Salı, Ekim 10, 2006

Renkli Kalemler

Baktım da yine yazmayalı bir hayli olmuş. İşlerimin bugünlerde oldukça yoğun olması ve kendime vakit ayıramıyor olmamdan dolayı bu ara. Daha önce de söylemiştim; yazdığım zamanlar kendime ayırdığım özel zamanlarımın aktivitesi diye. İşte bir süredir, böyle bir zaman bulamıyorum. Bir değişiklik olmazsa cuma gününden itibaren yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağımdan kendime ayırdığım zamanı arttırabileceğimi düşünüyorum.

Şimdilik özel bir programım yok ama evde olabilmek bile benim için keyifli bir tatil demek. Ama en kötü ihtimalle yarım kalan İstanbul turuma devam edebilirim.

kalemlerim
Yazmayı seven birisi olarak; kalemler, defterler kısacası kırtasiye ürünlerine aşırı bir düşkünlüğüm var. Geçenlerde de D&R'da dolaşırken yeni kalemler gördüm. Rengarenk ince uçlu kalemler. Sıradan olmayan renklerinden hemen alıp defterlerime renkli notlar yazmaya başladım.

Bir de ev eşyaları alışverişi var ki; koltuk ve halı gibi büyük şeyleri kastediyorum. Hiç sevmediğim ama bugünlerde yapmak zorunda olduğum bir şey. Herşey o kadar birbirinin aynı ve sıradanki; bir süre sonra aynı şeyleri görmekten mideniz bulanıyor ve yeter artık istemiyorum ben boş evde daha mutluyum diye isyan edesiniz geliyor.


Ama edemiyorsunuz, kaldığınız yerden devam ediyorsunuz.

Çarşamba, Ekim 04, 2006

Güllaç

Ramazan deyince güllaçsız olmaz. Ancak pazar günü yapmaya fırsat bulabildim. Paketin tamamı 400 gr yaklaşık 21-22 yaprak geliyor. Ve kalabalık misafir gelmiyorsa hepsini bir kere de yapmıyorum.
Paketin üstündeki klasik tarifi uyguluyorum. 3 kilo süte 1 su bardağı toz şeker ve isterseniz biraz da gülsuyu. Şekerli süt ılık haldeyken güllaçların parlak tarafı üste gelecek şekilde üzerine kepçeyle sütü döküp her tarafının ıslanmasını sağlamak gerekli. Hepsi bittikten sonra 1-2 saat dinlendirmek tüm sütü çekmesi için gerekli.

Ceviz, fındık yada fıstığı ister içine ister servis yaparken sadece üstüne dökmek tamamen sizin keyfiniz.

Güllaçla ilgili bir püf noktası; sütün ılıklığı güllaçın lezzetinde çok belirleyici. Nasıl anlatırım bilmiyorum ama ılık fakat çok hafif sıcaklığını hissedebileceğiniz bir ılık.

İstanbul'da İftar

Her ay başında olduğu gibi bu ayın da ilk günleri yoğun geçtiği için yazmaya hiç fırsat bulamadım.

Cuma akşamı Karaköy Liman Lokantası'nda iftardaydım. Cuma akşamı çok şiddetli yağmur yağdığı saatlerde şemsiyemle yolda yürüyordum. Ancak pek çok insan da şemsiyesi olmasına rağmen mağazaların ve evlerin kapıları içinde yağmurun şiddetini azaltmasını bekliyordu. Bense içimde garip bir huzur ve neşeyle, yüzümde hafif tebessümle yağmurun şiddetinden keyif alıyordum. Aslında bu tebessüme yaptığım en keyifli metro yolculuğunun katkısını da inkar etmemek gerek.

Bindiğim vagonda 3-4 yaşlarında bir erkek çocuk poşet içindeki pamuk şekeriyle ilgili olarak ağlıyordu. Annesi ve babası ile birlikte seyahat eden çocuğun probleminin ne olduğunu, "yıllardır yemedim" demesiyle herkes anlamış oldu. Sanırım pamuk şekerini eve gitmeden yemek için son kozunu oynuyordu. Sadece 3-4 yıllık ömründe -yıllardır yemedim- diyecek kadar çok istemişti pamuk şekerini. Bütün vagon gülmeye başladı.

Biraz ilerdeyse annesinin kucağında oturan henüz bir yaşını doldurmadığını tahmin ettiğim iri kahverengi gözlü bebek; gözlerini dikmiş kırpmadan yan tarafta oturan adama bakıyordu. İlgiye kayıtsız kalmayan adamsa öpücükler ve hareketler yaparak gülümsetmeye çalıştıysa da, tepkisiz bir şekilde gözlerini kırpmadan seyretmeye devam etti. Bakışları ne yanında oturana, ne ağlayan çocuğa hiç bir şeye kaymadı. Ta ki gözlerini diktiği kalkıp gidene kadar. Kısa bir süre onu takip etti ama yerine başka biri oturduğunda gözler yine aynı noktadaki başka birisine dikildi. Aynı takip devam etti. Ama bu kez direnci kırılmış olmalı ki küçük gülücüklerle içimin ısınmasına neden oldu.

Ve Liman Lokantası........

Daha önce duyduğum ama hiç gitmediğim Liman Lokantası manzarasıyla muhteşem. Gün batımında bir de yağmur sonrası İstanbul'un güzellikleriyle sadece midemizi değil ruhumuzu da doyurduk diyebilirim. Dekorasyon ve yemeklerin iyi olduğu mekanda iftar boyunca canlı fasıl ve iftar saatinde masaların arasında dolaşan davulcuyla keyifli bir yemek yaşadık. Ancak ramazan nedeniyle herkese herşeyin aynı anda sunulmasının getirdiği zorluktan kaynaklandığını düşündüğüm bir servis problemi vardı ki; ramazandan sonra bir kez daha gidip kontrol etmek şart oldu.

Bulunduğu semt ve bina itibariyle köhne sayılabilecek bir binada; restoranın kapısından içeriye girince kendinizi farklı bir dünyada buluyorsunuz.

Bu arada iftar seçenekleri yazımda belirttiğim 25 YTL KDV hariç fiyatı.

Güzel bir akşamdı ama henüz hayalimdeki iftar yemeği olmadı

Cuma, Eylül 29, 2006

Bu Sabah

Pek sevmediğim mevsimin en sevdiğim zamanları yaşanmaya başladı. Sabah kalktığımda karanlık bir hava ve sağanak yağmur vardı. Servise yürürken yağmur durmuş gri bulutlar arasından beyazlar kendini göstermeye çalışır halde gerideki maviliği haber veriyordu. Yarı açık yarı kapalı Zincirlikuyu'ya geldiğimizde sımsıcak bir güneş masmavi gökyüzü ve bembeyaz bulutlar "SEVİYORUM" diye bağırıyordu.

Ağaçlar yeşilden sarıya geçişte, bazıları kızılı seçmiş kendine sonbahardan. Son günlerde hissettiğim dayanılmaz yeşil kokusu özlemi son noktaya geldi.

Yok.

Yaşadığım günlük hayatta yok yeşilin kokusu. Uzaktan görüntüsü, sitelerin bahçesindeki çalılardan bile medet umar oldum ama yok. Yağmurdan sonra havayı çekiyorum içime bir teselli bulmak için.

Ben yeşili koklamak istiyorum.

Perşembe, Eylül 28, 2006

Burdayım

22 Eylül'den beri yeni bir şeyler yazamadım. Yazamadığım süre uzadıkça; yazmamanın ben de yarattığı baskı da artıyor. Bu nedenle arada kısa da olsa, sıradan da olsa bir şeyler yazayım dedim.

Malum pazar günü ramazan başladı. Tatlı telaşı her gün var. Yaz başından beri bahsettiğim tadilat bitti. Şimdi dekorasyon kısmına geldik. Her aşama bir öncekinden kolay olacağına daha mı zor oluyor ne?

Geçen hafta aldığımız koltuk takımı eve geldikten sonra ciddi bir hayal kırıklığı yarattı. Tamamen minderli olduğunu düşündüğünüz koltukların çok ustaca bir şekilde bu görüntüye kavuşturulduğunu görünce ciddi hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Ancak gel gör ki piyasada bu tarz koltuklar çok -artık her gördüğüm koltuğun önce tüm minderlerini kaldırıyorum-

Parası ödenmiş eve gelmiş koltukları geri almazlar diye düşünseniz de; hiç sorun çıkarmadan firma gelip koltukları geri aldı ve ödememizi de hiç sorunsuz geri verdi. Gerçi gelen koltuklardan birinin arka profilinin kırık olması da işimizi kolaylaştırmış olabilir. Ama iki ileri bir geri dekorasyon çabalarımıza devam ediyoruz. Ancak boş salona o kadar alıştım ki; eşyalara yeniden nasıl alışıcam bilmiyorum. Papağanımızda sanırım durumdan memnun ki; kafesinden çıkınca pıtır pıtır yerlerde dolaşmaya bayılıyor. Şık inişler, zarif pikeler yapıyor eşya engeline takılmadan salonda. Bi de tüyleri tamamen düzelse.

Geçen seneki fotoğrafı



Yaz başında yaşadığımız ciddi rahatsızlıktan bahsetmiştim. Şimdilerde iyi sayılır, dökülen bölgelerdeki tüyler çıkmaya başladı. Ama diğer yandan hala başka yerlerden tüyleri dökülüyor. Bu aralar da kanatlarının üstü. Dilerim tamamen düzelir. Eski tüylü yumak günlerine döner.


Ben burdayım aslında. Ramazan nedeniyle biraz rehavet çökse de, elimden geldiğince sık yazmaya çalışıyorum. Malum akşam ancak iftar saatinde kapıdan içeri giriyorum. Sahura kalkmaktan keyif alsam da uykusuzluk anlamında bana ciddi bir darbe vurduğunu inkar edemem. İlk hafta alışma süreci; gelecek hafta düzeni kurarım herhalde.

Ayrıca haftasonu çalışıp, blogum için biraz malzeme yaratmayı düşünüyorum. Yani beni okumaya devam edin ;)))))

Cuma, Eylül 22, 2006

İstanbul Klasikleri

İstanbul valiliğinin internet sitesinde bir zamanlar Şehr-i İstanbul diye bir derginin yayınlandığını gördüm. En son 2005 yılı kaydına ulaştığım dergide İstanbul'la ilgili çok güzel yazıların yanısıra bir de İstanbul klasikleri diye çok hoşuma giden öneriler buldum. Çoğunu daha önce yaptığım ve kendi yorumlarımı da ekleyerek daha keyifli ve özel bir hale getirdiğimi düşündüğüm yazım.

Buyrun...

Yeni Cami ve Güvercinler1. Eminönü Yenicami önünde kuşlara yem verin. (en son çocukken Fatih Cami avlusunda kuşlara yem vermiştim; tabi evin camına gelenlere verdiklerimi saymazsak)
Vapur ve Martılar
2. Eminönü'nde vapurlardan birine atlayıp Boğaz'ın tadını çıkarın. Vapurda çıtır simit eşliğinde demli bir çay için. Martılara simit atmayı unutmayın. (yolu biraz da uzun tutmak için Boğaz hattını tercih edin. Benim bu yaz tatilimde yaptığım gibi)

3. Tarihi Konyalı Restoran'da geleneksel Türk mutfağının birbirinden özel lezzetlerini tadın.(Yemekle pek aram olmadığı için ben bu maddeyi atlıyorum)
Tahtakale
4. Tahtakale'deki tezgâhlarda satılan irili ufaklı ıvır zıvırları inceleyin. (O sokakları bana sorun, nerde ne bulabilirsiniz hepsini bilirim)
Ali Muhiddin Hacıbekir
5. Ali Muhiddin Hacı Bekir'in tadına doyulmaz lokumlarını tadın. (Evet, bunu atlamışım bundan sonraki ilk gidişimde mutlaka)

6. Mısır Çarşısı'ndaki dükkânlardan baharat alın. (Her zaman)
Mısır Çarşısı
7. Mısır Çarşısı'nın girişindeki tarihi Pandeli Lokantası'nda öğle yemeği yiyin. Patlıcan salatasını mutlaka tadın. (Hep niyetlendim ama hala gidemedim. 11:30-16:00 arası hizmet veriyor)

8. Tarihi Kurukahveci Mehmed Efendi'nin tadına doyulmaz Türk kahvesinden alın. (Mehmet Efendi yerine yürüdüğünüz yolda hemen karşınıza gelen Kurukahveci İhsan'ı öneririm. Bana da Yavuz söylemişti. Her içenin çok hoşuna gidiyor.)
Kapalıçarşı
9. Kapalıçarşı'nın otantik havasını soluyun. Takı ve mücevher pazarı Bedesten'e uğrayıp ilginç takılar alın. (Hala tamamını gezemedim, ama bir günü orada geçirmeyi isterim doğrusu)

10. Gülhane Parkı'ndaki asırlık ağaçların gölgesinde oturun. (Vazgeçilmezim. Sonra da Setüstü çay bahçesinde benim için bir kahve için)
Gülhane Parkı
11. Arkeoloji Müzesi'ni gezdikten sonra tarihi eserlerle iç içe çay bahçesinde mola verin. (Çok hevesim var ama bu da henüz yapamadıklarımdan)

12. Caferağa Medresesi'ndeki geleneksel Türk el sanatları atölyelerini dolaşın. (Ebru yapımını seyretmek büyülenmek gibi bir şey)
Soğuk Çeşme Sokağı
13. Soğukçeşme Sokağı'nda yer alan ve tarihi evlerden oluşan pansiyonlardan birinde bir gece konaklayın. (Yürümek için güzel bir sokak ama Boğaz'daki butik otellerden birinde kalmayı daha çok isterim)

14. Ayasofya Camii ve Sultanahmet Camii'nin önünde fotoğraf çektirin. (Önünde fotoğraf çektirmekle kalmayın, içine girin. Benim bu yaz yaptığım gibi)
Sultanahmet ve Ayasofya
15. Sultanahmet Meydanı'ndaki sokak kahvelerinde oturun. (Olabilir)

16 Sultanahmet'teki el tezgâhlarından gümüş kolye,küpe, yüzük gibi elişi takılar ya da nazar boncuğu alın. (Turist olmadığınızı mutlaka belli edin)

Yerebatan Sarnıcı
17. Yerebatan Sarnıcı'nın kafesinde soluklanıp, bir kahve için. (Bunu da yapılacaklar listesine ekledim)

18. Arasta Pazarı'ndaki Türk halı ve kilimlerine göz atın. (Oraya kadar gitmişken Büyük Saray Mozaikleri müzesine de uğramanızı öneririm. Bir de komik gelecek ama Arasta'nın tuvaletine gidin)

19. Eskinin hapishanesi şimdinin dünyaca ünlü oteli Four Seasons'ta Sultanahmet Meydanı'nın muhteşem manzarasını seyredin. (Yapılacaklar listesinde)


Akşam Sultanahmet
20. Akşam saatlerinde, Sultanahmet Meydanı'ndaki süs havuzunun etrafındaki banklara oturup Ayasofya ya da Sultanahmet'in gece manzarasını izleyin. (Çocukken yapmıştık galiba bunu ama tazelemekte fayda var)

21. Tarihi Sultanahmet Köftecisi'nin meşhur köftesini ve irmik helvasını tadın. (tadmalı)

22. Çorlulu Ali Paşa Medresesi'nde nargile keyfi yapın. (Nargile de tütün içeriyor bildiğim kadarıyla ben bunu geçiyorum)

23. Cankurtaran ve Ahırkapı'daki tarihi Türk evlerinin sıralandığı sokakları gezin. (Hıdrellez'de de orada olun)

24. Beyazıt Çınaraltı'nda bir çay için. (Setüstü dururken pek cazip gelmiyor)

25. Beyazıt Sahafları'ndaki eski kitapları inceleyin. (Okul zamanı hoşuma gidiyordu da artık zevk vermiyor)

26. Laleli'deki deri satan dükkânlara uğrayın. (ilgilenenlere cazip gelebilir belki. Ama Laleli'de de eskisi gibi derici kalmadı bildiğim kadarıyla)
Galata Köprüsü'nde balık tutmak
27. Galata Köprüsü'nde balık tutun. (İlk ve son balık tutma denememi Çınarcık açıklarında yaptım. Ama ne hikmetse hiç tutamadığım gibi, oltayı elimden bıraktığım an diğerlerinin şansı döndü. Ben doğrudan bi sonraki maddeye geçeyim)

28. Galata Köprüsü'ndeki restoranlardan birinde balık yiyin. (Mutlaka)

29. Piyerloti'den Haliç'in doyumsuz manzarasını seyredin. (eski türk filmlerini yad edin)

Piyerloti
30. Haliç sahili boyunca sıralanan lokantalarda balık keyfi yapın. (düşünülebilir)

31. Fener ve Balat'taki yüzyıllık binaları gezin. (O binalar ve hikayeleri beni hep etkilemiştir. Hatta Fener'de geçen yüzyılı anlatan bir kaç kitap okudum son yıllarda ve Kırmızı Kilise hakkında blogumda yazmıştım.)


Tarihi Eyüp Oyuncağı
32. "Tarihi Eyüp Oyuncakçıları"nı ziyaret edin. (Sunay Akın'ın Göztepe'deki oyuncak müzesinde Eyüp Oyuncakları'nı satın alabiliyorsunuz. Gitmişken gezin de.)

Yazıdaki görselleri Google ve Galeri İstanbul sitelerinden buldum. Sadece biri benim çektiğim. Emeği olan herkese teşekkürler

İftar Seçenekleri

şehzade mehmet sofrası
Ramazan; özlemle beklediğim zamanlarından yılın... Eski ramazanlar şöyleymiş, böyleymiş dense de; bugünün koşullarında da keyifle yaşamak özelleştirmek için bir şeyler yapmak bizim elimizde.

Yemek yemekle çok arası olmayan birisi de olsam, iftar sofralarının zevki ve hayalleri benim için vazgeçilmezdir. Şimdiden iftar programlarını yapmak, gidilecek yerleri düşünmek, sahura kalkmak düşüncesi heyecanlandırıyor, sabah işe gitmek zorunda olsam da...

Nerelerde iftar yapılabilir diye araştırırken; öğrendiklerimi herkese duyurayım istedim. Sizin de programlarınıza yardımcı olurum belki.

Seçeneklere baktığım zaman her zamanki gibi oteller mükellef menüleriyle dikkat çekiyor. Fiyatları genelde 50 -150 YTL arasında değişiyor. Bu sene Parkorman’da oteller düzeyine yaklaşmış gördüğüm kadarıyla 50-85 YTL arası 3 farklı iftar seçeneği sürüyor. Geçen sene iftarda bir akşam ParkOrman’a gitmiştik. Fasıl eşliğinde ama fazla yüksek müzik sesi nedeniyle, konuştuğumuzdan bir şey anlamamıştık.

Diğer restoran seçeneklerine baktığımda Rumeli Hisarüstü’ndeki Doğatepe Restoran var ki; manzarası ömre bedel. İftarı bilmem ama daha önce orada yediğim bir yemek için mekanın şıklığına ve zarafetine rağmen yemeklerin zayıf kaldığını söyleyebilirim. İftar menüsü 45 YTL. (Nispetiye Caddesi Duatepe Parkı No: 4-6 R.Hisarüstü Tel: 0212 257 4391)

Ulus sırtlarındaki Casbah da daha önce bizzat denediğim bir restoran. Yemekleri, manzarası ve hizmet kalitesiyle oldukça iyi bir yer. İftar menüsü diğerlerine göre daha hesaplı 35 YTL (Adnan Saygun Cad. Aydınlık Sok. No:17 Ulus Tel: 0212 287 88 75)

28 YTL'lik bir döner porsiyon fiyatıyla köşe yazarları arasında gündemdeki yerini koruyan Kanyon'daki Konyalı'da iftar yapmanın bedeli 70.YTL

Anadolu yakası seçenekleri ise;
Lacivert Restorant; Körfez Cad. 57/A FSM Köprüsü ayağı - Anadolu Yakası Kanlıca Tel : 0 216 413 42 24 / 413 37 53 (55.YTL)

Kozz Rest; İbrahim Kelle Caddesi No:36 Beykoz Tel : 0 216 323 33 13 (45 YTL)

Tekrar Avrupa yakasına dönersek; Armada Oteli Ahırkapı Lokantası'nda canlı ud musikisi eşliğinde bu lezzetleri tatmak isterseniz kişi başı hafta içi 26 YTL ve hafta sonu 32 YTL; Armada Teras veya Armada Sera'da da İstanbul müzikleri eşliğinde 45 YTL.

Bir yandan Sultanahmet'i diğer yandan Galata Köprüsü'nü izleyebileceğiniz Liman Lokantası'nda 1950'leri yaşatan dekorasyonuyla Ramazan boyunca her hafta değişen mönüde iftariyelikler, börekler ve kuzu tandır gibi farklı lezzetler yer alıyor. Mönülerin ücreti 25 YTL. Tel: (0212) 292 39 92

Değişik olabileceğini düşündüğüm diğer bir yer ise Fatih Vezneciler’de Şehzadebaşı Camii avlusundaki Şehzade Mehmet Sofrası. Özel odalarda, 800 kişilik şadırvanlı avluda, tasavvuf müziği ve sema gösterisi eşliğinde Osmanlı döneminde bir iftar yaşamak için tercih edilebilir. Normalde menüsü Osmanlı saray mutfağının değişik lezzetlerini kapsayan Şehzade Mehmet Sofrası’nın Ramazan için sunduğu fiks menüsü ben de biraz hayal kırıklığı yarattıysa da, tarihi havayı solumak için düşünülebilir. (32 YTL)

Hatta tam nostaljik ramazan gecesi yaşamak için teravih namazı Şehzadebaşı Camii’nde kılındıktan sonra Vefa’ya yürünüp –sadece bir kaç dakikada- yeni kavrulmuş leblebiler eşliğinde bol tarçınlı Vefa Bozası içmek fikri beni heyecanlandırıyor.

Son bir iftar menüsü de; annemin yemekleri ve benim yaptığım güllaç eşliğinde bizim evde –ücretsiz- :)

Perşembe, Eylül 21, 2006

Kağıt Vs.

Kağıt Vs.'den siparişlerim geldi. İster megolaman deyin, ister yonca'yla bozmuş deyin ama bu benim adım. Adımı ve onu simgeleyen her şeyi seviyorum. Bundan sonra mührüm olarak da "yonca" delgecimi kullanacağım :)

yonca delgeç

Çarşamba, Eylül 20, 2006

Masaüstünü Fazla Dağıtmayın

Çalışırken bir de bakıyorsunuz ki; masaüstünde yine bir sürü dosya, ikon birikmiş. Aradığınızı bulmakta zorlanıyorsunuz. Ama beterin beteri vardır.

Masaüstü Savaşları>>

Yaşamak

Yaşamak küçük nefeslerin arasında aldığın keyiflerdir. Diğer zamanlarsa yaşamak değil sadece nefes almak...

Huzurla yenen basit bir yemek, kulağında sevdiğin müzik, masadaki vazoda yazın son hanımeli dalı, içinden gelen yazma isteğini ne yazacağını düşünmeden tuşlara dokunarak ortalara dökmek. Sevdiğinden gelen bir mesaj; içinde ne yazdığı değil ondan gelmesi keyifli kılan.

Sorgulamadan, zorlamadan, akıntıya bırakıp gitmek bazen yaşamak...

Kağıt İşleri

Her gün yeni bir şeyle karşılaşıyor insan. Fakat ne şanslıyım ki; bunları paylaşabileceğim bir sitem var. Son keşfim de Kağıt vs.

Kağıtla yapılan el becerileri üzerine kurulu; eğlenceli bir şeyler yaratmayı hedefleyen bir yayın ve internet sitesi. Açıkçası henüz dergi elime ulaşmadı ama geldiğinde hakkında biraz daha detay verebileceğim sanırım. Ancak internet sitesini incelediğimde kağıtları nasıl sıradanlıktan kurtarıp; ilginç şeyler yaratabileceğinizi görebiliyorsunuz. Ben de heyecanlanıp ilk siparişimi verdim.

6 yaş üzeri çocukların eğlenerek becerilerini geliştirmenin yansıra büyükler için özel hediye paketleri yaratmak için de pek çok ürünü var.

Hani farklı hediyelere farklı paketler yapmak isteyenlere...



köpeğin kulakları tüylü bir kağıtla yapılmış
yonca motifli kağıt

Kağıtvs>>

Pazar, Eylül 17, 2006

Seni Gidi Yaramaz

Elinde ki Barbie’li kalem kutusu, pembe eteği ve iki yandan örgü saçlarındaki pembe tokalarıyla yarın okula gideceği belli; karşı evin balkonunda küçük kızın.

Elinde tuttuğu fincandaki suyu 3. katın balkonundan, bahçede park etmiş siyah arabanın üzerine döktü. Sonra gidip bir bardak daha doldurdu, ağır ağır yine arabanın üstüne boşalttı. İkinci ve üçüncü bardaklarla devam etti. Ama artık her döktüğü sudan sonra kimse onu görmesin diye bir süre balkonun içine sinip beklemeye başladı. Bardağı gidip içeri bıraktı. Bu kez balkondaki damacana pompasının ağzına, ağzını dayayarak ağzına doldurduğu suyu arabanın üzerine boşaltmaya devam etti. Yaptığı yaramazlıktan büyük bir keyif aldığı belliydi. Benim de onu izlemekten...

Ben ondan bir kaç kat yukarda olduğum için beni farketmesi yaramazlığın sonuna denk geldi. Bir süre gözlerini dikip bana baktı; ben de ona bakmayı sürdürdüm. Önce omuz silkti; tepki vermeyişime hatta gülmeye başlamamaysa dil çıkararak karşılık verdi. Ve içeri girdi.

Hangimiz yapmadık ki böyle yaramazlıkları; unuttuk mu nasıl keyif aldığımızı? Açıkçası ben unutmuştum. O kız çocuğunu seyrederken, suç ortağıymışcasına eğlendim. Kendi yaramazlıklarım geldi aklıma.

Cuma, Eylül 15, 2006

Farklı Hediyeler

Sevdiklerime sürpriz yapmak; onları farklı hediyelerle şaşırtıp şımartmak en çok keyif aldığım şeylerden biridir. Hediye almaktan çok, hediye vermek mutlu eder beni. Hediye seçim sürecinde yaşadığım heyecan, yeni şeyler keşfetme zevki ve beğenip beğenmeyeceği endişesi.

Öyle sıradan hediyeler mutlu etmiyor beni; verdiğim şeyin farklı olması ve özel olması her zaman tercih ettiğimdir. Geçtiğimiz günlerde de böyle bir hediye alma telaşına girdim. Belki lazım olur diye adreslerini de yazayım dedim.

benim harflerim YCwww.cicekpasaji.com farklı hediye seçenekleri var. Ama benim hoşuma giden istediğiniz kişinin ad ve soyadının başharflerinden oluşan bir çift kol düğmesi. Bir hafta içerisinde hazırlanıp teslim edilebiliyor.


www.gulumseyencikolatalar.com çikolataların üzerinde istediğiniz resim ve mesajın yer almasını sağlayabiliyorsunuz. Doğum günü, sünnet, düğün, bebek, anneler günü gibi farklı özel günler için de yaptırmak sizin yaratıcılığınıza kalmış.


www.curcunabaz.com daha önce hakkında detaylı bir yazı yamıştım. Sevdiklerinize kendi kuklanızı yada kendi kuklalarını hediye edebilirsiniz.

Başka keşiflerim olursa yine bu başlık altına ekliyceğimden emin olabilirsiniz.

Benim hediyeme gelince, hiç biri. Olsaydı kol düğmelerini düşünürdüm ama bir son dakika buluşması nedeniyle bir hafta vaktim olmadı.

Salı, Eylül 12, 2006

Kanyon ve Farklı Mimari Yaklaşımlar

Geçenlerde bir arkadaşım durup dururken; "sen mimar olabilirdin" diye bir cümle kurdu.

Aslında bilmeden ilgi duyduğum alanlardan birini bana meslek olarak yakıştırmıştı. Ama ona da dediğim gibi; pek çok farklı konuyla birden ilgilenebilirim, sektörden kişilerin bilebileceği detayları yakalarım fakat o işi sonuna kadar götürebilecek sabır ve azmim yoktur. Yani kötü bir tanımla "maymun iştahlılık". Bu tanımı kendim için çok doğru bulmuyorum. Çünkü maymun iştahlılık bir şeylere büyük bir hevesle başlayıp sonra olduğu yerde öylesine bırakıp başka bir şeyin peşine koşmaktır.

Bir kere ben ne pahasına olursa olsun başladığımı bitiririm. Sonra ilgilendiğim şeyleri takip etmeye devam ederim. Aradan yıllar geçse farklı ilgilerim olsa da. Benimkine olsa olsa "çok yönlülük" denir.

Bu kadar uzun bir girişten sonra asıl yazmak istediğim konuya geçebilirim artık.

Evet mimariye ilgi duyuyorum. Pazarlama eğitimim sırasında da tüketici davranışlarını şekillendirmede mimarinin işbirliğini keşfedince ilgim biraz daha arttı. Bu nedenle de pek çok yapı ve mimarlık yayınını takip ederim. Bugün de elime çok güzel bir yazı geçti. Okuyunca paylaşmak istedim. Konu "Kanyon".

Bugüne kadar Kanyon'u şöyle güzel böyle güzel diye öven yazıların aksine gerçekleri vurgulayan önemli bir yazı.

Kanyon hakkında benim de güzel yorumlarım var. Ama tamamen duygusal nedenlerle; işyerime yakın olması, kısa zamanda istediklerimi halletmeme fırsat verdiği için, alışveriş merkezlerinin kapalı mekanlı olanlarından nefret ettiğim için, alışveriş yapmak istediğim nadir mağazaları bir arada sunduğu için vb.

Ama işletmecilik açısından bakıldığında -ki yazıda detayları bulabilirsiniz- uzun vadede hedeflerine ulaşamayabilir.

Mesela merdivenler öyle bir yerleştirilmiş ki kanalların sonunda ve başında. Gitmek istediğiniz mağazaya fazla dolanmadan kolayca ulaşabiliyorsunuz. -Yani diğer mağazalara gözünüz kaymıyor-

Yazın açıkhava iyiydi de; kışın ne olacağını hep birlikte göreceğiz.

Arabası ile gelenler için Büyükdere Caddesi'nin en sinir noktalarından biri olması da cabası. Ama bu mağazalar sadece Kanyon'un dairelerinde oturanlar için düşünüldü deniyorsa o zaman başka.

Yazı aşağıda, Radikal İki'de yayınlanmış.

Hoşuma giden diğer bir yazıda Kazakistan'da yapılan barış piramidi ile ilgili; ilgilenenler için de onun linkini koyuyorum. Barış Piramidi


Kanyon, Kanyon, Kanyon

İstanbul'da son 20 yıl içinde çok sayıda alışveriş ve eğlence merkezi açıldı. Bazıları -Tatilya, Markiz Pasajı gibi- kapandılar. Bazıları da zorlanıyor. Bu kapanan ve zorda olan yapılar, açıldıkları günlerde övgüler hatta "ödül"ler almışlardı. Oysa kapanacakları belli idi. Pazarlama amaçlı olarak, kamuoyuna genellikle birer "mimarlık olayı" olarak tanıtılan bu yapılarla ilgili nesnel değerlendirmeler, hem kamuoyunda mimarlık bilincinin doğru oluşmasına katkıda bulunabilir hem de önümüzdeki yıllarda sayıları 100'ü bulacağı bildirilen yeni alışveriş merkezi yatırımcılarını uyarabilir.

Alışveriş merkezleri, nüfus ve otomobil sayısının artması, derin dondurucuların yaygınlaşması, yaşama biçimleri ve tüketim alışkanlıklarının değişmesi sonucu, 1950'lerden itibaren Amerika'da ortaya çıktı. Yıllar içinde gelişti, değişti, çeşitlendi. İlk plan şeması, bizdeki Galleria'ya benzeyen kapalı bir sokağın iki ucuna yerleştirilmiş iki "katlı mağaza"dan oluşuyordu. (Dumb-bell layout) Bu şema zamanla L, T ve kareye; sokaklar avlulara, avlular meydanlara dönüştü. Amerika dışına yayılarak, yerel koşullara adapte edildiler, Fransızlar hipermarket ağırlıklı kendi yapı tipini üretti. Giderek, temalı parklar, food-court'lar, eğlence ve spor merkezleri ile zenginleştiler. Sayıları binlere, yıllık ciroları 300 milyar dolara ulaştı.

Sadece alışveriş edilen yerler olmaktan çıkıp Amerikan halkının evlerinin dışında en fazla zaman harcadıkları, yeme-içme, eğlence, spor ve kültürel faaliyetlerinin yoğunlaştığı sosyal merkezlere dönüştüler. Böylece, bir anlamda, kent merkezlerinin geleneksel "çekim odağı" olma özelliğini paylaştılar. "Gidildiği için" alışveriş de edilen yer olma özelliği kazanmış oldular.

Bir alışveriş merkezinin ana işlevi, "hedef kitle"yi çekmek, içerde olabildiğince uzun tutmak ve bu süre içinde alışveriş etmelerini sağlamaktır. Bu sağlanamazsa perakendeciler merkezi terk ederler. Yapının işlevini yerine getirebilmesi üç parametrenin doğru kurgulanmasına bağlıdır: Alışveriş merkezinin yeri, perakendecilerin doğru seçimi ve yapının "concept"i.

Dezavantajlar
Geçenlerde İstanbul'da açılan Kanyon alışveriş merkezi, konut ve ofis blokları arasında bir kanyon gibi kıvrılarak uzanan, dört katlı alışveriş koridorlarından oluşuyor. Kuvvetli bir medya desteği ile sunulan bu yapı beklenebileceği gibi, "eşi görülmemiş bir mimarlık olayı" olarak büyük övgüler aldı. Aşamalı olarak, yabancı ve yerli mimarlar tarafından tasarlanan yapının konseptinin yabancılara ait olduğu, aynı grubun çok benzer uygulamalarına çeşitli dünya ülkelerinde rastlanmasına karşın, bu konsepte yerli mimarlarla birlikte yatırımcı şirketin de sahip çıktığı izleniyor. Konseptin özü, iç mekânlanlarla alışveriş koridorlarının 'kanyon'a benzer bir kurgu içinde doğa koşullarına açılmış olması.

Alışveriş merkezlerinin 50-60 yıllık uluslararası deneyimleri, planlama prensipleri ve yerel koşullar ışığında, Kanyon'un konumu nedir? Kanyon'un yer seçimi, "hedef kitle"nin yaya ulaşımının zorluğu açısından rakiplerine göre dezavantajlıdır. Orta-alt sınıf yerleşim bölgesi içinde yer aldığından, arka ve yan girişlerinde aktivite beklenemez.

Kanyon alışveriş merkezinin doğa koşullarına açılması, İstanbul iklimine uygun değildir. İç iklimin kontrol edilmesi ve "alışveriş konforu" sağlanması, bu yapı tipinin olmazsa olmaz koşuludur. İç mekânlarda havanın ısısı, kalitesi, ses ve ışık mevsim değişikliklerinden etkilenmeyecek şekilde tasarlanır. Yapının kanyona benzetilen iç mekânı, hakim rüzgarları çoğaltarak rahatsız edici hava akımları yaratabilecek, kış hatta bahar aylarında ciddi sorunlar yaşanabilecektir. Bu iç mekân, yaz aylarında "esintili ve çekici" olabilir, ne var ki bu yapılar yazlık yapılar değil, tersine kışlık yapılardır. Alışveriş kış aylarında yükselir, yaz ayları alışverişin düştüğü "indirim" aylarıdır. "Hedef kitle" yazın tatildedir, kent merkezleri boşalır. Yapının mimarının bir TV programında, "koridorlar tavandan ısıtılacak, müşteriler kış aylarında paltosuz gezecek" savı gerçekçi görünmüyor. Kendisi de gerçekçi bulmuyor olmalı ki, bir yandan da yapının üstünü örtmek için "B" planı yaptığı bildiriliyor. Kanımca bu da kolay bir iş değil.

Çekim merkezleri
Kanyon'da perakendecilerle ilgili sorunlar da var. Perakendeciler, alışveriş merkezlerinde büyük kitleleri "çekebilecek" katlı mağazalar (dept. store), eğlence merkezleri, hipermarket, food-court vs gibi büyük "magnet"lerle, titizlikle seçilmiş çok sayıda irili-ufaklı dükkân, mağaza vs'den oluşur. "Magnet"lerin ve küçük birimlerin seçimi ve yapı içindeki kompozisyonları, alışveriş merkezlerinin yaşamsal parametrelerinden biridir.

"Magnet"ler iki işe yararlar: Müşterileri alışveriş merkezine "çekmek" ve merkez içinde "iç trafiği" artırmak. Bunun için örneğin, katlı mağazalar sokağın iki ucuna (köşelerine vs.); food-court ya da eğlence merkezi insanların çıkmak istemediği üst katlara yerleştirilir, böylece aralarındaki gidiş gelişler, iniş çıkışlarla, küçük birimlerin önünde üç boyutlu trafik yoğunluğu, hareket sağlanır. Satışlar yükselir. Kanyon'da, hedef kitle için "çekim" yaratabilecek güçte "magnet"ler yer almıyor. Var olanlar da "iç trafiği" artıracak şekilde kurgulanmış değil.

Kanyon'un iç mimarisi, bir alışveriş merkezi yapısına uygun değil. Alışveriş koridorları tek tarafa yığılmış, karşı koridorlar zayıf ve "davet edici" değil. Gezintilerin, yani alışverişin sürekliliği için gereken "vitrinlerin devamlılığı" sağlanamamış. Bu yapı tipinde sağır duvarlar, sağır formlar istenmez. Duvarlar itici ve durdurucu etki yapar. Uzaktan hoş görünebilecek sağır formlar insanları çekmez. Müzelerde, galerilerde vs. olabilir, alışveriş merkezlerinde istenmezler. Kanyon'da merkezde yer alan küresel form, kanyona benzetilen kıvrımlarla birlikte ilginç perspektifler yaratıyor olsa da zorlama, yersiz ve gereksiz. İşlevsel değil. Projede olmaması gereken "çıkmaz"lar var.

Kanyon'un klasik bir alışveriş merkezi olmadığı, yukarıdaki değerlendirmelere sığmayacak "farklı" bir kent yapısı olduğu, "nitelikli zaman geçirmek ve keyif almak isteyenlerin, İstanbul'u ziyaret edecek bilinçli turistlerin" de ziyaret edeceği bir "kent merkezi" olduğu ileri sürülüyor. Sorun, bu "fark"ın ve projeye verilen isimlerin alışveriş merkezinin yaşamasına yetip yetmeyeceğidir.

Kanyon'un uluslararası parametrelere göre, bir kentsel tasarım projesi (urban design) olduğu tartışılabilir. Bu "kent"te sokaklar nereden gelip nereye gidiyor? Bulvardan ya da Levent'ten Gültepe mahallesine bir yaya trafiği mi var? "B" planı işleme konulup yapının üstü kapatılırsa, "kent" "yapı"ya mı dönüşecek? Dünyada şehir-yapı denemeleri varsa da Kanyon'un bunlarla ilgisi yok. Göreceli olarak küçük, tüm işlevleri içermiyor, bir ofis ve bir apartman bloku arasında 37,000 m2'lik dev alışveriş koridorları ile orantısız bir "kent" bu.

Kanyon projesinde, yatırımcı ve mimarlar "iyi bir mimari" aramışlar. Bu arayışlar saygı ile karşılanmalı. Ancak, yurtdışındaki örnekler taranırken uluslararası bilgi birikiminin ve yerel koşulların tasarımlara yansıtılmaları daha gerçekçi çözümlere olanak verecektir.

Coşkun KARADENİZ: Mimar, İTÜ, 1993-2000 arasında Cumhurbaşkanlığı Mimari Başdanışmanı
RADİKAL İKİ

Burger King ve Kedi

Bugün yazmak için kafamda farklı düşünceler varken; birlikte çalıştığım arkadaşımın dün akşam başına gelen bir olayı anlatmasıyla gündem tamamen değişti. -Olay tamamen gerçektir. Üçüncü bir şahıstan duymadım, bizzat yaşayan arkadaşım Oya'nın anlattıklarıdır-

Yer: Beyoğlu Burger King (İstiklal'in başı)
Zaman: 11 Eylül 2006
Saat:20:00-20:30

Olay: 3 kişi girişte soldan üçüncü masada yemeklerini yemekteyken; birden bire masanın ortasına tavandan inen bir kediyle şok olurlar. Asma tavanın kırılan bir parçası ve kedi masanın tam ortasında.

Restoran: Elemanlardan biri bi kere daha böyle bir şey olmuştu der. Müdürü öyle şey söylenir diye mi onu uyarır. Ve arkadaşlarıma "yemeğinize devam edecek misiniz?" diye sorar.

Diğer Müşteriler: Yan masadaki İngiliz mahkemeye verin, ciddi tazminat alırsınız diye öneride bulunur. (Türk kanunlarını bilmediği belli)

Arkadaşlarım: Ya kedinin kovaladığı düşseydi.

Kedi: Beyoğlu'nun akşam kalabalığında izini kaybettirir.

Yaşananlar üzerine çok fazla söylenecek bir şey yok. Ama bundan sonra Burger King'e giderken bi daha düşünmenizi öneririm.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

Kadıköy’de Lezzet Turu

Kup Griye
Anadolu yakası yaşadığım yakadan daha çok sevdiğim bir bölgedir. Sevdiklerimin çoğunun da orada oturuyor olmasının sanırım bunda etkisi vardır. Kuzenim Aynur Abla’mla zevklerimiz birbiriyle çok örtüşür. Yaz başındaki bir sohbetimizde lezzetli limonata içemediğimden dert yanmıştım. O da Kadıköy’deki Baylan’ı söylemişti.

Fırsattan istifade Baylan’ın limonatası ve Cup Griyesi ile tanıştım, tanıştığıma çok da memnun oldum. Raflarda görünen diğer pasta ve çikolatalarsa aklımda kaldı.

Tatlıdan önce yemek için de Express İnegöl Köftecisi’ni tercih ettik. Aynur ablamın dediğine göre 20 yıldır aynı servis elemanları aynı kaliteyle lezzetinden ödün vermeden varlığını sürdürüyormuş. Ki ben tabaklarını hiç bir zaman tam bitiremeyen birisi olarak üstelik rahatsızlığıma rağmen kendim dahil herkesi şaşırtmayı başardım. Yolunuz düşerse uğrayın derim.

Küçük bir öneri mekan da nikahtan sonra uğrayıp bir kahve içtiğim; Maltepe sahilindeki Çamlık. Nikah dairesinden çıkıp sağa doğru yürüdüğünüzde otoparkın bitiminde. Cumartesi gününün sıcak havasında; adalara karşı oturup geçen vapurları, denizi ve gökyüzünü seyretmek çok keyifliydi.


Bir de Pazar günü benim katılamadığım ama Cumartesi kadromuzun kalanının gittiği Mihrabat Korusu var ki; sadece resmine bakıp iç geçirdiğim.

Ve Cumartesi....

Yükseklisans’tan bir arkadaşımın daha evliler kervanına katılırken yanında olmak üzere Maltepe Nikah Dairesi’ndeydim. Sanırım yeni yapılan salon şimdiye kadar gördüğüm en güzel nikah salonuydu. Kolonlar ve tavanlar, tüller ve çiçeklerle süslenmiş, nikah masası da aynı zarafetle tüyler ve çiçeklerle donatılmıştı. Gelinle damat kapıdan çıkıp platforma geldiklerinde nikah masası ortadan ikiye ayrılıp yanlara doğru açıldı; konukları selamlayıp geri döndüklerinde de masa tekrar birleşerek eski halini aldı.


Nikah şekeri olarak da kırmızı tül bir kese içinde isimlerinin altında gelinle damat figürünün olduğu ve üzerinde günün tarihinin yazdığı bir çift tükenmez kalem hediye ettiler. Eee damat kalemci olunca böyle hoş fikirler sadece fikir olmakla kalmıyor. Ümit yükseklisanstayken de hepimize üzerinde adımızın kazılı olduğu hoş kalemler hediye etmişti.

Allah mesut etsin, darısı bekarların başına...

Funda Arar-Kıraç Konseri


Ve konser...

Candan Erçetin konserinden sonra Açıkhava’yı bu kadar kalabalık gördüğüm –benim gittiğim- tek konser. Oturanlardan dolayı merdivenlerden inmek adeta imkansızdı. Ses düzeni maalesef kötüydü. Sahne dekoru yok denecek kadar gelişi güzeldi. Bir de orkestra elemanları kimisi hawaii gömlek beyaz pantolon, kimisi kot pantolon beyaz tişört kısacası tam bir görsel karışıklık

Ama.................



Funda Arar muhteşem bir ses, harika bir yorum. İlk bölümün ortalarında Kıraç’ta sahneye gelerek bir kaç türk sanat müziği eserini birlikte söylediler. “Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam” gibi.11’den sonra Kıraç sahne aldı. Konserin ortalarında bir anda sahnenin önünde patlayan bi şeyle herkes oturduğu yerden sıçradı. Çok kısa bir süre sonra da maytaplarla başlayan ışık seli etrafı sisle kapladığında ışık şovu başlayınca farklı bir boyuttaymış hissine kapıldım. Evet dekor kötüydü ama ışıklar çok iyiydi. Bu kez de Funda Arar sahneye gelerek; onun şarkılarına eşlik etti. 12:30’da konser bittiğinde Açıkhava hala doluydu ve kimsenin gitmeye niyeti yoktu. Bir kez daha sahneye gelen Kıraç; Funda Arar’ın da katılmasıyla 4 şarkı daha söyleyip 1’de bitirdiler konseri.


Daha iyi bir ses düzeninde tekrar dinlemeyi çok isterim.

Komşu

Cuma akşamı işten çıkar çıkmaz önce Açıkhava’nın karşısında Lütfi Kırdar’ın otoparkına –yemek sonrasında arabayı çok uzaklara park etmek zorunda kalabilirsiniz- arabayı bıraktıktan sonra yemek için Maçka parkının hemen yanında bulunan Komşu’ya gittik.

Kaldırımlarda yada apartman dairelerine sıkıştırılmış kafelerden nefret ettiğim için, Nişantaşı’na her gittiğimde yemek benim için büyük sorun olur. Ama bu kez bahçe içinde, ferah bir mekanda huzurlu bir yemek yedim. Sanırım bundan sonra konser öncesi favori mekanım olacak. Bahçesi kadar içinin de dekorasyonu güzeldi. Kışın da değerlendirilebileceğini düşünüyorum.

Bir de Komşu’nun Kızı’ndan -bayanlar tuvaleti- değinmeden geçemiyeceğim. Bir kaç hafta önce pazar günü Ali Atıf Bir köşesinde hijyenik pedlerin hangisinin daha iyi olduğuna dair –pazarlama açısından değil fonksiyonellik açısından- bir yazısı vardı. Onu hatırladım ve Ali Atıf Bir böyle bir şeyi keşfedemeyeceğinden bu sefer de ben haber veren olayım istedim.

Uzun lafın kısası bayanlar tuvaletinde 1 ytl karşılığında Evy Lady marka ped alabileceğiniz otomatlar olduğunu gördüm. Başarılı bir pazarlama faaliyeti. Konuyu araştırdığımda Cevahir Alışveriş merkezinde ve Reina’da da benzer makinaların olduğunu öğrendim. Orkid gibi bir pazar liderinden görmeyi daha çok umduğum bu uygulamayı yapan Evy Lady’i tebrik ediyorum.

Cuma, Eylül 08, 2006

Yine Çok Kayboldum Galiba

Artık yazmamın kaçınılmaz olduğunun farkındayım.

Hasta mısın, bi şey mi oldu sorularıyla beni yazmaya zorlayan tüm arkadaşlara ilgileri için teşekkürler.

Geçerli bir nedenim yok ama yüzlerce bahane sayabilirim.

Yılan hikayesine dönen evdeki tadilat bitti sayılır. Ama başta annem olmak üzere beni de bitirdi diyebilirim.

Onun dışında bi de elimde bir taş var. Bir türlü yerine oturmayan, oturtamadığım. Maalesef bu süreçte onun da gel gitlerini ağır bir biçimde yaşadım. Ama fark eden bir şey yok hala yerine oturmadı. Ben de vazgeçtim. Henüz elimden bırakmadım ama uğraşmaktan vazgeçtim.

Aslında benim yazmaktan kaçışım çok sıradışı bir durum değil, hepimiz günlük hayatımızda öyle bir rutinde akıyoruz ki onun dışına çıkıp da kendimiz için çok az şey yapıyor yada hiç bir şey yapmıyoruz.

İşte ben de blogumu yaparken bu rutinin dışına çıkıp, farklı bir kimliğe bürünüp zamanı ve mekanı bırakıp kendim için bir şeyler yapıyorum, paylaşıyorum, keyif alıyorum.

Aslında blogumla ilgilenmemek beni huzursuz eden diğer bir konu. Çünkü yazacak bir şeyler düşünmek, düşündüklerini beğenmemek, kelimeleri yan yana dizememek, kendini tekrarlamak korkusu stress yaratıyor.

Neyse bugün cuma. İşin sonu; tatilin başı. Akşama da güzel bir program olunca saatler daha bir keyifle geçiyor. Akşam programımı sağ alt tarafta ki yazı tahtasında bulabilirsiniz.

Bu da yeni eğlencem. Cemal'in sitesinde gördüğüm ve hemen kopyaladığım yazı tahtasına kısa notlar yazmak hoşuma gidiyor. Buzdolabına yapışmış notlar gibi. Herkes istediğini yazabilir. Sadece adını yazıp, message bölümüne de mesajını yazıp bir enter yeterli.

<bgsound src="http://www.hddweb.com/80423/06_Track_6.wma" loop="infinite">

Pazartesi, Ağustos 28, 2006

İç Ses

Kalabalık dostlarımız, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz etrafımızda az yada çok başkaları vardır çoğu zaman. Bazen sözlerimizi, dertlerimizi, sevinçlerimizi, gözyaşlarımızı paylaştığımız konuştuğumuz birileri.

Ama birisi, öyle bir ses var ki. Fiziksel olarak tek başına olsanız bile o hep vardır.

Aldığınız kararları sorgular, düşüncelerinizi irdeler, tepkinizi yargılar, siz ne yaparsanız çoğu zaman tam tersini savunur. Ama bazen de o görünmeyen eliyle sırtınızı sıvazlayıp "aferin sana" der.

Yıllardır benim ani çıkışlarımda; bana karşı beni savunan, ne istediğini bilen bir o kadar da karşındakinden emin inançla mücadele edip savunan ve hep sonunda haklı çıkan.

Bugün ondan bir ses bekliyorum.

Ama artık savunmuyor, yargılamıyor, destek vermiyor.

Küstü. Artık onun da gücü, sabrı, inancı, direnci bitti.

Cuma, Ağustos 25, 2006

Bugün Cuma

Bazı haftalar vardır ya ilk gününden itibaren sanki son günündeymişsinizi gibi gelir de; bir türlü cuma olmaz.

İşte bu hafta da benim için öyleydi. Salı'dan itibaren her gün yarın cuma sanıp durdum. Geçmek bitmek bilmedi yani. Beni çok yordu. Hatta bu sabah bile yatağımda gözlerimi açtığımda bugün cumartesi diye düşünüp çalan alarmla cuma olduğunu farkettim.

Neyse ki iş yerinde free friday uygulaması var da; haftasonu rahatlığını önceden yaşamaya başlıyoruz. Bu sabah kendimi biraz şımartmaya karar verdim ve iş yerime yakın güzel bir yerde arkadaşımla kahvaltı ettik.

Yeşillikler içinde şirin bir yer.

Levent'teki Bursa Garaj Kebapçısı'nın hemen karşısında "Saklı Bahçe". Büyükdere Caddesi'nden gelirken Gültepe Sapağı için döndüğünüzde sola dönmeyip de düz aşağı indiğinizde hemen karşınızda. Cephesinde ayvalık tostu diye küçük bez afişi görebilirsiniz.

Perşembe, Ağustos 24, 2006

1453 Sultanlar Aşkına


"Ne zaman İstanbul'da gözüm yıkık surlara takılsa hep garip bir hüzün hissederim. Sadece önünden geçip gittiğimiz bu surlar hala ayakta ve hayatımızın bir parçası. Ama kimler neler yaşadılar buralarda, ne efsaneler, ne destanlar yaşandı bu surların önünde ve ardında!"
Can Atilla

Bugün DR'da alışveriş yaparken mağazanın içinde çalan müzik dikkatimi çekti. Huzur veren, dinlendiren farklı bir şeydi. Kasada ödeme yaparken etrafa bakındım "şu an bunu dinliyorsunuz" köşesinde çalanın ne olduğunu anlamak için. Diğer yandan da önümde duran cd'lerden 1453 Sultanlar Aşkına yazanı incelemeye başladım. Müzikte ben bunun içindeyim dercesine kulaklarımdan bir an uzaklaşmıyordu.

Sonunda çalanın ne olduğunu sorduğumda; o albümü oradan almadan çıkmayacağım belli oldu.

İstanbul benim için yaşadığım şehir olmaktan öte; kokusuyla, dokusuyla, rüzgarıyla, tarihiyle benim için yaşayan; benim de yaşamamı sağlayan adını tam koyamadığım canlı bir şey.

İstanbul'u, Fatihi ve fethi hissettiren bu müzikleri dinlemenizi öneririm.

Bir varmış Bir yokmuş

Herşeyde bir hayır vardı sözü kuru bir teselliymiş gibi gelse de;
Çok isteyip de kavuşamadıklarımızın yokluklarına nasıl katlanırdık başka türlü?
Yıllar geçince üzerinden dönüp geriye; iyi ki de olmamış derken hala eski teselliyi haklı çıkarmak mıdır çaba?
Hep varlara yok, yoklara var derken...
Ne kaybettiğimizin ne de kazandığımızın hakkını verebildik mi?

Yoklara savaş açmışken, varları koruyabildik mi en derinlerimizde?
Önce onları mı feda ettik yoksa, yoklar için?

Yoklar var olunca, varlar da yok,
Yeni bir savaş başlamadı mı bir türlü tatmin olmayanlar ülkesinde?

Ne sevmeyi ne de ölmeyi başarabildik
Yokları var etmeye çalışırken....

Salı, Ağustos 22, 2006

Başlıksız

En son yazımı cuma günü yazmış olmama rağmen; sanki çok uzun süredir yazmıyormuş gibi hissediyorum.

Aslında yazacak değişik bir şeyler de yok kafamda; ama bazen öyle olur ki öylesine yazmaya başladığım bir yazı hiç ummadığım yerlere götürür beni. Daha önce farkına varmadıklarımı, gözümün önünde olup bitenleri farketmemi sağlar. Bakalım bu yazı da nerden başlayıp nerelere gidecek?

Yoğun ve yorucu günler yaşıyorum son zamanlarda. Artık yılan hikayesine dönmeye başlayan tadilatımız nihayet 14 Ağustos günü banyo duvarlarına ilk çekiç darbesinin vurulmasıyla başladı. Neyse ki koordineli bir çalışmayla bir haftada yeni banyomuza bir kaç eksik dışında kavuştuk.

İnsan tadilatı bir mimara teslim etmeden herşeyiyle kendisi uğraşınca bir sürü şey öğreniyor, bir sürü de sıkıntı yaşıyor.

Banyo tadilatında önemli olan tesisatçıymış ve onun çalıştığı bir fayansçı ustasının olması. Çünkü esas kırma işini tesisatçı yapıyor, onun döşediği tesisat üzerine seramikleri döşeyen kişiyle de uyumlu çalışması şart. Yani banyo tadilatının sonucu iyi bir takım çalışmasına bağlı.

Sırasıyla evin diğer bölümleri de tadilattan nasibini almakta olduğu için; sürekli evin içinde ustalar, toz, stress, sıcak her şeyi birbirine karıştırıp hareket ettirmesi her geçen gün zorlaşan bir hamura dönüştürüyor.

Ve bir kez geçtiğiniz yolu; bir daha ki geçişinizde aynı yerde bulamamak, tabelalar e-5'i gösterirken ve yol önünüzde akarken siz sadece durduğunuz yerden ona bakmaktan öteye geçemediğinizde hissettiklerinizi anlatmaya kelimeler yetersiz kalır.

Ki şu günlerde İstanbul'da araba kullanan kullanmayan herkesin aynı şeyi hissettiğinden eminim.

Evimizin üst tarafında yer alan eski londra asfaltı, bugünlerde londra çukuru olarak anılabilir. Çünkü yol diye bir şey yok sadece ortada meteor düşmüş gibi kocaman bir çukur ve etraftaki iş yerlerinin bahçesinden yol bulup geçmeye çalışan sürücüler için tam bir sabır testi.

E-5 derseniz yol boyunca çekilen tretuarlarla girişi kaçırdığınızda bi daha nerden yol bulup gireceğinizi kara kara düşünmenizi gerektirecek kadar karmaşık bir hale geldi.

Ama bunlar hayatımızın sıkıntıları. Trafik, hava, aşk, iş ve daha bir sürü şey...

Oysa unuttuğumuz hep görmezden geldiğimiz, ihmal ettiğimiz tek bir gerçek var.

Sağlık...

Nefes alamıyorsan, bir yerin ağrıyorsa, yürüyemiyorsan, göremiyorsan bu sıkıntıların ne anlamı olabilir ki?

Dayım yaklaşık 50 gün önce bir trafik kazası geçirdi. Dış görünüşünde ciddi bir şey olmamasına rağmen omurilik zedelenmesi nedeniyle boynundan altı bir süre hiç bir şeye tepki vermedi. Çok şükür ki yavaşta olsa iyileşme sürecine girdi. Artık yürüyebiliyor ama ellerini tam kullanamıyor. Haftasonu telefonunu kulağında tutup konuşabildiğini, acemi hareketlerle su şişesinin kapağını açabildiğini görmek hepimizi çok mutlu etti.

Boynuna aldığı darbe biraz daha aşağıya isabet etmiş olsaydı şu an böyle bir yazı bile yazıyor olamazdım.

Sağlıklıysanız her şeyin bir çözümü, her sıkıntının bir ferahı vardır.

Cuma, Ağustos 18, 2006

FESOrient'06


Yine farklı bir etkinlik keşfettim. Tanıtımlarından edindiğim bilgiye göre oldukça keyifli, kültürel anlamda doyurucu ve zevkli bir fuar olacak. FESOrient

FESorient’06 etkinliğinin amacı, kültürümüzün temel taşlarını oluşturan etnik ve otantik değerlerden esinlenerek üretim yapan ticari, sanatsal ve kültürel yönden faaliyet gösteren tüm değerlerin bir araya getirilerek günümüz estetik anlayışı ile birleştirilmesi.

Katılımcı listesine baktığınızda çok büyük bir fuar olmayacakmış gibi görünüyor ama yine de görmenin iyi olacağını düşünüyorum.

- Maison Française
- Cam Ocağı Vakfı ( atölye+defile)
- Derin Design
- Özlem Tuna – Takı Tasarımcısı
- Hülya Çelik Papuççuoğlu – Aksesuar Tasarımcısı
- Dolunay
- Mumart
- HİNDİSTAN Konsolosluğu
- MISIR Konsolosluğu
- Günseli Kato
- d.o.t.designers of Turkey
- Tokat Belediyesi - Taş Baskı
- Beypazarı Belediyesi - Telkari
- Şile Belediyesi - Şile Bezi

Tanıtım filmini de seyredince; mutlaka görmeli diyorum.

22 -27 Ağustos'ta Feshane'de. Açılış gecesi 20:00'de de defile olacakmış.

FESOrient'06

Salı, Ağustos 15, 2006

National Geographic 1.'si Fotoğraf

National Geographic'in düzenlediği Uluslararası fotoğraf yarışmasında "İnsan" kategorisi birincisi Erdal Kınacı.

Erdal Kınacı National Geographic 1.'lik ödülü kazanan fotoğrafı

Erdal Bey'in başarısını okuyunca, daha çok kişinin haberi olsun istedim. Ve okuduğum yazıdan bir kaç alıntıyla paylaşmak istedim.

İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Mezunu ve aynı fakültenin fotoğrafçılık derneği kurucularından. İstanbul’da yaşadığı yıllarda İFSAK üyesiydi. Şimdi Mersin Fotoğraf Derneği Üyesi. 1966 doğumlu.

Sağlık sektöründe idari bir görevde bulunuyor. Çok uzun yıllar fotoğraf makinesinden siyah beyaz film eksik olmadı. Birkaç yıldır edindiği dijital makine ile renkli fotoğraflar çekmeye de başladı.

Fotoğrafta ekipmanın önemini bilmekle beraber “her şey” olmadığına inanıyor.Doğru zaman, doğru yer, doğru ışık üçlüsünü yakaladığında içine “cam negatif” yerleştirilmiş ve önüne iğne ile delik açılmış karton kutu ile çekilen fotoğrafın bile milyarlık aletleri sollayabileceğini düşünüyor.

Fotoğrafı çeken kişi olarak, fotoğrafın sizde yarattığı etki ne oldu?
O ailenin çok dramatik bir yaşamı vardı. Kullandığım fotoğraf makinası 4-5 milyar değerinde. O insanlara o makinayı doğrulttuğumda makinanın fiyatından utandım diyebilirim. Çünkü onlar için hayal edilemeyecek bir parayı, ben hobim için kullanıyorum. Bunlar kolay ifade edilecek şeyler değil.

Fotoğrafı mensubu olduğu bir sosyal yardım derneğinin çalışmaları sırasında Mersin'de görüntüledi.

Tebrikler Erdal Bey

Cuma, Ağustos 11, 2006

Haftasonu Önerileri

Yine yeni bir haftasonunun kapısında; açılmasını bekliyoruz sabırsızlıkla.

Kapı açıldığında güzel bir hafta sonu geçirebilmeniz için naçizane bir kaç önerim olacak...

Her sene Ağustos ayında gökyüzünde şenlik olur. Bu seneki de cumartesi akşamı.

Göktaşı yağmurlarının en tanınanlarından biri Perseid göktaşı yağmuru, 12 Ağustos gecesi 22.30-23.30 saatleri arasında en yoğun noktaya ulaşacak. Dünya, 17 Temmuz - 24 Ağustos tarihleri arasında Güneş çevresinde 130 yılda bir tur atan Swift-Tuttle kuyrukluyıldızının yörüngesinde bıraktığı kalıntıların içinden geçiyor. Çıplak gözle de görülecek bu doğa olayını kaçırmayın derim. Yıldız kaydığında dilek tutun derler ya; çıplak ayakla toprağa basarak dilerseniz dileğiniz daha iyi tutarmış.

Küçük bir hatırlatma daha. Kent yaşamındaki parlak ışıklar yıldızların doğal ışıklarının görülmesini engeller. Bu yüzden göktaşı yağmurunu iyi seyredebilmek için olabildiğince karanlık bir yeri tercih edin.

Pazar sabahı yeşillikler içinde Boğaz'a karşı yüksek bir tepede kahvaltı hiç te fena olmaz gibi geliyor. Mihrabat Korusu.

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden çıkar çıkmaz Anadolu Hisarı sapağından sahile inip dümdüz yol alırsanız Mihrabat karşınızda.

Sonbahara yaklaşırken sinema salonları çok cazip olmasa da; kafa dağıtmak için Göl Evi izlenebilir bence.

İyi tatiller

Perşembe, Ağustos 10, 2006

YONCA

Son günlerde garip bir şekilde herkeste "YONCA" arayışı var. Bilmediğim bir şey mi var?

Sayfalarımı ziyaret edenleri incelediğimde sadece "yonca" diye yazarak arama motorlarından geldiğini görüyorum büyük çoğunluğun. Sonuçta herkes istediğini arar, ama bir yıllık trendi takip ettiğimde "YONCA" aramalarında son bir aydır ciddi bir artış olduğunu farkettim.

Son olay da bugün.

yonja.com'u hemen hemen herkes bilir. Ben de bir arkadaşımın davetiyle 1 yıl önce üye olmuştum. Ama o kadar. Ne girip baktım, ne de ilgilendim ondan sonra. Ama dün akşamdan beri yonja.com'dan mesajlar yağıyor bana.

İlginin nedenini halen anlayabilmiş değilim. 1 yıldır kimsenin dikkatini çekmeyen profilim ne oldu da; popüler oldu?

Doğrusu sitenin yapısını ve işleyişini bilmediğim için; mantıklı bir nedeni olsa da ben bilmiyorum cahilliğime verin.

Ama şu bir gerçek ki herkes "YONCA" arıyor bugünlerde :)))))

Sultan Kayıkları


"Suda"yı yazınca Sultan Kayıkları geldi aklıma. Ve bir keresinde yapmayı çok istediğim, planladığım ama gerçekleştiremediğim hoş bir gezi.

19:30'da Dolmabahçe'den bindiğiniz Sultan Kayıkları'nın kırmızı kadife ve ipeklerle kaplı, altın varaklı koltuklarına kurulup batan güneşe doğru yol alırken; 1 saat için binbirgece masalınızın kahramanı olmaya hazırlayın kendinizi.

Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Boğaz Köprüsü, Feriye Köşkü, Esma Sultan Yalısı, Beylerbeyi Sarayı, Topkapı Sarayı,Selimiye Kışlası, Kız Kulesi, Salacak, Çamlıca dört bir yanınızda fasıl eşliğinde yol aldıktan sonra bu masalı sürderecek bir restoranın rıhtımında karaya çıkmak lazım.


Çırağan Sarayı, Kız Kulesi, Laila, Reina, Feriye, Beylerbeyi İskelesi ve Anadolu Hisarı İskelesi'ne yanaşabiliyor kayıklar. Benim planımdaki yer Feriye Lokantasıy'dı ama Kız Kulesi de olabilir.

Eylül sona ermeden, havalar serinlemeden yaşamalı bu masalı

Ve yazın kendi masalınızı... Gökten üç elmanın düştüğü...

Sultan Kayıkları

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

Suda

Bütün iplerini suya bıraktım
Rüzgar yok havada
Suda akıntı
Kürekleri de, kürekçisi de...

Öylece duruyor durduğu yerde
Biri ipleri toplayana
Güneş yeniden doğana
Tatlı bir rüzgar çıkana dek...

Salı, Ağustos 08, 2006

Aşk

Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz.
Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında...
En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.
Gözyaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak...
Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz;
"Ölmek var, dönmek yok"tur.

***

Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz...
Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu...
Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz.
Sürünür gidersiniz.


Tamamını okumak için Can Dündar'ın sitesine >>

Pazartesi, Ağustos 07, 2006

Geleneksel Candan Erçetin Konseri

sanki bir melek Geleneksel Candan Erçetin konserimizin bu seneki ayağı yine Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda ama son konser gecesinde gerçekleşti.

Her zamanki gibi güzel, duygusal, eğlenceliydi. Ancak bu sefer benim dikkatimi orkestradaki nefesli sazlar grubu çekti. Erkut Gökgöz ve Göksun Çavdar. Şarkılarda onların da kıvırması -özellikle Erkut- , birbirlerine kaş göz işaretleri yapmaları çok hoşuma gitti.

Açıkhava'daki her Candan Erçetin konserinin ben de bir duygusu vardır. Ve her konserde daha öncekilerde hissettiklerimi, o zamanki duygularımı tekrar yaşarım. Her geçen sene daha çok şey biriktiğinden, bi de zamanlama olarak kayıp bir döneme denk gelmişse daha bir ağır geçiyor. Her konser sonrasında kaçınılmaz bir başağrısı ve karmakarışık hislerle ben başbaşa kalıyorum. Sarhoş gecenin ertesindeki başağrısı gibi...

Bu konserler beni sarhoş ediyor.

Eyyam-ı Bahür

"Ağustos'un 1'inden 8'ine kadar geçen 8 güne, "Eyyam-ı Bahür" derler. Yani yılın en sıcak günleri. Bu günlerde sağlığın bozulmamasına dikkat edilir. Eyyam-ı Bahür içinde, şarapların sirkeleştiği, hayvanların kuvvetten düştüğü görülmüştür."

Saatli Maarif takvimlerini severim, bir de Ülkü takvimini. Ülkü'yü renkli ve içinde karikatürler olduğu için daha eğlenceli bulurum. Çocukluğumda dedem her sabah o günün yaprağını koparıp büyük bir ciddiyetle tüm detaylarını okurdu. "Kasım 150 yaz belli" sözü de ondan aklımda kalandır. Bir de henüz gelmemiş günlerin arkasını okumak için sayfaları kaldırmamız; takvim yapraklarını şişirir ve bu durum dedemin hiç hoşuna gitmezdi.

Nasıl olur da bir takvim bu kadar çok şeyi bilebilir?

Ben sayfaları günü gününe takip edemediğim için arada bir oturup topluca okurum. İşte 1 Ağustos tarihli yaprakta yazanlar bu hafta sonu yaşadığımız sıcakları açıklıyor.

Cuma, Ağustos 04, 2006

Yardım mı? Bi daha düşünüyim

İnternette dolaşan maillerden gelen düşündürücü bir hikaye vardı. Çölde aç susuz sürünen bedeviye yardım elini uzatan atlının iyiliğine karşılık bedevi; adamın atını alarak dört nala uzaklaşmaya başlar. Arkasında bağırmaya başlayan yardımsever adam; "tamam git ama olanları kimseye anlatma" demiş. Şaşıran bedevi nedenini sorduğunda.

"Bir daha hiç kimse çölde durup kendisinden yardım isteyene yardım etmez de onun için" demiş.

Tüm Türkiye Çanakkale'de kaçırıldığı söylenen çocuğu aramak için seferber oldu, devlet özel ekip kurdu, baskınlar düzenledi. Maddi manevi çabalar harcandı. Ama sonunda herkes gördü ki; koca bir yalanın oyuncuları olmuş, aldatılmış.

Şimdi soruyorum, bi daha kim kime inanır da kaybını bulmak için yardım eder?

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Vazodaki Çiçekler


Bir kaç gün önce ne kadar da güzel kokuyorlardı; baştan çıkarıcı bir şekilde ruhuna işleyen taptaze. Boyunları eğilip, renkleri solmaya başladığında vazonun içinden kötü bir koku gelmeye başlıyor. Çöp kovasına ilerlerken olabildiğince kendinden uzakta tutuyorsun, bir zamanlar güzel olanı.

Hayattaki her şey gibi...

Çiçek, dolaptaki peynir, insan, ilişkiler

Pazartesi, Temmuz 31, 2006

Haftasonu Tatili

Heyecanı yüksek bir haftasonu geçirdim. Çok şey yaptığımdan olsa gerek 2 gün değilde sanki daha uzun süre tatil yapmışım gibi geliyor. Ve uzun tatillerin dönüşünde yaşanan işe alışamama durumları bende de görülüyor.

Hiç yapmayı düşünmediğim şeyleri yaptım bu haftasonu. Benim gibi derinlik korkusu olan birisinin küçük bir kayıkla balığa çıkması; derinlerde olta sallayıp balık beklemesi ve hiç bir şey tutamaması zamanlama hatası olsa gerek. Saat 10'da balığa çıkıldığında bir kaç balıkla dönmeye şükretmek gerek galiba.


Aslında balık tutmadım desem yalan olur; çünkü kuzenlerim oltalarındaki balıkları çıkarıp kucağıma attıklarından hepsini yakalayıp kovaya atarken tutmak zorunda kaldım.

İki tekerlek üzerinde süratle gitmek, motora binmek hiç düşünmediğim, heveslenmediğim şeydi. Ama gel gör ki; onu da yaptım. Motorla gitmek evet keyifli. Ancak otomobilden daha tehlikeli olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Havuz, güneş, deniz, yemek, manzara ve sevdiklerin olunca; yaşadığın an yaşanmaya değer oluyor.



NOT:İstanbul dışında olduğum için Red Bull Air Race'e gidemedim. Üstelik Aysun'dan güzel bir davet almışken. Ama yine de yarış saatinde televizyonun karşısına geçip izledim. Ve yarışmayı Haliç'te seyredenlerin gerçekten çok şanslı olduğunu düşünmeden edemedim.

Cuma, Temmuz 28, 2006

Acil Alarm Haritası

İnternette değişik bir şeyler bulduğumda mutlaka paylaşıyorum. Bu haritayı da dün bir arkadaşım incelerken keşfettim. Dünya üzerinde meydana gelen son olayları gösteren oldukça kapsamlı ve sürekli güncellenen bir uygulama. Üstelik olayın üzerine tıkladığınızda detaylara ve google earth'ten görüntüsüne ulaşabiliyorsunuz. Bundan sonra sürekli linklerim arasında olacak.

Acil Alarm Haritası

Oyunlar

Çocukken okuduğum Gırgır yada Fırt’ta gördüğüm bir karikatürdü. Babalarının önünde oynayan çocuklardan biri legoları üst üste dizip ev yapıyor. Babası da oğlum büyüyünce mimar, mühendis olacak diyor. Diğer çocuğu da koşarken kimse yakalayamıyor, onun babası da benim oğlum iyi bir atletizmci olacak diye keyifleniyor. Ve son karede hızlı koşucu, zabıtalardan kaçan seyyar satıcı; mimar adayı da duvar ören bir inşaat işçisi olmuş.

Türkiye gerçeği hiç bir zaman değişmiyor.

Çocukken oynadığımız oyunlar hayallerimizde istediklerimiz, keyif aldıklarımızdı aslında. Bugün yaşadığımız gerçek; ne kadar yakın oynadıklarımıza?

Bulduğum her fırsatta dans ettiğimi kuzenlerim ve arkadaşlarımla dans kareografileri oluşturduğumuzu hatırlıyorum. Dirty Dancing filminin şarkısı en favori parçamızdı. (Özlem, Elif, Aysun hatırlıyor musunuz?) Bi dönemde şarkı söylemek. Eurovision Türkiye elemelerini banda kaydedip, sonra da o şarkılardan en beğendiğimi ezberleyip söylemek ciddi bir azim olsa gerek. Hala unutmadıklarımdan biri Emel-Erdal’ın söylediği “Pardon”.

“Mil pardon, bin pardon,
Pardon bütün olanlara.
Kırdıysam, üzdüysem özür dilerim senden”

Hatta bir “Halley” maceramız var ki; hatırladıkça hala gülüyorum. Kendimiz söyleyip banda kayıt etmiş, kayıt esnasında dış mihrakların saldırısına uğramıştık. -Yanılmıyorsam erkek kardeşimiz ve erkek kuzenim vardı işin içinde-. Kaydımızı dinlediğimizde şarkıyla başlayan, bağırtı ve kavga sesleriyle süren komik bi’şey bulmuştuk.

İlkokulda da en çok kavga ettiğimiz; birlikte de ayrı da yapamadığımız arkadaşım Özge’yle okulun arka bahçesinde bir kaç sınıf arkadaşımıza tek şarkılık bir konser bile vermiştik. Bildiğim kadarıyla Özge şu an gitar çalıyor ve şarkı söylüyor. Hatta 4-5 sene önce Star’da öğle saatlerinde yayınlanan bir şarkı yarışmasında da seyrettim onu.

Şarkıcı yada dansçı olamasam da; finans sektöründe olabileceğim o zaman düşündüğüm en son şey bile değildi.

Perşembe, Temmuz 27, 2006

Air Race İstanbul'da


29 Temmuz cumartesi günü Haliç'te Red Bull Air Race gerçekleştirilecek. Bir nevi Formula 1'in havada yapılanı. Zorlu parkurlar, kritik dönüşler saatte 400 km üzerinde hız ve adrenalin.

Atatürk Köprüsü ile Galata Kulesi arasında Haliç'in üzerine kurulan bu yarışmaya özgü hava kapılarından kurallara göre geçiş yapıp en kısa sürede rotayı tamamlayan İstanbul ayağının birincisi olacak.

www.redbullairrace.com sitesinde yarışın tarihçesi, kuralları, geçmiş yarışlar hakkında pek çok detayı bulabilir, videolar seyredebilir; neredeyse iddialı bir air race yorumcusu olabilirsiniz. Oldukça keyifle dolaştığınız sitede air race'cilik bile oynayabilirsiniz.

Bence izlemesi çok keyifli ve heyecanlı olacak yarış hakkında biraz daha detay vermek gerekirse...

Hava gösterileri 14:30' da ve Red Bull Air Race' in ilk turu 16:30' da başlayacak.

Pilotlar bir slalom rotası dahilinde zamanla yarışarak şişme hava kapılarının arasından uçarak ve bir takım akrobatik manevralar sergileyecekler.


Şişme hava kapıları ultra hafif spinnaker materyalinden yapılmış iki adet koniden oluşmaktadır. Bu materyal uçak kendisine değdiği anda yırtılmaktadır. Hava kapıları 20 metre yüksekliğindedir ve her bir koni arasında 10 ila 14 metre mesafe bulunmaktadır. Bir uçağın hava kapısına çarpması halinde kapı derhal dağılmaktadır. Kapılar pilotlar açısından hiç bir şekilde tehlike arz etmemekte ve birkaç dakikada yeniden şişirilebilmektedir. Quadro ise, dört adet kapıdan oluşmaktadır.

Pilotların kapılardan, farklı şekillerde, doğru yüksekliklerde ve belirtilen yatay veya dikey açılarda geçmeleri gerekmektedir. Kapıda bulunan mavi şerit yatay geçişi, kırmızı şerit ise dikey geçişi belirtmektedir. Pilotlar, doğru geçişleri gerçekleştirmemeleri halinde saniye cezası almaktadırlar.

Bu heyecanlı yarışı izlemek ücretsiz. Sadece kendinize Haliç sahillerinde uygun bir yer yada Haliç manzaralı evi olan bir tanıdık bulmak kafi.

Hayırlı Kandiller

Dün hicri takvime göre Recep ayının 1. günüydü. Yani mübarek 3 ayların ilki. Diğer taraftan da Ramazan'a sadece 2 ay kaldı. Recep ayının ilk perşembe akşamı da Regaip Kandili'dir. Yani bugün.

Ne acı ki masum insanlar ve çocuklar göz göre göre öldürülüyor. Lütfen dualarımızda savaşın sona ermesini ve iyiliklerin kötülüklerden daha çok olduğu bir dünya dileyelim.

Çarşamba, Temmuz 26, 2006

Fonksiyonel Gıda Ürünleri

Geçenlerde gıda sektöründe; sağlıklı yaşam ve tedavi amaçlı fonksiyonel ürünlerin öne çıkacağı ve pazarın bu yönde gelişeceğini okumuştum.

Bağırsak problemleri için yoğurt, bağışıklık sistemini güçlendirici süt ve benzerleri. Son olarak bu gruba kolesterol düşürücü ürünler eklendi. Bugün itibariyle fonksiyonel sütlü ürünler pazarının 20 milyon dolar büyüklüğünde olması ve bir yıl gibi kısa bir sürede %50 oranında büyüme beklentisi pazarı cazip kılıyor. Pazardaki ürünlerin de yaz kampanyası adı altında fiyat düşürme yarışıysa rekabetin artmaya başladığının göstergesi.

Bir süredir Danacol diye bir şeyin piyasaya çıkacağını duyduk ama kimdir nedir anlayamamışken; Ülker'den Kalbim Benecol filmlerin ortasında ekranlara flu görüntüsüyle yerleşmeye başladı. Tahminlerime göre Danacol'de Danone'nin icadıydı.

Yanılmadığımı bugün okuduğum bir haberle gördüm. "Az yağlı sütlü bir ürün olan Danacol, içerisindeki bitkisel sterollerle kolesterolün bağırsakta emilimini azaltarak, kolesterol seviyesinin düşmesini sağlıyor."

Önceleri katı margarini allayıp pullayıp (yaşınız yetmese bile forward maillerle gelen 70'lerdeki sana yağ reklamlarını görmüşsünüzdür) o dönemdeki genç, yaşlı kim varsa yedirip kolesterollü bir nesil yarattılar. Sonra katı yağ kalbinizin düşmanıdır; doymamış yağ oranı düşük yeni ürünlerimizi tüketin dediler. Şimdi de çıkan kolesterolünüzü bizim ürünümüzle düşürün diyorlar.

Ne çelişki ama

Fillerin Savaşında Çimenler Ezilir

Her zaman güçlüler, büyükler, kötüler anlamsız amaçları için birbirini yok etmeye, sindirmeye çalışırken aslında birbirlerine değil masumlara zarar verirler sadece.

Onların defterinde ölenler, yaralananlar, yıkılanlar sadece bir sayıdır. Sayısal değeri dışında bir anlamı olmayan. Çocukmuş, gençmiş, insanmış, canmış, yaşammış hiç farketmez.

Neden kozlarını bir satranç tahtası başında paylaşmayıp da; silahlarla adice oyunlarla masumları sırtından vurarak zafer çığlıkları atarlar.

"Tüfek icat olundu mertlik bozuldu" sözünün ne kadar doğru olduğunu her atılan kurşunla, her patlayan bombayla bir kez daha düşünür oldum.

Barut hiç icat edilmeseydi...

Daha huzurlu olur muydu dünya?

Ama bu kez de masumları öldürmek için başka şeyler üretirlerdi mutlaka, salgın hastalıklar, genleriyle oynanmış yok edici canlılar.

Her geçen gün kötülerin güç kazanır, iyilerin biraz daha güçsüz düştüğünü görmek yarınlarda ne olacağımızı düşündürüyor insana.

Pazartesi, Temmuz 24, 2006

Can Dündar yazılarına düzeltme

İnternet ortamında yazdıklarımızın çok kolaylıkla başkalarına mal edildiğini; yada başkalarınca sahiplenildiğini bizzat yaşamış ve çok üzülmüştüm. (Emeğe Saygı) O nedenledir ki siteme koyduğum, kaynağını bildiğim yazıları mutlaka yazarının adıyla yayınlamaya hep özen gösterdim.

Ancak bu hafta sonu bir yazıma bırakılan notla; maalesef bir emeğe saygısızlığa benim de istemeyerek sebep olduğumu üzülerek öğrendim.

Can Dündar Yazıları başlığı altında yayınladığım aslında Can Dündar'a ait değilmiş. Ömerlütfi Küçükosman'ın yorumunu okuyunca Can Dündar'ın sitesinde hemen bir araştırma yaptım. O da kendisine ait olmayan yazıların, kendisinin imzasıyla internette dolaştığını ve bu yazıları
Sahte Yazılar bölümü altında topladığını gördüm.

Önce sitemdeki; Can Dündar'a ait olmadığından emin olduğum yazıyı kaldırmayı düşündüm ama bu çözüm değildi. Herkesin bu yanlışı bilmesi ve benimle aynı hataya düşmemesi için bu düzeltmeyi yapmayı uygun gördüm.

Ve bundan sonra internetten gelen; yazarından yüzde yüz emin olmadığım hiç bir yazıyı yayınlamamaya karar verdim.

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

1 yıl oldu

Yola çıkmaya niyetlendiysen eğer...
Yola çıkıp yürümeye başladıysan eğer...
Ve hala yürüyorsan eğer...


Tam bir sene önce başladığım internet günlüğümde hala yazıyor olmak; bazen bırakmayı düşünsem de sevdiklerimin, arkadaşlarımın, yazılarımı takip edenlerin desteğiyle küçük molalar versem de devam etmemin en büyük nedenidir.

Çocukken büyük bir hevesle başladıklarımdan; çabucak sıkılıp vazgeçmem nedeniyle "maymun iştahlı" olarak tanınsam da. Olgunlaştıkça sabrım ve azmimle herkesi şaşırtıp, utandırdığımı bir kez daha gururla söyleyebilirim. İşte blogum da süreklilik gösteren tercihleriminden biri oldu.

Geçen bir yıla baktığımda resimli Yonca tarihi olmuş dedim kendime. Yaşadıklarım, hissettiklerim, güldüklerim, düşündüklerim, sevdiklerim, kızdıklarım...

Herşeyiyle bana ait; yorumlarınızla da size...

Salı, Temmuz 18, 2006

Karayip Korsanları 2

Güzelim yaz akşamlarında beni sinemaya götürebilecek tek film...

Gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda Karayip Korsanları'nın ikinci filmi Ölü Adamın Sandığı hakkında pek çok haber okuyorsunuzdur. Ben yeni birini eklemiycem. Ama filme giderseniz jeneriğin sonuna kadar kalın çünkü Hürriyet'in Pazar ekinde Ömür Gedik jenerikten sonra sürpriz bir sahne olduğunu söylüyor. Benim gittiğim sinemanın makinisti sabırsız olduğu için öyle bir sahne göremedim. Gören olursa lütfen bana da anlatsın yoksa bi daha filme gideceğim.

Makyajı, oyuncuları, çekimleriyle çok güzel olduğunu düşündüğüm film bence en iyi makyaj oscarı için kuvvetli bir aday. Kaptan Jack Sparrow'u anlatmaya bile gerek yok, ilk filmdekinden de muhteşem. Bu adamın koşmasına bayılıyorum.

Ve bir de aşık adam. Davy Jones. Aşkı acı verdiğinde; aşkını kalbine, kalbini söküp bir sandığa; sandığı da bir adaya gömecek kadar çok seven.

Davy Jones'un gemisi Uçan Hollandalı'nın mürettabatı ise deniz altındaki her canlının ayaklanıp karaya çıkmış haliydi. E tabi Kraken'ı anmadan geçmek olmaz.

Filmlerin sonu anlatılmaz ama bu filmin sonu yok. Çünkü beklenen son için yeni bir sahneye geçildiğini düşünürken; jenerik yazılarını görmeye başlıyorsunuz ve koltuğunuzda öylece kalıyorsunuz. Gerçekten bitti mi diye.

Cuma, Temmuz 14, 2006

Sağlıksız Sağlık Sektörü

Özel hastanelerin her geçen gün daha fazla ticari yanı ağır basan kurumlara dönüşmesinin yaşamımızı olumsuz etkilediğini görüyor yaşıyorsunuzdur diye düşünüyorum. Tabi ki özel hastane olarak devlet hastanelerinden daha farklı fiyat politikalarının olması, kar marjlarını düşünmeleri gayet normal.

Ancak diğer sektörlerde olduğu gibi müşterimiz ne kadar çok ürünümüzü kullanırsa o kadar iyidir felsefesiyle çapraz satış yapmaya çalışmak bence pek mümkün değil. İhtiyacı olmayan bir ürünü müşteriye satmak satışa göre başarı olsa da; pazarlama açısından durumu farkettiğinde müşterinin kaybedilmesine ve olumsuz deneyimlerini paylaşmasıyla kuruma zarar olarak dönecektir.

Bazı özel hastanelerin ticari kaygılarıyla kapıdan içeri adım attığınızda gerekli gereksiz ne kadar şey varsa yaptırdıklarını bildiğim için; zorunlu olmadıkça onlara gitmem. Ancak Amerikan Hastanesi bunların dışında tuttuğum bir hastaneydi, taki bu haftaya kadar.

Apandisit şüphesinde, -farklı uzmanlardan ve kaynaklardan edindiğim bilgiye göre- ilk bakılması gerekenler ateş ve kandaki lökosit düzeyi. Yani tomografi değil. Hatta tomografide belli bile olmazmış. Zaten olmadı da. Hadi bi de ilaçlı tomografi çekelim dediler.

Artık bu noktada pes deyip, tecrübesine güvendiğimiz ama artık hasta bakmayan yaşlı aile doktorumuza danışıp onun gözetiminde başka bir hastanede başka bir cerraha göründüm. Teşhisten emin olmak için ateş ve lökosit tabi ki ölçüldü.

Çarşamba, Temmuz 12, 2006

İkizler 4,5 Aylık

Miniklerimiz büyüyüyor...

Ben onları 4 aydır göremiyorum; Eylül'e kadar da göremiycem. Ankara, Antalya, Kuşadası geziyorlar.

Gürkan her iki resimde de eli ağzında olan-resmi siteye koyana kadar ben de iki resim arasındaki benzerliği farketmemiştim-; diğeri de Gözde'miz.



Salı, Temmuz 11, 2006

Seni Beklediğim Kadar

Bugünlerde e-mail yazmak üzere yeni bir sayfa açıyorum, bir kaç cümle yazılıyor ekranda "merhaba, nasılsın?" sonrası için bir kaç cümle daha...

Gerisini nasıl getireceğimi bilmediğim için başka işlere dönüp, sonra tamamlarım deyip bırakıp kalkıyorum. Ve döndüğümde göndermeden siliyorum...

Belki bu yazı da maillerle aynı sonu paylaşacak...

"Ne hasta bekler sabahı
Ne kanlı şahidi mezar
Ne de şeytan, bir günahı
Seni beklediğim kadar"

Necip Fazıl'ın bu şiirinin ikinci bir kıtası var. Ama ben henüz onu söyleyebilecek kadar ne vazgeçtim, ne de cesurum.

Cumartesi, Temmuz 08, 2006

Kadınlar

Dünyanın en karmaşık makineleri herhalde bilgisayarlardır. Ama bilene tanıyana göre de bir o kadar basit. İlk başlarda acemilik çeksen de; zamanla hangi tuşa bastığında ne olacağını bilirsin. Sürprizi yoktur.

Dünyanın en karmaşık canlısı ise kesinlikle biz kadınlar...

Standart bir etki tepki mekanizması yoktur. Bazı çok bilenler şöyle yapılırsa, böyle olur diye ahkam kesse de her etki her zaman aynı tepkiyi vermez. Bazen kızdırırken, bazen sevindirir; bazen ağlatırken bazen gülümsetir.

Kainat yaratıldığından beri onları çözebilen bir tek kişi bile çıkmadı. Uğurlarına ne savaşlar oldu, ne topraklar kaybedildi, ne kanlar döküldü. Ama hiç bir şey onlardan önemli olmadı.

Bırakın erkeklerin onları anlamasını, onlar çoğu zaman kendilerini anlayamıyorlar. Ve çoğu zaman hayretle bakıyorlar erkeğe...

Aslında kafamdan geçen karmaşık duyguların nedenine ulaşmaktı amaç. Dedim ya biz kadınlar o kadar karmaşığız ki; kendimiz bile kendimizi çözemiyoruz bazen. Bir dakika önce mutlu eden olayın bir dakika sonra farklı bir detayını bulup mutsuz olabiliyorlar. Doğa da onun böyle karmaşık olmasına ortam hazırlıyor; yağmuruyla, rüzgarıyla, güneşiyle. Belki bu yüzden o da Tabiat ANA. Dişilik öğesi yüklenmiş. Karmaşık, anı anına uymayan, günlük güneşlikken fırtınaya dönen; fırtınadan sonra hiç bir şey olmamışcasına sakin, taze.

Bir de bütün bu karmaşaya destek veren biyolojik etkenler var ki, zor olan koşulları daha da içinden çıkılmaz hale yada tam tersi imkansız denen şeyleri imkanlı hale getiren. Hormonlar

Annelik hormonu, kadınlık hormonu ve henüz adı konulmamış yada benim bilmediğim tüm diğer hormonlar.

Garip şeylerin cezalandırıldığı yada ödüllendirildiği Amerikan eyaletlerinden birinde cinayet suçundan yargılanan kadının PMS yani adet öncesi sendorumu yaşaması nedeniyle cezasının indirildiğini okumuştum.

Fiziksel etkilerini bir yana bıraktığınızda duygusal etkisinin yarattığı baskılar erkeklere uygulansa eminim ki dünya nüfusu şimdi olduğundan çok daha az, savaşlar, cinayetler, kazalar çok daha fazla olurdu.

Ama biz kadınlar bize yüklenen zorluklarla; yine bize verilen güçlerle baş edebiliyor; sevdiklerimizin hayatını cennete, sevmediklerimizinkiniyse cehenneme çevirebiliyoruz.