Foça'dan dönüş gerçekten benim için zor oldu. Çünkü hayallerimdeki yeri ve ilerde yaşamak istediğim yeri buldum. İçimden bir ses giderken zaten öyle olduğunu söylüyordu ama ilk önce Göcek’i de test etmem lazım :)
Ufacık bir yer Foça, minicik bir çarşısı var. Hem gelişmiş hem gelişmemiş kendi kültürü içinde kalmış bir yer. Taş evler hiç bozulmadan bugünlere kadar gelmiş. İstanbul’daki gibi denizi doldurup bina dikmemişler. Tam tersi yolu yıkıp denizin tekrar dolmasına izin vermişler. En önemlisi Mc Donalds yok. Seçimimde en önemli kural buydu. Marka fast food olmayacak kasabada. Seneler önce Kayseri’ye gittiğimde hayal kırıklığına uğramıştım. Ben her yerde mantıcı göreceğimi, değişik yapıda evler göreceğimi sanırken beni her köşe başında Burger King ve kocaman bir alışveriş merkezi karşılamıştı. Ama Foça öyle değil işte.
Sabah balıkçı motorlarının pır pır seslerini, tekneyi takip eden martıların seslerini ve balıkçıları dört gözle bekleyen kedilerin miyavlama sesleri ile uyanıyorsunuz. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi ki?
Herkes kendi halinde, belirli bir hayata alışmışlar, sakince yaşıyorlar, vurdumduymaz olmuşlar biraz bu yüzden. Bizi buralarda rahatsız eden şeyler onlar için “aman canım” felsefesinde. Rutin bir hayat evet ama en uzak yere ulaşmak sadece 30 dakika. Niye acele etsinler ki, onlar hayata değil, hayat onlara ayak uyduruyor sanki.
Asortik Krep kaleden bahsetmiş. Çıktık kaleye. Fakat tam çıktığımızda surlarda 3 adam gördük, ellerinde bira vardı. İstanbul’da sur, adam ve bira üçlüsünü görünce ne yapmamız gerekiyorsa orda da onu yaptık. Kaçtık. Daha sonra oranın yerlilerinden birine anlatınca bayağı güldüler bize. İstanbullu olduğunuz her halinizden belli dediler. İşte o an İstanbul’da yaşıyor olmaktan ve insanlara güvensizliğimizden utanç duyduk.
Bunu düşününce aklıma seneler önce okuduğum şu hikaye geldi.
Bir derviş çölde devesiyle ilerliyormuş. Derken ilerde susuzluktan ölmek üzere olan bir adam görmüş. Yanına yanaşmış, suyundan ve yemeğinden vermiş. Adam kendisine gelip dervişe dualar etmeye başlamış. Derviş de ona yola beraber devam edelim, benim yemeğim, suyum, devem var demiş ve yola koyulmuşlar. Gece olmuş, uykuya dalmışlar. Derviş sabah kalkmış bir de ne görsün, devesi, yemekleri, suyu yok. Adam hepsini çalmış. Derviş ne yapsın yola koyulmuş. Susuz, aç çölde yoluna devam ederken birilerine rastlamış. Sormuşlar dervişe niye bu haldesin diye. O da “devem gece kaçmış, yemeğim ve suyum onun üzerindeydi” demiş. Aman Derviş demişler. Biz bir adamla karşılaştık, adam deveyi, yemekleri ve suyu bir dervişten çaldım diye böbürlene böbürlene anlatıyordu, sen niye böyle anlatıyorsun ki demişler. Derviş de şöyle cevap vermiş: “Başıma gelenleri anlatsam bir daha kimse kimseye yardım etmez ki”
Hande
Sabah balıkçı motorlarının pır pır seslerini, tekneyi takip eden martıların seslerini ve balıkçıları dört gözle bekleyen kedilerin miyavlama sesleri ile uyanıyorsunuz. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi ki?
Herkes kendi halinde, belirli bir hayata alışmışlar, sakince yaşıyorlar, vurdumduymaz olmuşlar biraz bu yüzden. Bizi buralarda rahatsız eden şeyler onlar için “aman canım” felsefesinde. Rutin bir hayat evet ama en uzak yere ulaşmak sadece 30 dakika. Niye acele etsinler ki, onlar hayata değil, hayat onlara ayak uyduruyor sanki.
Asortik Krep kaleden bahsetmiş. Çıktık kaleye. Fakat tam çıktığımızda surlarda 3 adam gördük, ellerinde bira vardı. İstanbul’da sur, adam ve bira üçlüsünü görünce ne yapmamız gerekiyorsa orda da onu yaptık. Kaçtık. Daha sonra oranın yerlilerinden birine anlatınca bayağı güldüler bize. İstanbullu olduğunuz her halinizden belli dediler. İşte o an İstanbul’da yaşıyor olmaktan ve insanlara güvensizliğimizden utanç duyduk.
Bunu düşününce aklıma seneler önce okuduğum şu hikaye geldi.
Bir derviş çölde devesiyle ilerliyormuş. Derken ilerde susuzluktan ölmek üzere olan bir adam görmüş. Yanına yanaşmış, suyundan ve yemeğinden vermiş. Adam kendisine gelip dervişe dualar etmeye başlamış. Derviş de ona yola beraber devam edelim, benim yemeğim, suyum, devem var demiş ve yola koyulmuşlar. Gece olmuş, uykuya dalmışlar. Derviş sabah kalkmış bir de ne görsün, devesi, yemekleri, suyu yok. Adam hepsini çalmış. Derviş ne yapsın yola koyulmuş. Susuz, aç çölde yoluna devam ederken birilerine rastlamış. Sormuşlar dervişe niye bu haldesin diye. O da “devem gece kaçmış, yemeğim ve suyum onun üzerindeydi” demiş. Aman Derviş demişler. Biz bir adamla karşılaştık, adam deveyi, yemekleri ve suyu bir dervişten çaldım diye böbürlene böbürlene anlatıyordu, sen niye böyle anlatıyorsun ki demişler. Derviş de şöyle cevap vermiş: “Başıma gelenleri anlatsam bir daha kimse kimseye yardım etmez ki”
Hande
1 yorum:
Sabah yoğunluğumda elime pembe bir not kağıdı tutuşturuldu. "Sitende sürpriz var" diye.
Hande'de evin anahtarı, -yani bloga giriş hakkı- olduğu için böyle güzel sürprizler yapabiliyor.
Teşekkürler Hande'cim.
Yazdığı hikaye benim de çok sevdiğim bir hikayedir. Birbirinden habersiz aynı şeyleri düşündüğün insanların yakınlarında olması gerçekten çok huzur verici.
Yorum Gönder