım azcık dışarda bütün yolu içimi çektim. (Allah korusun hani yüz felci melci olurum diye korkmadım da değil).
Uzungöl gerçekten de güzel bir yermiş. Önce gölü geçip gölü besleyen nehrin setlerini seyrettik, resim çektik. Bu arada yağmur kendini hissettirmeye başlamış, dayım arabada kaloriferi çalıştırmıştı. Göl kenarından daha çok yukarıları sevdim, çünkü gölün etrafı oldukça kalabalık. Ve özellikle Arap gruplar çoğunluktaydı.
Uzungöl’de konaklamak için pek çok tesis var. Orada bir kaç gün kalmak hoş olabilir bence. Çünkü gidip döndüğüm zaman, yaşanmış değil de rüyada görülmüş gibi. Sanki hafızam kaydedemiyor. (Bunu Ayder’e gitmeden önce söyledim. Şimdiki fikrim Ayder’de kalmak daha güzel olabilir)
Bu arada Allah bize yardım ediyor olmalı ki, dağlarda çok az duman var. Her yer oldukça net görünüyor. Geçen sene güneşli bir günde Uzungöl’e giden teyzem o zaman gölün üzerinin dumanla kaplı olduğunu ve bir uçtan diğer ucu görmenin mümkün olmadığını söylüyor.
Uzungöl’den şehre inerken güneş de hafif kendini göstermeye başladı. Dayımla yengemin bizim için yaptığı programa göre Rize’ye özgü dokumaların satıldığı Derepazarı’ndaki Fırat Rize Bezi mağazasından güzel hediyeler alıp yemek yemek üzere tekrar yola çıktık.
Yemek dediysem öyle sıradan bir yemek değil. Tereyağında Alabalık.
Rize merkezine doğru Derepazarı civarlarında yol üzerinde tabelasını görürsünüz. Eskitoğlu Alabalık Çiftliği ve Dinlenme Tesisleri. Yoldan içeri sapınca 100 m. sonra girişine ulaşıyorsunuz. Yüksek bir kayalığın altında, yukarıdan gelen suyun şelaleye dönüştüğü ve bu suyla alabalıkların beslendiği güzel bir yer.
Balıklarımız hazır olana kadar küçük bir keşif gezisine çıkıyim dedim. Tek başıma şelalenin döküldüğü yere yürümeye başladım. Oturma yerlerinden bir kaç yüz metre uzakta ve kimsenin olmadığı bir yer olduğu için biraz korkarak ilerledim ama maceracı ruhum ağır bastı. Tam şelalenin yanına inmeye karar vermiştim ki; annemlerin de beni aramak üzere geldiğini gördüm. Annemle aynı ruhu taşıdığımız için eminim ki o da, beni bulma bahanesiyle şelaleyi keşfetmek için yola çıkmıştır.
Annemler de gelince bu kez cesaretle kayaların üzerinden geçerek; şelalenin kayalara çarparak döküldüğü yere indim. Çok güzel resimler çektim ve çok eğlendik. Kıyafetim müsait olsa ayakkabılarımı çıkarır üstümün ıslanmasına aldırmadan şelalenin altına girerdim. Aklımda kaldı desem yalan olmaz.
Bulunduğumuz yer çukurdakaldığı için bizi birilerinin bulması duyması imkansızdı.. Telefon bile çekmiyordu. İstemeyerek de olsa şelaleden ayrılıp masamıza döndük, balıklar gelmiş onlarda bizi bulmaya çalışıyorlardı.
Hayatımda yediğim en güzel alabalığın kafasını ve kılçıklarını etrafımda dolaşan hatta oturduğumuz kameriyeye sızmaya çalışan ama sözümü dinleyip geri çıkan sevimle kediyle paylaştım.
Tesisin sahibi dayımın yakın arkadaşı, onun yaşlı annesi de dayımı çok sever. Oldukça yaşlı kadıncağız bizim için tabağa evindeki baklavadan koyup, kendisi getirdi. Üzerine bi de çay. Daha ne olsun ki?
Yorucu bir günün ardından terastaki divanda battaniyenin altına girip televizyon seyretmek başka bir keyifti doğrusu.
Üstelik Show Tv’de Nazlı Yarim diye bir karadeniz dizisi seyrettik ki. Hoş tesadüftü.
Saat 05:30 oldu. Demek ki bir saattir yazıyorum. Yağmur yok, oysa gece 3’te yine fırtına kopmuştu. Doğu’da güneşin kızıllığı Batı’da kara bulutlar. Bugün şansımıza ne çıkacak bilmiyorum. Çok uzaktan bir gemi geçiyor, kuşlar korosu yine konserde ben terastaki divanda. Uykum yok. Diğerleri kalkana kadar manzara seyrederim herhalde.
Rize Günlüğü - II
16 Temmuz Pazartesi 08:50 -Rize
Rize’de ki 3. günümüzde hala güneşi göremedik. Sadece dün akşam denize giren kırmızı büyük bir top gördük. Şimdilik çarşambaya kadar yağmur diyor hava durumu. Ancak şikayetçi değilim bu havadan. Tamam program yapamıyoruz ama yaşadığımız bu an bile keyifli.
Terastaki divanda hırka ve montlarla zaman zaman üstelik bi de battaniyelere sarılmış olarak yağmuru, yeşili ve denizi seyretmek dinlendiriyor. Sıkılmak söz konusu değil. Daha okumak için getirdiğim kitapların kapağını bile açmadım.
Niyetimiz yaylaya çıkmaktı ama galiba yayla bize indi.
Dün inceden yağan yağmura rağmen arabayla mezarlıklara çıktık. Dar yolda yeşil bir koridordan kıvrıla kıvrıla yukarılara çıktık. Önce Salih dede ve Ümmühan ninenin mezarının bulunduğu Aspet Camii’ndeki aile mezarlarını ziyaret ettik. Sonra da Hacıannem, Hacıbabam ve Hacıbabamın babası Veysel dedenin yattığı Liparit Camii’ne gittik. Biz arabadan indiğimizde yağmur dindi. Rahatça duamızı edip ziyaret ettik onları. 17 senedir gitmemiştim, gidememiştim yanlarına.
Ama orada mezarlarının başında dururken hissedeceğimi tahmin ettiğim duygusal iletişimi hissetmedim. Oysaki Hacıbabam için site hazırlarken, resimleri incelerken, metinleri yazarken daha yakındım onlara. Bir kez daha düşündüm kü mezar nerede olursa olsun ruhları en uzaktayken bile yanımızda.
Yol boyunca geçen herkes tanıdık. Annemlere hoşgeldin diyor, dayımla selamlaşıyor. İlginç geliyor bana, aynı apartmanda oturduğu insanları bile tanımayanların dünyasında. Mezarlık ziyaretinde sonra anneannemin en yakın iki arkadaşını ziyaret ettik. 3 silahşörlermiş bir nevi. Maşaallah ikisi de bedenen hala oldukça dinç ama birinin hafızası oldukça eskilerde kalmış. Şimdi 95’lerindeler yani yaşasaydı anneannemin yaşları.
Ordan indikten sonra da Of Eskipazar’da başka yaşlı bir tanıdığımızı ziyarete gittik. Seher Hanım Teyze ve eşi Faik Amca (Faik Kaptan). Hastalıklara birlikte göğüs geriyorlar. Faik Amca’nın dediği gibi gençti iyiydi birlikteydik, şimdi hastalıkta yaşlılıkta mı kötü tabii bakıcaz birbirimize. (Faik Amca eşine büyük bir özenle bakıyor, ilgileniyor. Allah herkese böyle eş nasip etsin. Birbirinin kıymetini bilen)
Evleri yüksek bir tepe üzerinde. Çay bahçeleri, çay fabrikası ve sahil alabildiğine görünüyor.

Buraları en iyi anlatacak resimleri çekmek için sürekli etrafı inceliyorum. Klasik olucak ama anlatılmaz yaşanır, o havayı solumazsan bir masal olur sadece.
Rize’de ki 3. günümüzde hala güneşi göremedik. Sadece dün akşam denize giren kırmızı büyük bir top gördük. Şimdilik çarşambaya kadar yağmur diyor hava durumu. Ancak şikayetçi değilim bu havadan. Tamam program yapamıyoruz ama yaşadığımız bu an bile keyifli.
Terastaki divanda hırka ve montlarla zaman zaman üstelik bi de battaniyelere sarılmış olarak yağmuru, yeşili ve denizi seyretmek dinlendiriyor. Sıkılmak söz konusu değil. Daha okumak için getirdiğim kitapların kapağını bile açmadım.
Niyetimiz yaylaya çıkmaktı ama galiba yayla bize indi.
Dün inceden yağan yağmura rağmen arabayla mezarlıklara çıktık. Dar yolda yeşil bir koridordan kıvrıla kıvrıla yukarılara çıktık. Önce Salih dede ve Ümmühan ninenin mezarının bulunduğu Aspet Camii’ndeki aile mezarlarını ziyaret ettik. Sonra da Hacıannem, Hacıbabam ve Hacıbabamın babası Veysel dedenin yattığı Liparit Camii’ne gittik. Biz arabadan indiğimizde yağmur dindi. Rahatça duamızı edip ziyaret ettik onları. 17 senedir gitmemiştim, gidememiştim yanlarına.
Ama orada mezarlarının başında dururken hissedeceğimi tahmin ettiğim duygusal iletişimi hissetmedim. Oysaki Hacıbabam için site hazırlarken, resimleri incelerken, metinleri yazarken daha yakındım onlara. Bir kez daha düşündüm kü mezar nerede olursa olsun ruhları en uzaktayken bile yanımızda.
Yol boyunca geçen herkes tanıdık. Annemlere hoşgeldin diyor, dayımla selamlaşıyor. İlginç geliyor bana, aynı apartmanda oturduğu insanları bile tanımayanların dünyasında. Mezarlık ziyaretinde sonra anneannemin en yakın iki arkadaşını ziyaret ettik. 3 silahşörlermiş bir nevi. Maşaallah ikisi de bedenen hala oldukça dinç ama birinin hafızası oldukça eskilerde kalmış. Şimdi 95’lerindeler yani yaşasaydı anneannemin yaşları.
Ordan indikten sonra da Of Eskipazar’da başka yaşlı bir tanıdığımızı ziyarete gittik. Seher Hanım Teyze ve eşi Faik Amca (Faik Kaptan). Hastalıklara birlikte göğüs geriyorlar. Faik Amca’nın dediği gibi gençti iyiydi birlikteydik, şimdi hastalıkta yaşlılıkta mı kötü tabii bakıcaz birbirimize. (Faik Amca eşine büyük bir özenle bakıyor, ilgileniyor. Allah herkese böyle eş nasip etsin. Birbirinin kıymetini bilen)
Evleri yüksek bir tepe üzerinde. Çay bahçeleri, çay fabrikası ve sahil alabildiğine görünüyor.
Buraları en iyi anlatacak resimleri çekmek için sürekli etrafı inceliyorum. Klasik olucak ama anlatılmaz yaşanır, o havayı solumazsan bir masal olur sadece.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)