Pazar, Haziran 27, 2010

En Güzel Tatil

En başta yazmam gerekeni en son yazıp rüya tatilime ait fotoğraf ve yazılarımı artık bitiriyorum. Çünkü yarından itibaren takımlarımı giyip fanustaki yaşamıma dönüp plaza insanı olucam :((

Aslında böyle bir tatili yapabilmemi sağlayan, ondan delicesine zevk almamı sağlayan da biraz plaza insanı olmam aslında...

Hayat böyle garip işte tüketirken, sağladıklarıyla arttırabiliyor da :)))

Bu sene gazetelerde erken rezervasyon fırsatları gözümüze sokula sokula, hadi gidin denize güneşe diye diye ben de bir bıkkınlık bir bıkkınlık. Ne nereye gitmek istediğimi biliyodum, ne de n'apmak istediğimi.

Bezgin hayatımda, dayatılmış deniz, güneş, bronz bir ten tatili de hiç zevk vermiyor dinlendirmiyordu da. Ama adettendir yaz tatili diyince ege, akdeniz sahillerini gösterirdi hep pusula.

Ama hayat sürprizlerle dolu, akışına bırakınca soğuk bir derenin sularında serinletebiliyor sizi.

İşte bizim tatil hikayemiz de böyle başladı...

Yüreğine Sor filminden bahsederken, Karadeniz'de ne güzeldir, ah ne özledim oraları, Ayşe Arman'ın ki gibi bir tur harika olur, yakışıklı da rehberleri vardır, dağ bayır tırmanmak keşfetmek ne güzeldir derken. "Hadi gidelim" olduk.

İnternetten araştırmaya başladık ama aklımızda Ayşe Arman'dan bir Bukla kalmıştı. Ama fiyatları da bayağı bi iyiydi. Google kardeş sağolsun "karadeniz yaylaları tur" diye arayınca :))
Tamzara'yı çıkarttı karşımıza.

Allah razı olsun

Tur programı Bukla'yla aynı ama fiyatı daha uygun. Bi de 5 Haziran'a kadar rezervasyon yaptırınca daha da bi uygun oldu. Yaşasın tatil.

Ama böyle bir tura başlarken tereddütlerimizde yok değildi. Şimdiye kadar 4.günden sonra sıkılıyor insan deniz, kum, güneş üçgeninde. Bu programsa 7 gece 8 gün. Karadeniz yağmursuz günü yoktur. Bi de uzun yürüyüşler dağ tepe, bayır. Bütün bu tereddütlere rağmen 12 Haziran sabahı sisten nerdeyse uçak kalkmaz diyebileceğimiz, bir kaç gün öncesinde yağmurdan İstanbul'u sel götürdüğü bir havada Trabzon'a uçtuk.

Yola çıkmadan önce başlayan mesaj ve telefon trafiğiyle bizi nasıl sarıp sarmalayacak bir turun içine düştüğümüzü anlamamız gerekiyordu ama daha önceki tur tecrübeleriyle kıyaslıyor insan. Uçak kalkmadan "iyi yolculuklar" dilemek için, uçaktan iner inmez "hoşgeldiniz" demek için aranmak özel hissettiriyor insana kendini.

Bilmiyorum belki de şimdiye kadar hiç butik tura çıkmadığım için ilginç geliyordu bana.

Trabzon'da yakan bir güneş, kibar bir rehber ve şoför karşıladı bizi -rehber ve şoför diyerek haksızlık etmek istemem onlara, tabi ki bu ilk karşılaşmaydı. İlerleyen günlerde o kadar çok şey oldular ki bizim için.

Bakınız >>
http://dortyaprakliyonca.blogspot.com/2010/06/tesekkurler.html

Şans, kader, zamanlama müthişti.

Hepimiz için en uygun olan tarih 12 Haziran'dı ve 16. Uluslararası Ayder Festivali'nin olduğu haftasonuna denk geliyordu. Ancak bunu Ayder'e gittiğimizde öğrendik. Odamız bir yandan Gelin Tülü şelalesine diğer yandan yaylaya bakıyordu. Böyle bir manzaraya uyanmak nasıl muhteşem bir şey anlatamam.






Festival eğlencelerini bir sis perdesi içinde kah kalabalığa karışarak, kah otelin verandasından, kah odamızın penceresinden bir nevi locadan seyrettik.


Her tarafta ayrı bir horon kurulmuş, sahnede kıyamet kopuyor. Gecenin ağır grubu Karmatte. Ertesi gün şenlikler Galer Düzü denilen daha yukarıda boğa güreşleriyle devam etti. Akşam saatlerinde korna çalarak inen kamyonun kasasında şampiyon boğa zaferini kutluyordu.

Tek sürpriz festival değildi bize. Havanın karadeniz iklimini yalanlarcasına günlük güneşlik olması da ayrı bir güzellik oldu.

Önceki fotoğraflarımızda da görebileceğiniz gibi şortlar ve tişörtlerle buzların üstünde kardan adam yaptık, kaymayı denedik.

Ertesi gün denize gitme planları yaparak çıktığımız Avusor da, Gülay'ın dört mevsimi yaşama arzusuna cevap vererek 3100 metrede şiddetli doluyla karşıladı bizi. Dolu tanelerinin çarptığı bacaklarımız soğuğun da etkisiyle kıpkırmızı olurken, dolunun etkisini yitirdiği ilk yerde sırtımızı dayayarak dinlendiğimiz kaya dünyanın en huzurlu en keyifli yeriydi.

Hayatımda ilk okey attığım yer, Kavron Yaylası'ndaki Firdevs Abla'nın Muhlama Evi'dir. Şiddetli yağmurun dışardan gelen sesiyle sıcak bir kuzinenin yanında Kaçkar mihmandarı Mehmet'in yardımıyla da olsa ilk okey oynadığım yerdir.


- Alacağın olsun Fatih! okey oynarken o kadar resmimizi çek dedik sana, ama sen o anlarda önündeki gazetede Fenerbahçe'nin son transferiyle o kadar meşguldün ki böyle tarihi bir anda fotoğrafımız olamadı. Gülay'ın dediği gibi "hepsi senin yüzünden :)"

Bu arada bu kadar çok dağcıyla bir arada olunca, onların kendi aralarındaki sohbetlerde bahsettikleri zirveler, geçitler, yollar, haritalar üzerine çizilmiş rotalar sizin de ilginizi çekiyor ister istemez. En aklımda kalan Naletleme Geçidi.

Bazen 5 saat yürüdük, tırmandık, dinlendik, fotoğraf çektik, derelerden su içtik, yatıp uzandık, bacaklarımız ağrıdı, dermanımız kalmadı ama her şeye rağmen "yorulduk daha fazla gitmeyelim" demek gelmedi içimizden. Hatta götürseler daha da yukarılara çıkmak için can atıyorduk.

Herkesten ve her şeyden uzak olmak, telefonların çekmemesi, gerçekten ama gerçekten doğayla başbaşa olmak, sadece sen olmak, o havayı, havadaki mucizevi gücü solumak; bağımlılık yaratıcı bir etkiye sahip olsa gerek hep yukarlarda oralarda olmak istiyorsun. Derinlik sarhoşluğunun, yüksekte olanı böyle bi şey sanırım.

Bir yukarı bir aşağı ine çıka basınç değişikliğinden zaman zaman kısa süreli kulak tıkanmaları, başağrıları yaşasak da; şehir hayatının antremansız vücutları 5 saatlik yürüyüş sonrası ben yokum artık dese de duş alıp çıktığınızda ya da ertesi sabah uyandığınızda "hadi bi daha, bi daha" diyecek enerjiyi ve kuvveti buluyorsunuz garip bir şekilde.

Mucizevi bir hal aslında yaşadığımız. İçindeyken "rüyadayım", döndükten sonra resimlere bakıp "evet gerçekten yaşamışım" dediğin.

Aslında sıradan olan şeyler mucize gibi geliyor da olabilir bize. Mesela musluktan akan suyu içebilmek, şişelenip satılan damacanalarla hayatımıza giren doğal kaynak suyuyla duş almak. Telesiyejle 2900 metrelik Uludağ'a çıkarken, 3100 metreye yürüyerek çıkmak, Kaçkar'ın zirvesine selam çakmak, bir bulutun içinde kaybolmak.

Ama şöyle bi ağız tadıyla düşemedim :)) düşme hareketi başlamadan bir el beni havada yakalayıp düze çıkana kadar bırakmıyordu. Çoğu kez benim düşme denemelerim gülme krizine dönüşüyor ve benim düşmekten sadistçe bir zevk almaya başladığım bile düşünülebilirdi.

Doğa her an karşınıza yeni bir mükemmel görüntü çıkarıyor, yağmurdaki örümcek ağı şimdiye kadar gördüğüm en güzel dantelden kat be kat güzeldi.

Dağ çilekleri dizildi ipe;

Mangallar yakıldı
Sazdan ipler örüldü

Ateşler yakıldı


çiçekler toplandı

Rüya bitti uyandık

Hiç yorum yok: