Salı, Temmuz 31, 2007

Rize Günlüğü - I

Tatilim boyunca internete erişim imkanım olmadığı, dahası olmasını çok da istemediğim için gördüklerimi yazamadım. Sağolsun Hande ona gönderdiğim resimleri yayınlayarak bana destek oldu. Önümüzdeki günlerde fırsat buldukça Rize seyahatimde tuttuğum günlüğü yayınlayacağım. Umarım beğenirsiniz...

15 Temmuz Pazar 04:30 - Rize

Gitmek, yol almak aslında. Her kilometreyi tek tek sayarak, görerek arkada bırakmak. Her dönene tekerleğin seni uzağa götürmesi. Uçak hile yapmak ruhuna. Bi burda, bir kaç saat sonra orda. Kilometreleri hissetmeden. 1200 kilometreyi otobüsle aldım işte ben. Her kilometresini hissederek.

Öyle dediğime bakmayın her yere otobüsle gitmek çok mantıklı değil bence de. Ben hem Karadeniz sahilini görmek, hem de yol almanın uzaklara gitmenin keyfini çıkarmak için tercih ettim.

Bir ay önce Gelibolu'ya otobüsle sadece 5 saatte gittiğimde sıkıntıdan patlamıştım. Oysa bu kez 16 saatlik yolculuğun tek bir anında bile sıkılmadım. Aksine keyif aldım.

Şimdi saat sabahın dört buçuğu terastaki divanda oturmuş, bir ucdan bir uca gördüğüm ufuk çizgisinin belirginleşmesini seyrediyorum. (Terasta aynı yerde durup hem güneşin batışını hem de doğuşunu seyredebilirsiniz. Ama doğuşu biraz ağaçların arasında kalıyor. Artık manzarayı siz hayal edin) fonda sağnak yağmur. Terasın üstünü kaplayan asmalar ve etraftaki diğer tüm yeşile vuran damlalarla toprağa karışıp çıkardığı hoş koku burnumda, kuş cıvıltıları kulaklarımda. Deniz dışında gördüğüm her yer alabildiğine yeşil. Önüm, arkam, sağım, solum yeşil. Burda geçireceğim tüm zaman boyunca terastaki divanda oturup bu manzarayı seyretmek bile başlı başına bir huzur.

Terastan deniz
Terastan yol
17 ve 22 sene önce olmak üzere daha önce iki kez gelmiştim Rize'ye. Otobüsten indiğim ilk andan itibaren o günlerden aşina bir şeyler bulmaya çalıştım. Evin önüne gelene kadar gördüğüm her şey yabancıydı bana, hatırlayamadım.

Yolun üstünde eve aşt olan garaj hatırladığımdan o kadar küçük geldi ki gözüme "Garajı küçülttünüz mü?" diye bile sordum. Hayır, garaj aynıydı sadece ben büyümüştüm. Hala durup durup garaja bakıyorum; gözüme devasa görünen o yapı bu mu diye? (Eskiden garaja dayım otobüsünü koyardı, yani abartmıyorum. Belki eski otobüsler daha küçüktü)

Açan günle birlikte kuş korosuna başkaları da katılıyor. Çok sesli kuş korosu en güzel müzikmiş aslında.

Evin avlusuna çıkan basamaklara gelip kapıyı açtığımda duyduğum koku -yeşille toprağın yoğun kokusu- bir tek o tanıdık geldi bana. 22 sene önceki gibiydi. Gülümsedim. Gözün gördükleri değil de bir koku yıllar öncesinin tanığıydı.

İşteo kokuyu duyduğum yer

Cumartesi, Temmuz 28, 2007

Tatil Bitti

Yeniden burdayım. Uzun süredir bloguma yazmayalı, nasıl giriş yapılır nasıl yazılır toparlayamadım kendimi. Hande'den mi yardım istesem?

Herşeyden önce Hande'ye teşekkürler. Yokluğumda bloguma bakıp beslediği, yazılarıyla yokluğumu aratmadığı için.

Şu an Çınarcık'tan yazıyorum. Pazartesi işte olacağım.

Karadeniz seyahatim boyunca günlük tuttum. İlk fırsatta güzel resimlerle tuttuğum günlüğü de paylaşacağım sizlerle.

Salı, Temmuz 24, 2007

Karadeniz tatilinden son görüntüler

Bu resimleri yorumsuz bırakıyorum. Nedenine gelince telefonda konuşurken bile Yonca'ya nasıl bir yerdi dediğim de uzun bir süre sessiz kaldı. Kelimelerle ifade edemem dedi. Ben de gidip görmediğim, havasını içime çekmediğim, ruhumun derinliklerine kadar gizemi yaşayamadığım için yorumsuz olarak resimleri koyabiliyorum ancak.

Hande


Sümele Manastırı ve Atatürk Köşkü





Cuma, Temmuz 20, 2007

2.yıl

2 yıl oldu...

Yola çıkmaya niyetlendiysen eğer...
Yola çıkıp yürümeye başladıysan eğer...
Ve hala yürüyorsan eğer...

Geçen sene blog 1. yılını kutlarken Yonca bu yazıyı yazmış bloguna. Aynen kopyaladım. Ne güzel birşey değil mi hala yürümek, yürüyebilmek.

19 Temmuz 2007 Dört yapraklı Yonca'nın doğum günü.
Hala yola çıkmaya, yenilikler yapmaya, yazmaya niyetli...

Bizlerde takip etmeye, okumaya, birşeyler öğrenmeye niyetli...
Ne güzel birşeyleri paylaşabilmek, beraber yürüyebilmek.

Hep bizimle ol. Mutlu yıllar

19 Temmuz 2007'nin başka bir özelliği de var.

Hacıbaba'nın yani Yonca'nın dedesinin mevlid'i vardı. Regaib Kandili'ne denk geldi. Allah kabul etsin dualarını, Hacıbaba'nın da ruhu şad olsun. Ne gururludur kimbilir bu kadar vefalı çocuklar ve torunlar yetiştirdiği için. Sen rahat uyu Hacıbaba. Toprağın bol olsun...

Hande

Ayder Yaylası - 18 Temmuz 2007


Havalar güzelleşince yaylaya çıkma imkanı buldu Yonca. Burası Ayder Yaylası. Ben gitmedim görmedim ama araştırmalarıma göre Ayder Yaylası kaplıcaları ile ünlü bir yermiş. Yöresel köy evleri lokantalara dönüştürülüp ilginç bir ortam haline gelmiş.


İstanbul'da insnaların gelip geçtiği yerleri güzel manzara sayıp yemek yiyenlere bir ders. Bir de uçsuz bucaksız çam ormanlarına bakıp yemeği düşlesek...


Yonca'nın yemek yediği yerden bir görüntü:


Doğanın ne kadar hızlı hareket ettiğine ve bunu bizlerin çoğu zaman yakalayamadığına dair bir ispat aşağıda.


Ayder Yaylası:



Ayder Yaylası sadece 2 dakika sonra.



Ben şahsen bu fotoğrafları gördükten sonra fotoğraf kursuna gitmek istedim birdenbire. Alsam elime makinamı ve sisin çöküşünü saniye saniye görüntüleyebilsem. Nasıl bir doğa harikası değil mi?

Hande

Çarşamba, Temmuz 18, 2007

Uzungöl ve Fırtına deresi - 17 Temmuz 2007

Resimler tüm güzelliği ve huzuruyla gelmeye devam ediyor. Dün akşam evde otururken gördüğüm şelaleler, dereler karşısında dilim tutuldu diyebilirim. Anladım ki en kısa zamanda benim karadeniz turu yapmam gerekiyor :)

Şimdiki resimler Uzungöl ve Fırtına deresine ait. Uzungöl hafif bir yağmur eşliğinde tadına doyulmaz bir yer. Etrafını saran tepelerde hala kar varsa ve bulutlar aşağı inip de sis bastırıp etraf sessizleşince değmeyin keyfine.

İşte resimler. Tatil sahibinin ağzından yorumsuz aktarıyorum.

Eskitoğlu

















Uzungöl ve Uzungöl şelalesi

















Sabah gök yarıldı sanki yoldan aşağı dere geliyor. Evin camından çaylıklar ve yukarı çıkan yol

















Uzungöl Vadi. Sabahki fırtınadan sonra bütün nehirler ve deniz kahverengi


















Uzungöl'ü besleyen nehir ve dağlarda duman

















Fırtına deresi ve köprüsü


Pazartesi, Temmuz 16, 2007

Rize'den ilk görüntüler...

Dört yapraklı Yonca'mız Karadeniz yaylalarında dört yapraklı yonca aramaya gitti. İstanbul'da temiz hava olmaksızın bir de üstüne kavurucu bir güneş eklenince sokaklar çekilmez olurken, karadeniz'in serin ve yağmurlu ortamında bulunmak gerçekten dört yapraklı bir Yonca'nın şansı olsa gerek.

Hande


İşte ilk 3 gün'ün fotoğrafları:


Rize Kalesi, Teras'tan gün batımı ve insanın içini ferahlatan çay bahçeleri...































Çarşamba, Temmuz 11, 2007

Gidiyorum

Cuma'ya kadar buralardayım ama fırsat bulamayabilirim yazmaya diye düşündüm.

15 gün yokum. Ama 15 günden sonrasını bilemiyorum.

Kimbilir gittiğim yerleri çok sever oralarda kalmaya karar verebilirim, tabi bi de "gidip de dönmemek gelip de bulamamak" var.

Kısmet.

Ben görüşmek dileğiyle diyeyim de.

Arada fırsat bulursam yazarım bir şeyler, gönderirim resimler.

Cuma, Temmuz 06, 2007

Meşeyle Saz

Meşe, bir gün, saza demiş:
-Doğrusu Tanrı size gaddarlık etmiş.
Minnacık serçe konsa üstünüze
Beliniz bükülüverir.
Suları ürperten seher yeli
Baş eğdirir size
Bir de benim şu dağ gibi gövdeme bak!
Güneş bile zor giriyor içime,
Fırtına dallarıma oyuncak.
Her esen yel sana bora,
Bana kasırgalar meltem.
Bari gelip gölgemde yaşasan da
Üzerine kanat gersem.
Ama sizin soy nedense gider
Sulu, rüzgarlı yerlerde biter.
Acıyorum sizlere,
Doğa haksızlık etmiş sazlara.
-İyi yüreklisin, demiş saz meşeye;
Eksik olma, ama bizim için üzülme.
Benden çok sen kork rüzgardan;
Ben eğilirim, kırılmam.
Doğru, bugüne kadar dayanmışsın,
Dimdik durmuş, boyun eğmemiş
Ama sertin serti var,
Bir gün, bakarsın, sana da çatar
Demeye kalmamış rüzgar patlamış,
Bir karayel, bir karayel ki
O güne dek kimseler rastlamamış
Böyle belalısına.
Rüzgarlar anası Kuzey,
En azgın oğlunu salmış dünyaya.
Saz eğilmiş, meşe dayanmış,
Derken karayel arttıkça artmış.
Sonunda birdenbire gelmiş meşenin hakkından:
Göklere değen başını sermiş yere,
Köklerini çıkartmış yedi kat yerden.

Çarşamba, Temmuz 04, 2007

Yaz Tatili

Yaz tatilleri, okul tatillerimiz...

Okullar tatile girince ilk günlerde ne yapacağını nasıl vakit geçireceğini bilemezdi insan. Öyle yazlıktı, köydü, kamptı gibi seçenekler de yoktu bizim hayatımızda.

İlk gün sersemliği geçince, önce eskiyen yılın kitapları defterleri kaldırılırdı dolaplara, geçen yılı tamamen bitirmek için. Tatilde hem çalışmak hem eğlenmek için bir program yapardık kendimize; ilk hafta sadık kalıp uygulanan ikinci hafta tamamen unuttuğumuz. Çalışma kısmının ertelendiği eğlenceye odaklı.

Rize’deki kuzenlerim yada İstanbul’daki diğerleri geldiğinde gece geç saatlere kadar süren, sınır tanımayan çocuk hayal gücünden hayat bulan oyunlar oynardık. Ve eminim farkında olmadığımız neşeli çığlıklar ve kavgalarımız çınlatırdı bahçeleri.

Şimdiyse, gece 11’lerde uyumaya fırsat bulabilmişsem, 6.kata ulaşan neşeli yada kavgacı çocuk çığlıkları başımı şişiriyor ve düşündürüyor...

“biz de mi böyle rahatsız ediyorduk başkalarını?”

Gerçi biz şanslıydık. Anneannemle babaannem ortak büyük bir bahçede, 4-5 katlı yan yana iki binada oturuyordu. Binaların katlarında onların dışında çoğunlukla teyze ve amcalarım oturuyordu. Belki bu yüzden “yeter artık” diyen birileri çıkmıyordu.

Nadiren bahçe çoğunlukla oldukça büyük balkonumuzda bütün yazı eğlenerek geçirirdik...

Oynadığımız Şebnem’ler, öğretmencilik, doktorculuk, bakkalcılık, iş kadıncılığı, güzellik yarışmaları, şarkı yarışmaları; sessiz sakin kalmamız gerektiğinde isim-şehir. Salıncak, top, masa tenisi, duvar tenisi, ip atlama, sek sek; yapılacak ne varsa yaptığımız oynanacak ne varsa oynadığımız.

Sıcak taşı yıkayan suyun kokusunu bilir misiniz?

Sabahın ilk ışıklarında denizin kıpırtısız yüzeyinde tekne ve gemilerin aksinin nasıl göründüğünü ?

Köpüklerle suların içinde halının üstünde yuvarlanarak oynamanın ve ıslanmanın diğer bir deyişle halı yıkamanın keyfini? (O zamanlar su sıkıntısı bu kadar vahim boyutlarda değildi)

Işıl ışıl Haliç manzarasını tepeden seyrederek yemek yemenin sonra da bulaşıkları açıkhavada eğlenerek yıkamanın ferahlığını? (Hatta bu zevki biraz daha uzatmak için yıkanabilecek ne varsa yıkanır, ufak çaplı mutfak temizliğine bile girişilirdi)

Yaz tatili çocukken tatil oluyor. Büyüyünce sıkıştırılmış sınırlandırılmış zamanlarda konsantre yaşanmaya çalışılan, gerisinde buruk bir tat bırakan garip bir şey oluyor işte.

Cuma, Haziran 29, 2007

La Fontaine

Masalları herkes sever. Küçükken dinlenir de, büyüyünce çocukca bir şeymiş gibi çoğu kez farketmeden önünden geçer gidersiniz. Asıl büyükler okumalı.

Küçükler yaşamadan daha aldatmayı, kandırılmayı, masal gibi geliyor masalsa anlatılanlar. Ama okudukça görüyorum ki aslında masallar en gerçek olanmış.

Şimdi de La Fontaine'den masalları okumaya başladım. İş Bankası yayınlarından Sabahattin Eyüboğlu'nun Fransızca aslından çevirisiyle. Yani en doğru haliyle. Farkettim ki masalları orjinal çevirisinden okumak gerek, çünkü aksi takdirde yazan kendine göre mutlu sonlar farklı yollar çizebiliyor.

Eminim kitabın sayfalarında ilerledikçe, buraya yazmak isteyeceğim pek çok masal çıkacak. Ama şimdilik Çok Başlı Ejderha'yla, Çok Kuyruklu Ejderha'nın masalını anlatacağım size.

Türk padişahının bir elçisi
Alman imparatoruna gelmiş bir ara
Tarihlerin yazdığına göre bu elçi
Kendi padişahını övmüş Almanlara
-Bizim sultan, demiş;
Çok daha kudretlidir sizin imparatordan
Alman'ın biri üstelemiş:
-Bizimkinin öyle beyleri var ki, demiş;
Her biri bir devletin başıdır,
Her bey ayrı bir odu çıkarır.
Türk elçisi uyanık adammış,
Lafın altında kalmamış:
-Evet, demiş; duymuşluğum var
Başlarına buyrukmuş sizin beyler
Ama bakın bu durum ne getirdi aklıma
Olmayacak bir şey, ama oldu, ben gördüm.
Çitle çevrili bir yerde oturuyordum,
Bir de baktım yüz başlı bir ejderha,
Yüz başını birden
Geçirmiş çitin deliklerinden.
Sen gel de korkma,
Kanım donacaktı neredeyse.
Ama korktuğumla kaldım, o başka.
Ejderhanın başları girdi,
Gövdesi giremedi çitten içeri.
Bitti derken bu korkulu rüya,
Birde baktım bir başka ejderha;
Bu seferki tek başlı, yüz kuyruklu,
Geldi çitin önünde durdu.
Ben başladım yine
Ecel terleri dökmeye.
Bu ejderhanın tek başı
Giriverince bir delikten,
Gövdesi, kuyrukları, muyrukları
Süzülüp geldi ardından,
Deliği açtıkça açaraktan.
Anladınız mı ne oluyor
Bu iki ejderha?
Biri sizin imparator,
Biri bizim padişah

Hisseli Harikalar

Hisseli Harikalar'dan bizde hissemizi aldık dün gece. (26 Haziran'da yapılacak gala teknik bir nedenden dolayı ertelendiği için dün akşam 28 Haziran'da aldık payımızı)

3 saatlik muhteşem bir gösteriydi. Bugüne ait esprilerin de yer aldığı müzikal her şeyiyle mükemmeldi. Hikaye ve müzikler zaten bildiğiniz gibi, fazla bir şey söylemeye gerek yok. Ancak seçilen yeni oyuncular mükemmel.

Özellikle Süheyla Deniz rolünde Ayça Varlıer'in performansı inanılmazdı. O ne ses, ne nefes, ne gırtlak. Hande'nin de dediği gibi herhalde nefes alınca diyaframa kadar değil, parmak ucuna kadar içine hava doluyor. Mehlika Cafer'i de unutmamak lazım.

Gerçekten bu müzikal için daha iyileri olamazdı bana göre.

Finalde Haldun Dormen sahneye çıkıp, oyunun hayatta olmayan oyuncularını ve müzisyenlerini de andı. Çiğdem Talu, Melih Kibar'ı alkışladı herkes. Ama en çok alkışı Adile Naşit aldı.

Şimdi Anadolu turnesine çıkıyor, Ege-Akdeniz sahillerinde denk gelirseniz seyredin. Yoksa İstanbul'a dönünce kaçırmayın derim.






Çarşamba, Haziran 27, 2007

Mizah Zekanın Zekatıdır


Aile doktorumuz Opr. Dr. Asım Taşer hep derdi ki doktor olan uykuyu sevmeyecek, rahatına düşkün olmayacak. Yaptığı basit bir muayeneyle hastalığı tespit eder, en pratik tedavi yöntemiyle sonuca ulaşırdı. Ne ultrasonlar, ne MR'lar. Şimdi 80'lerin üzerinde olduğu için hasta bakmıyor. Ama yine de geçen sene beni Amerikan Hastanesi'nde gereksiz bir apandisit ameliyatı olmaktan o kurtarmıştı.

Eskiler bir başka canım.

Prof. Dr. Tarık Minkari'nin kitabını okurken hem kendi doktorumuza hem de Tarık Bey'e olan inancım ve sevgim öyle arttı ki. Şu an hiç tereddüt etmeden genç bir doktora gitmektense Tarık Bey'e koşulsuz teslim olabilirim.

Daha çok şey öğrenebilmek için ücret almadan hastanede yatıp, nöbetten nöbete ameliyattan ameliyata koşan süper kahraman.

Kitabını okumanızı tavsiye ederim. Yayınlanmış daha pek çok kitabı var ama benim ilk okuduğum "Mizah Zekanın Zekatıdır"

Kitaptan hoşuma giden bölümler...

"Neşenizi böylesine korumanızda unutma yeteneğinizin etkisi büyük olsa gerek.
- Kesin

Ama sanki unutmaktan çok unutmaya çalışmak
-İkinci plana koyup üstüne ağırlık koyuyorum. 'sen çıkma buradan' diyorum. Görmüyorum. Mümkün değil unutmak, ama tazelemiyorum ve üstüne gitmiyorum. Büyütmüyorum. Yeşertmiyorum ve intikam diye bir hedef koymuyorum. 'Gömülü kalsın çürür o' diyorum."

***
Babaya Nasihat

Mal bıraktın, mülk bıraktın, üşüştük
Kavga ile niza ile bölüştük
Üç karış toprak için dövüştük
Sen mezarda huzur ile yat baba

Evlatların etsin diye rahat
Sen geçinirdin hep kıt kanaat
Evladından sana olsun nasihat
Orada da mal aldıysan, sat baba

***
"İlahi Aydın Ağabey, 65 yaşından sonra müze, 85 yaşından sonra ameliyathane bedavadır. Ayrıca 80 yaşından sonra ameliyat yapan cerrah, 85 yaşındaki hastayı ameliyathaneye alırsa, üstüne prim bile veriyorlar. Şimdi Osmanoğlu Kliniği ikimize de birer zarf verecek" dedim.

Nasıl hoşuna gitti anlatamam, sarıldık birbirimize keyifle çıktık hastaneden

***

Pengueni seviyorum; yavrusu için katlandığı zorluklara, harcadığı emeğe, yavrusu için yaşamasına. (Bu bölümü detaylı ve güzel anlatmış Tarık Hoca, kitaptan okuyun diye tamamını koymuyorum)

Kaplumbağayı sevmiyorum; İztuzu'nun en güzel kumsalına gelir.Yürür gider bir çukur kazar yumurtalarını bırakır sonra örter ve def olur gider. Yumurta çatladığı zaman doğan yavru enkaz altında kalmış gibidir. O minicik yavru annesinin hiç yardımı olmadan kumları eşeler yukarıya çıkar ama nereye gideceğini bilemez. Yavruların çok azı suya gidebilir. Suya gittiği zaman belki annemi görürüm diye etrafa bakar. Ama annesini hiç bir zaman göremez. Çok sonra günün birinde annesiyle karşılaşırsa ne o anneciğim diye ona sarılır, ne de anne yavrusuna yavrucuğum der. Aralarında hiç bir ilişki yoktur.

Salı, Haziran 26, 2007

Gelibolu

En küçük teyzem Gelibolu'ya yerleşti. Bugün yarın derken ancak bu haftasonu gidebildik yeni hayatını görmeye. Yediklerim içtiklerim bana gördüklerim hepimize.

Hava sıcaklığının 37 derece civarlarında olması çok fazla gezme olanağı tanımasa da; Gelibolu'nun mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğunu söyleyebilirim. Havalar serinleyince şehitlikleri de kapsayan bir ziyaret planlıyorum. İnşallah.


Diğer adı Azebler Cami olan Namazgah 1407'de deniz askerleri (Azepler) için inşaa edilmiş ilk açık hava camii. Yaz aylarına denk gelen ramazanlarda burada halen teravih kılınıyormuş.

Namazgah
Namazgah'ın hem sağ tarafında yamaçtan aşağı baktığınızda gördüğünüz manzara.

Namazgahın olduğu tepenin sağ yamacından manzara Denizaltı Şehitleri Parkı hemen Fener'in altında.

Denizaltı Şehitleri Parkı'nın fenerden kuşbakışı görünüşüBatan denizaltı heykeli Boğaz'ı geçen gemiler o an sanırım bana özel bir jest yapıp bu kadar yakınlaştılar.

Boğaz'dan geçen gemiler Bayraklı Baba Türbesi fenerden aşağıya doğru yürüyünce. Hikayesine gelince; 1400'lü yıllarda savaşta sancağı taşıyan asker bayrağı düşmana teslim etmemek için parçalayıp yutmuş. Öldükten sonra da mezarımın üstünden bayrak eksik olmasın dilemiş. Ziyaret edip niyet tutanların niyetleri olunca gelip bayrak bırakıyorlarmış türbeye.

Bayraklı Baba Deniz fenerini gece seyretmek ayrı bir keyif. İlk defa bir feneri bu kadar yakından gördüm. Ve fenerle bir hatıra pozum olsun istedim.

Deniz feneri herkesin yolunu aydınlat Yine fener parkından gece Hamzakoy ışıkları

Hamzakoy gece-FenerPrakı'ndanResimlerden de anlaşıldığı üzere çok dar bir alanda dolaşabildik. Ancak gezilecek pek çok tarihi yerin önünden geçtim ve bi dahaki seferde ziyaret etmek için not aldım. Mevlevihane gibi.

Ha bu arada küçük bir not; Çanakkale yada Gelibolu'ya gitmek için sakın Metro Turizm'i tercih etmeyin. Hem giderken hem gelirken yaşadıklarımdan sonra otobüs yolculuğu fobisi oluştu desem yalan olmaz. Zaten uzun bir dilekçeyle kendilerini uyardım, belki aynı şeyler bir daha olmaz ama benim cesaretim kalmadı.

Kediler

Kardeşimin çektiği güzel kedi resimlerini yorumsuz paylaşıyorum.




Perşembe, Haziran 14, 2007

Seyyah

16. yy'da Fin'li Mikael Karvajalka'nın özgür bir hristiyan olarak Kudüs'e doğru çıktığı gemi yolculuğuyla başlayan önce kölelik, sonra Osmanlı sarayında en üst mevkilere ulaşmasıyla devam eden sürükleyici bir öykü Seyyah.

Kanuni döneminde Osmanlı'da dönen entrikalar; kadınların inanılmaz gücü ve imparatorluğun durumu. Piri Reis'ten Mimar Sinan'a tarihin önemli isimleriyle ders kitapların dışında bir romanın içinde karşılaşmak belki de beni bu kadar cezbetti. Anlatılanlarla gerçek tarihin ne kadar örtüştüğünü kıyaslayabilecek kadar iyi bir tarih hafızam yok, ama gerçek tarihin de ders kitaplarındaki olduğu düşünülürse, hangisi daha doğru kimse bilemez.


Roman'ın sonundaki "Esere Dair" bölümü de en az roman kadar ilginç.

"1960'larda New York Times'ın en çok satanlar listesinde Mika Waltari adında meçhul bir yazarın "The Wanderer" (Seyyah) romanı boy gösteriyordu...

Kapağı çevirir çevirmez iki sahifeyi kaplayan Osmanlıların Kanuni devri imparatorluğun haritası...

Finlandiyalı yazarın asıl adı "Michael el-Hakim" olan "Seyyah" romanı 17 dile çevrilmiş. Ama Türkçe bu dillerden biri değil...

1980'lerde kitabın İngilizce çevirisini zorluklarla buldurdum...

Kafama takmıştım, bu roman da "The Egyptian" gibi Hollywood'da bir film veya dizi halinde çekilmeliydi... Senaryo özeti hazırlayıp Fin yayıncılarla temasa geçtim. Waltari geçen yıl vefat etti. İyi olurdu. Ama büyük savaş sahneleri var, çok para lazım, bizim gücümüz yetmez. Ortak yapımcı bulursanız belki olur. Mesela tarihin taraflarından biri. Almanlar... dedi.

Alman ZDF "şiddete karşıyız çok kanlı sahneler gerekecek" diye kaçamaklarda bulundular... "Osmanlı Türkleri'nin Viyana önlerine kadar gelişini ekranda göstermek hoşunuza gitmedi, değil mi?" deyip işi orada kapattım...

Dönemin başbakanı Mesut Yılmaz'dan medet umdum...

Bir kitap sohbetinde tarihimizin şanlı anını -hem de yabancı kaleminden- bu kadar güzel yazan bir romanın hala çevirisinin yapılmamış oluşuna üzüldüğümü anlatırken ...

Aylar sonra Gülşah adlı bir genç kız telefon etti, o kitap sohbetinde bulunduğunu kitabı Amerika'dan getirtip tercümeye başladığını bildirdi...

"Ekonomist" dergisinin 12 Şubat 2006 tarihli sayısında; "Kurtlar Vadisi-Irak filminin yapımcısı Mehmet Çelebi, Türkiye'de işlendiğinde ses getireceğini düşündüğü projeleri değerlendiriyor. Bunların başında da Osmanlı ve Atatürk geliyor" haberi yer alıyordu ...

Birden ayağa fırladım. Kanuni'nin Viyana Muhasarası'nı anlatan Waltari'nin romanı tam biçilmiş kaftan! Mehmet Çelebi'yle temas yollarını başladım aramaya. Sonra durup düşündüm. Bu yaşta bana mı düşer bu işler? Var mı kolları sıvayacak başkaları?

Hikayenin sonu.

Prof.Dr. Reha Oğuz Türkkan "

Perşembe, Haziran 07, 2007

Semt Pazarları

Toplumun her kesiminden insanın belirlenmiş günlerde, belirlenmiş cadde ve sokaklarda temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere alışveriş yaptığı yüzyıllar öncesinden bugüne süren bir gelenek semt pazarları. Süpremarket ve alışveriş merkezleri karşısında her geçen gün kalelerini birer birer kaybediyorlar.

İstanbul’un en eski semt pazarlarından olan Fatih Çarşamba semtinde kurulan; pazarın kurulduğu günden mi semtin adını aldığı yoksa semtin adı diye o günde mi pazar kurulduğunu merak ediyorum.

Çocukluğum, ilkokulum, ortaokul, lisem ve orada oturduğum sürece pazarımız hep Çarşamba’da geçti.

İki gündür eve giderken sağa sola asılmış bez afişlerdeki duyuru dikkatimi çekti.

“Akpınar ve Altay sokaklarında Perşembe günü kurulan Pazar bilmem kaçıncı idare mahkemesi kararıyla kurulmayacaktır”

Haritaya baktım, Perşembe günleri kurulan Merter pazarını kapsayan sokaklar. Çok gitmesem de içim bi garip oldu. Bu sabah eskiden pazarın kurulduğu sokaktan geçerken, alışılmış pazar kurma telaşı yerine demir zabıta korkuluklarıyla sokak girişlerinin kapatıldığı, zabıta araçlarının yol kenarlarında beklediğini ve bir kaç pazarcının yağmur altında toplandığını gördüm.

Neden artık kurulmayacağını, insanlara olumlu olumsuz etkilerini düşündüm. Evet pazar kurulduğu günlerde bu sokaktaki evlere ulaşım ciddi bir sorun. Allah korusun hastalığı, felaketi var. Pazar sonrası pisliği var. –ama Pazar sonrası sokakların tazyikli suyla yıkandığını görmüştüm- Ancak bu sorunlar önceden de var olan ve hep var olacaklar. Ancak pazarın kurdurulmaması nedeni olarak kafamda başka bir şüphe var. Pazar sokağı içinde süper lüx bir bina yapılmaktaydı. Bugünlerde bitmiş yada bitmek üzeredir. Evin değerini olumsuz etkileyebilir Pazar.

Bir de bu pazardan yaşamlarını sürdürenler var. Acaba bu insanlar napıyor çalıştıkları Pazar kapanınca? Bugün Perşembe günü gittikleri, yarın Salı günü gittikleri. Ya sonra?...

Pazarda bulduğum tazelik, kalite, çeşitlilik ve uygun fiyatı hiç bir süpermarkette bulamadım şimdiye kadar.

Zaten birer birer manavlar kapandı, kasaplar, bakkallar tekip etti birbirini. Sonra da insanlar arasındaki iletişim kanalları tıkandı, içimize kapandık.

Çocukluğumda alışveriş listesi verilirdi elimize. Hasan Bakkal Camcı Çeşme Yokuşu üzerinde bizim sokaktan çıkınca hemen solda, karşı çaprazında da Ahmet Bakkal. Küçük alışverişler içindi. Yokuşun başında Çukurbostan’ın karşısında; kapısında ve içinde kedilerin eksik olmadığı ve benim sürekli kedilerden kaçtığım; geveze sahibinin bütün kız çocuklarına –evde kalacaksın, kimse almayacak seni- diye takıldığı kasap. Yukarıya doğru biraz daha yürüdüğünde tuhafiyesi, kuruyemişçisiyle yolu ortadan ikiye bölen polis karakolu ve onun bitişiğindeki manav. Karakolun karşısında Sultan Selim Eczanesi. Bir yanında fırın, diğer yanında şarküteri, ciğerci, saatçi ve Şanlar Pastanesi..

Pazartesi, Haziran 04, 2007

Kısa Tatil Sonrası

Antalya'da keyifli ve bol güneşli bir haftasonu geçirip dün geceyarısı döndüm İstanbul'a. Farklı illerden, hemen hemen bütün iş arkadaşlarımızın olduğu şirketimizin organize ettiği IC Santai otelde bir haftasonu tatilindeydik.

Sadece cumartesi günü bir kaç saatlik kısa bir toplantının dışında denizin ve güneşin tadını çıkarttık. Cumartesi akşamı şık bir gala yemeğinde Betül Demir'in şarkılarıyla coştuk, dans ettik.

Aynı anda iki farklı şehirde olamayacağımdan İstanbul'u, Red Bull Air Race'i Aysun'a bırakmıştım. Yorumu sayfada, resimleri de bi kaç güne kadar eklemeye çalışacağız.

Bugün, yorgunum, uykusuzum ve işteyim.

Ama keyifliyim

Eski adıyla Altın Boynuz

Haliç...

Eski İstanbul...

Tarihi,bütün dinleri bütün ırklardan insan çeşitlerini birarada bulabileceğiniz çok eski bir yerleşim yeri. İki yıldır çok büyük bir organizasyona mekan oluyor. Altın Boynuz belki de o heybeti günlerine geri dönüyor yavaş yavaş.

RED BULL AİR RACE

Nereden nasıl başlayıp ne anlatabilirim bilmiyorum ama tek kelimeyle rüya gibiydi.
Evim Haliç’i ayaklarının altına aldığı için herşeyi saniye.saniye.çok rahat bir şekilde izleme imkanım oldu.Geçen seneki Red Bull yöneticilerinin yaptığı konuşmalar çok olumluydu.İstanbul’a özellikle Haliç’e hayran kaldıklarını ve pilotların bu parkuru çok sevdiklerini söylemişti.Tarihi açıdan, camilerin ve kiliselerin bir arada olması, ezan sesleriyle çan seslerinin karışması onları hayran bırakan bir diğer taraf.

Hazırlıklar 10 gün önce başladı. Hem Taş Kızak Tersanesi hazırlandı hem de açık olan eski Galata Köprüsü’nün Balat kanadı. Bu sene protokol için oldukça gösterişli ve geçen senenin 2 katı büyüklüğünde bir alan seçildi. Sahilde belirli noktalara büyük ekranlar konuldu.

Perşembe gecesi saat 3.00’de hataneden dönerken insanlar sahilde hummalı bir çalışma içerisindeydi. Cumartesi günü 11.00 gibi kapılar (hava kuleleri) şişirildi konuklar gelmeye sesler yükselmeye başladı ve İstiklal Marşımız okundu, start verildi. Başımı gökyüzüne kaldırdığımda bir kere daha Türk olmakla gururlandım ve tüylerimi diken diken eden Türk Hava Kurumu paraşütçüsünün Türk bayrağını Haliç semalarında dalgalandıra dalgalandıra indirmesiydi.Tek tek pilotlar hünerlerini sergilemeye başladılar. Bu sene kapı sayısı sanırım geçen seneden daha fazlaydı. Oldukça zorlandılar. Aralarda gösteriler yapıldı. İşte onlar bence yarıştan daha çok ilgi gördü. En üst zirveye çıkıp başını aşağıya verip döne döne inmek acayip bir adrenalin.

Bir ara gümbür gümbür bir ses geldi evlerin arasından gri parlak renkte heybetli bir uçak.
Heybetinden ve büyüklüğünden dolayı çok kıvrak değildi ama geçişi bile “vaav” demeye yetiyordu.Evlerin arasından çatıların üzerinden o kadar yakın geçiyordu ki elimi uzatsam dokunacaktım sanki.

Bence bir gösteriyi daha alnımızın akıyla güzel bir şekilde ağırladığımıza inanıyorum.Umarım
önümüzdeki sene yine tercih ediliriz.Türkiye’mizi İstanbul’umuzu tanıtmak açısından oldukça güzel bir fırsat.

Yoncacım o gün seninle birlikte izlemek isterdim.Umarım önümüzdeki sene böyle bir fırsatımız olur.

Aysun

Perşembe, Mayıs 31, 2007

Hisseli Harikalar Kumpanyası

Hisseli Harikalar Kumpanyası
Açıyor perdesini, açıyor
Harikalar dünyası burası
Herkese neşe saçıyor...



1979’da Egemen Bostancı yapımcılığında Melih Kibar-Çiğdem Talu şarkılarıyla perdesini açan “Hisseli Harikalar Kumpanyası” yeniden perdelerini açıyor.

26-27 Haziran’da Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda sergilendikten sonra Anadolu turnesine çıkıyor. Gala gecesinde seyretmek için çabalıyorum.

Pek fazla yerde duyurusu yapılmayan –yada benim göremediğim- müzikalin BonusCard sponsorluğunda olması ve BonusCard sahiplerine %20 indirimli olması.

İki gündür Biletix ve BKM arasında mekik dokuyorum. Çünkü Biletix gişelerinin bundan haberi yok, internette izi bile yok. Bugün son geldiğimiz durum call center yada internetten alabileceğimiz yönünde ama call center bilmiyor.

Bakalım ne zaman alabileceğiz biletleri?

Çarşamba, Mayıs 30, 2007

İstanbul'un Fethi

İstanbul'un Fethi'nin 554.yılı dün Haliç'te muhteşem ışık gösterileriyle kutlanmış. Büyükşehir Belediyesi'nin sitesinde resimleri görünce kaçırdığıma üzüldüm. Ne yalan söyliyim bu kadar güzel olabileceğini düşünmemiştim.



Pazar akşamı geç saatte arabayla Haliç'ten geçerken Mehter Takımı'nın provalarını görmüştüm ama lazer provasını görseydim kesinlikle bi yolunu bulur Haliç'e giderdim.



Üzüldüm.

29 Ekim'de Boğaz Köprüsü ile Kız Kulesi arasında daha güzeli olacakmış. Artık onu kaçırmam inşallah.





Gösteriyi benim gibi kaçırmış bir bloggerın sitesindeki videoyu seyretmenizi öneririm.

Nahnu

Ben hala bloguma video eklemeyi öğrenemedim :-(