Cuma, Temmuz 07, 2006

Kaçırılmaması Gerekenler

İstanbul'da kaçırılmaması gerektiğini düşündüğüm güzel etkinlikler var bu hafta.

7-11 Temmuz tarihleri arasında Sultanahmet'te Yerebatan Sarnıcı'nda Sema gösterisi olacak. Daha önce Kapadokya'da izlediğim gösteri eminim ki Yerebatan Sarnıcı'nın gizemli atmosferinde çok daha etkileyici olacaktır.Başlama saati: 20:00
Biletleri Biletix'ten alabilirsiniz.



18 Temmuz'da ise Arkeoloji Müzesi bahçesinde Tuluyhan Uğurlu'nun "Dünya Başkenti İstanbul" konserine gidebilirsiniz. Konser için müzenin sütunlu ana giriş kapısı sahne olarak kullanılırken, müze ve Çinili Köşk özel olarak aydınlatılacak. Sahnenin iki yanına kurulacak dev perdelerde baştan sona muhteşem İstanbul görüntüleri ve İstanbul üzerine hikâyelerle konser görsel olarak da destekleniyor. Başlama saati:21:00


Git Desem De

Git dese de dilim...
Kalbim, beynim ve ruhum
"sakın gitme" diye fısıldıyor.
Git diyen bile aslında, gitmesin istiyor.

Orda olduğunu bilmek;
Sessizce diğer tarafta tek bir kelime beklemek.

Bu kalp çarpıntısını artık istemiyorum desem de;
Vazgeçemiyorum.

Çünkü bu kalp sadece ona böyle çarpıyor.

Çarşamba, Temmuz 05, 2006

Akşam Postası

Yazmak niyetiyle bilgisayarımın başına oturdum ama araya o kadar farklı konu ve konuklar girdi ki... Bu noktadan sonra hiç bir cümle güzel bir şekilde yan yana gelip de istediğim yazıyı oluşturamayacak sanırım. O nedenle kısa ve öz bir kaç cümle sadece.

Bilgisayarımın başına gelenleri biliyorsunuz. Son bir kurtulma ümidiyle başka bir yere gönderildiğini söylemiştim. Mutlu haber. Tatilden işe döndüğümde her şeyimin kurtulduğunu öğrendim. Dün de hepsi yeni bilgisayarıma kopyalandı. Şimdi sıra bir fakiri sevindirmekte :)))) çünkü dosyalarım kurtulursa bir fakiri sevindireceğim demiştim.

Tatil gerçekten çok iyi geldi. O kadar çok şey biriktirmişim ki içimde; onlar beni sıktıkça sıkıp içinden çıkılmaz dehlizlere itmişler. Şu günlerde rutin enerji düşüklüğüme rağmen oldukça iyiyim (maşallah nazar değmesin). Ne kendimle ne de bi türlü kozlarımı paylaşamadığımla içimde kavga etmiyorum. Hepsini bıraktım kendi yoluna gitsin diye. Benim olan zaten dönüp gelir bana; benim olmayansa...

Bırak gitsin zaten hiç benim olmamıştır.

Salı, Temmuz 04, 2006

Can Dündar yazıları

ÖNEMLİ DÜZELTME

11 yıl önce Can Dündar'a ait olduğunu zannederek yayınladığım, sonrasında ona ait olmadığını öğrenip düzeltme yazısı yazdığım http://dortyaprakliyonca.blogspot.com.tr/2006/07/can-dndar-yazlarna-dzeltme.html yazının sahibinden bir mesaj aldım bugün. (8 Şubat 2017)

Biline ki yazının sahibi Can Dündar değil Ömer Lütfi Küçükosman

byKush "Can Dündar yazıları" kaydınıza yeni bir yorum yaptı:

Yıllar sonra yeniden merhaba,
Öncelikle bloğunuzda yayınlamış olduğunuz düzeltme yazısı ve yönlendirme için teşekkür ederim. Geçen 11 yıl sonunda görüyorum ki internette halen aynı yazı aynı imzayla dolanıyor. Ve ben bir kez daha kendimi ispat turlarına başlamışım. Bu sefer işim daha da zor; candundar.com.tr kapanmış. Dolayısı ile insanlar arama motorlarında sizin tekzip yazınıza değil ama benim gibi bu sayfanıza ulaşıyor.

Emeğe saygınızı bildiğim için son bir rica ile bu sayfadaki yazının altındaki Can Dündar imzasını, içeriğindeki "oo Can bey kapmışsınız çıtırı" satırındaki Can / Ömer deformasyonunu bir de yazının girizgahındaki "Can Dündar yazıları
Can Dündar'ın yazılarını çok beğenerek okuduğumu; sık sık siteme koyduğum yazılarından anlamışsınızdır. Bugün de evlilikle ilgili çok güzel bir yazısını daha okudum. Onu da paylaşıyim istedim. Can Dündar'ın kendi sitesi olduğunu duymuştum ama bugüne kadar ziyaret etmemiştim. Ama artık isterseniz siz de ziyaret edebilesiniz diye linklerime ekliyorum." bölümlerini düzeltmenizi isteyebilir miyim?

ışık ve sevgi ile kalın.


Can Dündar'ın yazılarını çok beğenerek okuduğumu; sık sık siteme koyduğum yazılarından anlamışsınızdır. Bugün de evlilikle ilgili çok güzel bir yazısını daha okudum. Onu da paylaşıyim istedim. Can Dündar'ın kendi sitesi olduğunu duymuştum ama bugüne kadar ziyaret etmemiştim. Ama artık isterseniz siz de ziyaret edebilesiniz diye linklerime ekliyorum.(4 Temmuz 2006)

Evlilik, inanmadığım halde içerisinde 17 seneyi bitirdiğim bir kurum benim için.
17 senede (abartmıyorum) 40 çift arkadaşımın son verdiği kurum aynı zamanda da...
Evliliğimin bu kadar uzun sürmesinin gizi belki de kuruma inanmamaktan geçiyor.
Evliliği toplumun dayattığı şekilde yaşamamaktan...

Nedir bu dayatmalar?

Erkeğin muhakkak kadından yaşça büyük olması, eğitim seviyesinin erkeğin lehine yada en azından eşit olması bunların sadece ikisi...
Olmaz, yürümez diyor toplum... Erkek yaşça büyük olmalı ki, kadına "höt" dediğinde oturmalı kadın...
Yada yumuşatıyorlar; efendim kadın erkekten önce çöktügü için (hani doğum felan) küçük olmalıymış yaşı...
Eğitimde de böyle.. Kadının çok okumuşu bilmiş olurmuş, evde kalmakmış layıkı....

EŞİM BENDEN 2 YAŞ BÜYÜK; ne "höt" dememe gerek kaldı 17 senede, ne de benden önce çöktü...
Yıllar içinde ben yaşlandıkça o gençleşti, "oo Can bey kapmışsınız çıtırı" esprilerine muhatap dahi oldum.

EŞİM 3 ÜNİVERSİTE BİTİRDİ; ben bi taneyi 9 senede bitirdim..
Ne o bana bilmişlik taşladı, ne ben ona ezik baktım...

Kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar farklıdır der Halil Cibran...

Bunu unutmadık biz. Ben konuşurken o dinledi, Ben dinlerken o konuştu 17 sene.
O öfkeliyken ben, ben öfkeliyken o "haklısın bitanem..." dedik, öfke bitip fırtına durulduğunda "ama bi de böyle düşün" de dedik fikrimizi savunurken.
Farklı insanlar olarak görmedik birbirimizi, aynı amaç için savaşan neferlerdik bu hayatta...

Asla bilmedik ne kadar para kazandığımızı, ortak cüzdanımızdan gerektiği kadar aldık..
Ne kadar çalarsa çalsın masanın üstünde telefon, kim bu saatte arayan karşı cins diye sorgulamadık da ama...


Sevginin en büyük dostuydu bizim için "güven"... Ve güvenin ardına saklanmış bir "saygı" vardı daima...

Ne kavgalar, ne badireler atlattık 17 senede...
Eee ülkeler neler gördü, biz çekirdek aile mi süt liman yaşayacaktık...
Öyle bir girdik ki birbirimize, ben ilk kez odamın dışında yattım bi gece, misafir odasında...
Gece yarısı kapı açıldı, eşim "ne yapıyosun burda?" diye sordu kapının eşiğinden,"uyuyorum" dedim buz gibi bi sesle...
Gitti, gelmesi 1 dakikasını almıştı elinde yastıkla... "kay yana" dedi
daracık yatakta."ne yapıyosun?" dediğimde "benim yerim senin yanın, sen gelmezsen ben gelirim" dedi...

Anladım ki o gece, en uzun kavgamız yat saatine kadar sürecek...
Ve bence doğrusu da bu...
Özen gösterdik o günden sonra, evin her yerinde kavga ettik, yatak odamız hariç..
Kırsak da zaman zaman kalplerimizi, asla kin tutmadık birbirimize...
Toplum kurallarıyla oynasaydık bu oyunu belki de 41 inci çift olacaktık o listede...
Ama oyunun kurallarını biz koyduk... Nede olsa bizim oyunumuzdu, oynanan...
Evlilik; hesapsız içine dalınması gereken bir oyun bence...
Topluma kulaklarını tıkayarak hemde... Ne benim, ne de bizim sözlerimizle...
Sadece gönlünüzden geçtiğince...
Dediği gibi Ataol Behramoğlu' nun;

"... Yasadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına. Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır.
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana..."

Pazartesi, Temmuz 03, 2006

Tatil Fotoğrafları

Ayasofya Müzesi










Büyük Saray Mozaikleri Müzesi









3 Temmuz 2000


Bundan tam altı yıl önce bugün işe başlamıştım. Şimdi de izinden dönüp 3 Temmuz’da 7.yılıma başlarken garip duygular içindeyim.

3 Temmuz 2000’de Yeliz’le birlikte aynı görevde işe başlamıştık. Bizden bir ay önce de Ayşegül hepimizin içinde olacağı yeni bir oluşum için yola çıkmıştık. Bazen keyifli, bazen sıkıntılı günler ve geceler geçirdik hep birlikte. İş hayatında ne yaşanırsa hepsini birlikte yaşadık kısacası.

Önce Ayşegül istifa edip ayrıldı; 2 yıl oldu. Şimdi de Yeliz. 30 Haziran itibariyle o da istifa edip ayrıldı. Bir ben kaldım bizden. Ve bugün ben 7.yılıma yeni bir dönemle başlıyorum.

Bu dönemde hayatımızda elbette ki pek çok değişiklik oldu. Her şeyden önce büyüdük. Ayşegül’ün artık ikizleri var, Yeliz evlendi, ben master yaptım ama hala bekarım.

Ama galiba artık ben de evlenip, çoluk çocuğa karışmayı düşünür oldum. Kimbilir bundan sonraki 3 Temmuz’da nerede ve nasıl olurum?

Cumartesi, Temmuz 01, 2006

İstanbul'da Tatil Bitiyor

Her şeyin bir sonu olduğu gibi tatilim de sona ermek üzere. Pazartesi yine iş, film kaldığı yerden devam. Ama ben bu arada güzel bir mola vermiş oldum. Öğrendim ki İstanbul'da tatil için çok güzel seçenekler var; daha aklımda kalan yapılacak bi sürü şey kalsa da tatil bitti.

En son yaptığım ve mutlaka yapmanızı tavsiye ettiğim bir keyif yolculuğu...

Vapurla Anadolu Kavağı



Eminönü Boğaz iskelesinden 10:30-12:30 ve 13:30 saatlerinde kalkan üç seferden biriyle 1,5 saatlik yolculuğun sonunda Anadolu Kavağı'na ulaşabilirsiniz. Sabah ilk vapuru öneririm; böylece isterseniz kavakta daha fazla kalıp en son vapurla dönebilir ya da 3'te kalkan ilk vapurla dönüp 4:30'da Eminönü'nde olabilirsiniz.

Kanlıca'ya kadar sadece Beşiktaş'a uğrayıp yolcu alan vapurun tabiki açık bölümlerinde oturup, sağlı sollu Boğaz rüzgarında ne kadar muhteşem bir şehirde yaşadığınızın farkına varabilirsiniz. Karadeniz çıkışına yaklaştıkça özellikle Anadolu yakasındaki bozulmamış yeşille gözlerinizi ve ruhunuzu dinlendirebilirsiniz.



Anadolu Kavağı daha önce de pek çok kez gittiğim ama vapurla uzun zamandır gitmediğim bir yer. İlk defa hafta içi gittiğimden boş sokaklarıyla daha bir güzel göründü gözüme; Kavak'ta Yoros Kalesi mutlaka görülmesi gereken bir yer onun dışında mutlaka balık yemenizi öneririm. Zaten yemek için pek farklı seçenekler yok. Bölgenin büyük bir kısmı askeriyeye ait olduğu için dolaşılabilecek alan oldukça sınırlı. İskeleden çıktıktan sonra sağa giden yolu takip ederek yürüdüğünüzde deniz tarafındaki askeriyenin bitiminde kayalıklara oturup denizi seyredebilir hatta ayaklarınızı denize sallandırabilirsiniz.

Boğaz yolculuğumuz sırasında bugünlerde oldukça meşhur olan Malta Şahini adlı yatı da yakından görme imkanı buldum.


Vapurla böyle bir yolculuğa çıkarken yanınızda mutlaka şapkanız, güneş gözlüğü ve koruyucu kreminizi bulundurun derim.

Bu akşam da yine Boğaz'da yemekli bir gezi de olucam. Ne diyim Allah beni İstanbul Boğazı'ndan ayırmasın.

Cuma, Haziran 30, 2006

İstanbul'da Tatil Devam Ediyor

Tam programlanmamış ama yine de bir kaç müze gezmek amacıyla sokağa attım kendimi 3. tatil günümde...

Ama ilk adımımla birlikte günüm ve ruhum işbirliği içinde kendi kendilerine programı oluşturmaya başladılar. Önce Elif'le sadece aynı tramvayda yolculuk edip görüşebilmek için başlayan birlikteliğimiz; Özlem'in de bize katılmasıyla öğleden sonra bir kaç saati hep birlikte Sultanahmet'te geçirmeye dönüştü.

Sultanahmet Meydanı'nda küçük bir turun ardından yenen keyifli bir yemekten sonra, onların mecburiyetleri nedeniyle ben günüme tek başıma devam ettim. Önce Sultanahmet Camii'nde Elif ve Emin'e cumartesi günü girecekleri KPSS için dua ettim. Ardından da turistçilik oyunum başladı...

Büyük Saray Mozaikleri Müzesi

Sultanahmet Camii'sinin külliyesi olan Arasta Çarşısı'nda bulunan Bizans İmparatorluğu Büyük Sarayı'na ait mozaik döşemelerinin; olduğu yerde sergilendiği bir müze burası. Cam tavanı sayesinde doğal gün ışığı ile aydınlanan mozaiklerin yaşadığını hissedebiliyorsunuz.

M.S. 450-550 yıllarında yapıldığı belirtilen mozaikler; o döneme ait diğer mozaiklerde olduğu gibi dönemin ince işçilik ve zevkini ortaya koyuyor.


Ayasofya Müzesi

Mozaikleri ve heybetli kubbesiyle gerçeküstü bir yapı olduğunu hissettim. Devler ülkesinde cüce gibi kaldığınız mekanın kubbesinin yüksekliği ve büyüklüğü karşısında büyülenip kalıyorsunuz. (yüksekliği 56,60 m; çapı 31,30 m) Restorasyon ve güçlendirme çalışması nedeniyle kubbenin yarısını kapsayacak şekilde kurulan modern iskele yüksekliği ve büyüklüğü daha fazla vurguluyor.


Kıble yönünde yer alan mihrabın hemen üzerindeki duvarda Allah ve Muhammet hatlarıyla işlenmiş vitray camlar ve en üstte yer alan Hz.İsa motifi tüm yolların tek bir yere çıktığını anlatıyor; anlayana.



Kubbeler, sütunlardaki işlemeler, duvardaki mozaikler, üst galeriye çıkmak için döne döne çıkılan rampanın irili ufaklı taşları, İmparatoriçe Locası ve çıkışta Güzel Kapı'da yer alan mozaik. Çok yukarıda olan ve çıkışta arkanızda kalan mozaiği farketmeniz için çıkış kapısı üzerine konan eğik ayna detayı, bu güzelliği farketmenizi sağlıyor.



Ve güvercinler... hiç bir bekçi, hiç bir engel onların tarihin duvarları arasında kendilerine kuytu köşeler bulmasına engel olamıyor.

Haseki Hürrem Sultan Hamamı (Ayasofya Çifte Hamam)

1556'da Kanuni tarafından Mimar Sinan'a Hürrem Sultan için yaptırılmış. Kıskanılmayacak gibi değil.

Ancak şu an içinde döner sermayenin işlettiği bir halı satış mağazasının olması, tarihi güzelliklerin üzerine serilmiş-sergilenen halılar hoş değil bana göre. Mekanın daha çok resmini çekmek istesem de halının olmadığı tek yer olan sadece kubbeyi görüntülemeyi tercih ettim.


Böyle yerlerin doğal şekliyle, ne biliyim türk hamamına özgü eşyalarla dekore edilmesi -en azından bir bölümünün- sürekli suların aktığı yaşayan bir mekan kendini daha güzel ifade edebilirdi diye düşünüyorum.

Müzelerden sonra keyif durağımda kahve molası verdim.

Zaman kavramı, bir yerlere yetişme telaşı olmadan amaçsızca İstanbul'u yaşamak; ağır adımlarla çok düşünmeden ayaklarının götürdüğü yere gitmek özgürlük olsa gerek...

Gülhane Parkı'nı ıhlamur kokuları, kuş cıvıltıları, koca gövdeli yüksek ağaçların arasında bir uçtan diğer uca yürüyüp Setüstü Çay Bahçesi'ne gittim.

Haliç'in Boğaz'la birleştiği, Boğaz'ın Marmara'ya aktığı; Kız Kulesinin yalnızlığında yaramaz çocuklar gibi birbirini kovalayan vapurlar ve gemiler; yanıbaşımda uçan martılar, İstanbul'un sıcak ve nemli havasına inat esen Marmara'nın rüzgarına köpüklü bir kahve eşliğinde kendini bırakmak; keyif bu olsa gerek...



Her zamanki gibi fonda çalan Türk sanat müziği şarkılarından Nalan Altınörs'ün söylediği dilime takılan

"Hıçkırığımı duy da
Esen yellere sor da
Elini kalbine koy da
Gel neredeysen"

Açıklama: Bu yazı çarşamba gününden beri yayınlamak üzere bekliyor. bilmediğim bir nedenden ötürü blogger.com resimleri yüklemiyor. Düzelir düzelmez resimleri ayrıca yükleyeceğim. Şüphesiz resimlerle çok daha çok güzel bir yazı olacaktı :((

Salı, Haziran 27, 2006

İstanbul'da Tatil

Yıllık iznimin bir bölümünü bazı nedenlerden dolayı aniden ve program yapamadan kullanmak ihtiyacı ortaya çıktı. Tatile genelde birlikte çıktığımız ablam da işlerinin yoğunluğu nedeniyle izne çıkmazken; arkadaşlarımın büyük çoğunluğunun evli ve çocuklu yada çalışıyor olması nedeniyle ortak program yapabilmenin imkansızlığı altında İstanbul'da tek başına tatil nasıl geçirilir tecrübe ediyorum.

Tecrübelerimi de paylaşıyım ki; olur da bir gün İstanbul'da tek başınıza tatil geçirmek zorunda kalırsanız faydalanırsınız.

Ve 1. gün... Pazartesi - Park Orman




Havuza girmekten pek hoşlanmasam da; rahatlıkla güneşlenip kendinizi bir tatil köyündeymişcesine hissedebileceğiniz İstanbul'un içindeki tek yer sanırım. Orman'dan içeri adım attığınızda geride bıraktığınız trafik ve şehir karmaşısından çam kokusu, kuş sesleri ve ormana özgü o serinlik sizi kucaklayarak kurtarıyor.

İstanbul'un en büyük yüzme havuzu bildiğim kadarıyla ParkOrman'da. Şenzlongunuza uzanmış, serinleten rüzgar eşliğinde güneşlenirken keyfinize diyecek yok.

Yalnız şu günlerde Maslak civarında süren yol çalışmaları kapıdan dışarı adım attığınızda sizi acı gerçekle yüzyüze getirse de İstanbul'da tatil=ParkOrman diyorum.

2.gün... Yani bugün

Anneyle yapılan keyifli geç bir kahvaltı. Ertelenen bir kaç banka ve dışarı işleri. Blog güncelleme. Evde olmanın tadını çıkarma.

Önümüzdeki günler için de çeşitli programlarım var. Onları da yaptıkça yazmaya devam edicem.

Bu arada Behzat Gerçeker'in cd'sini geçen hafta aldım. Dinlemekten oldukça keyif alıyorum. Hele dün araba kullanırken dinlemek daha bi güzeldi. Favori parçalarım Gidersen Git, Otantik Tango ve Düşler.

Gidersen Git'i biraz da isminden dolayı çok sevdim. Bir umursamazlık, vazgeçmişlik, pes etmişlik var. Ben de "Gidersen Git" diyorum ama o "gidiyorum" demiyor aslında. Ben "gidiyorum" diyorum ama o "Gidersen Git" demiyor. Hatta "gitme, pes etme" diyor. Yani ben yine kendi kendimle uğraşıyorum.

Perşembe, Haziran 22, 2006

Parkorman, K'fest, Candan Erçetin

K'Fest 2006'ya davetiye kazandığımı daha önce yazmıştım. Dün akşam yani yılın en uzun gününü biz de Parkorman'da önce PineClub'da güzel bir yemek yiyip ardından da K'fest bahane Candan Erçetin'i dinleyerek kutladık.

Parkorman'a ilk açıldığı günden beri giderim. Ancak son altı ayda hızlı bir değişim geçirdiğini gördüm. Pine Club aynı lezzetinde ama farklı bir dekorasyonla hizmet vermeye devam ediyor, Yazı Kebap ve Q'Jazz'da açılmış. Havuz aynı havuz ama havuzun hemen yanına kurulan buz pistinin güneşlenme alanını daralttığını ve çirkin çatısıyla görüntü kirliliği oluşturduğunu düşünüyorum.



İlk defa ParkOrman'da bir konser izledim. Mekanın geniş ve ferah olması kalabalığın rahatsız edici taraflarını da yok ettiğinden, 5000 kişi olup olmadığı konusunda bi şey diyemiycem. Ama bi hayli kalabalıktı.

Aslında orada bulunan herkesin amacının tek bir şey olduğu belliydi. Candan Erçetin. Açıklanan programa göre 22:00'de sahneye çıkmasını beklediğimiz Candan Erçetin 23:00'e doğru sahneye çıkıp 1 saatcik te olsa keyifli anlar yaşattı. Çoğunluk eski şarkılarla 25 Temmuz'da Açıkhava'daki konseri öncesinde prova yapmış olduk.

Etkinliğin sponsoru sanırım tencereci Öztiryakiler'di. Girişte herkese K'fest anahtarlıkları ile birer küçük tencere verdiler. Tencere kelimesini okuyunca yanlış bi şey yazdım diye dönüp bi daha okudunuz di mi? Hayır doğru okudunuz tencere. Kapağı olan yaklaşık 6-7 cm çapında bir tencere. Dikkat çekici bir hediye olduğu doğru ama ne işe yarayacağı konusunda düşünüyorum.

Masama koyup içine ataç falan koysam her gören kesin dalga geçer, ya da bozuk paralarımı. Bence içine ne konursa konsun bırak başkasını ben bile her ona uzandığımda gülerim. Gereksiz bir hediye olduğunu düşünüyorum. Ürünleri arasında var mı bilmiyorum ama kaşık gibi daha fonksiyonel bir gereç verebilirlerdi. Ya da benzerlerinin yanında sırıtmayacak daha makul boyutlarda bir tencere :)))))))

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Elektrik Kesintileriyle İlgili Bir Uyarı

Bilgisayarlar artık hayatımızın vazgeçilmez bir parçası, cep telefonları gibi. Onlardan önce nasıl yaşıyorduk, nasıl böyle bizi ele geçirdiler?

Bu sabah işe geldiğimde iki bilgisayarımdan birinin -ana bilgisayarımın- her zamankinin aksine açılmadığını gördüm. Teknik bölüme haber verdim, sıradan bir teknik problem diye düşünürken acı haberi aldım. Hard disk yanmış. Bilgisayarım kapalı olmasına rağmen akşam ki elektrik kesintisinde gerilime maruz kalıp yanmış. Odada ki garip yanık kokusu da böylece anlaşılmış oldu.

İlk müdahalede bilgisayarımdaki hiç bir şeyin kurtarılmadığını öğrendik. Ancak daha donanımlı bir birimde tekrar denenecek.

6 yıldır yaptığım tüm işler, raporlarım, dosyalarım, takip ettiklerim, hazırladıklarım, arşivim, yedeklediğim dosyalar. Her şey ama herşey artık yok. Yani artık hiç bir şeyim yok. Kabus gibi.

Bunları neden anlattım?

Elektrik gidip gelmelerinin çok da önemli problemlere yol açmayacağını düşünürdüm. -Ev yaşantınızda kesintilerde elektronik aletlerin fişini çekin uyarılarını duymuşsunuzdur-

Yani aygıtın kapalı olması bi işe yaramıyor. Çünkü elektrik geldiğinde stand by konumuna geçtiği için, derin darbeye maruz kalabiliyor.

Başınıza hiç bir zaman böyle şeyler gelmemesi dileğiyle

Salı, Haziran 20, 2006

Ben o taşlardan hiç düşmedim

Sular tehlikeli. Kaygan zeminde yürürken kayıp düşmek an meselesi.

Çocukken –ki bazen hala yaparım- kaldırım kenarlarında iki yanı boş sadece bir ayak genişliğindeki taşların üzerinde yürürdük. Bazen koşardık. Sağa sola sendeleyip hep orta denge noktasında kalıp düşmemeyi başarırdık. O günlerin alışkanlığı olsa gerek, düz yolda da tek sıra taşın üzerindeymişcesine yürüdüğümden çocukken az uğraşmadılar benimle :)))))

Büyüdük. Artık kaldırım taşları yerine gerçeklerin, bazen de hayallerimizin, umutlarımızın üzerinde yürüyoruz. Kimi zaman esen rüzgar, yaramaz bir çocuğun gelip bizi itmesi; dengemizi bozup yalpalamamıza, düşme tehlikesi geçirmemize neden olsa da geçmiş tecrübelerimizle toparlayıp yeniden düzeltiyoruz bedenimizi.

Çocukken o kadar çok şeyi öğrenmişiz ki aslında farkında olmadan. Oyunlarımızda, arkadaşlıklarımızda, kavgalarımızda, aşklarımızda o günkü halimizle algılayamayacağımız ama bugünümüzde farkettiğim o kadar çok gerçek varmış ki.

Ben o kaldırım taşlarından hiç düşmedim.

Yaz Şarkıları Geldi

Yazla birlikte yeni albümler de birer birer çıkmaya başladı. Dinlediklerim, keyif aldıklarım ve beni gülümsetenleri sayıyim.

Kenan Doğulu’nun Festival albümünden “Baş Harfi Ben”. Özellikle giriş müziğine bayıldığım şarkı; alıştığımız her şeyi açık açık söyleyen hiç bir anlamı olmayan sıradan sözler yerine eski şarkılarda olduğu gibi gizliden gizliye aşkını itiraf eden; ilkokul yıllarındaki hatıra defterlerimizde kalan akrostişler gibi “ilk harflerine baksana” diyen

“Adı lazım değil, baş harfi ben”

“Birden bire hayatının tümü oldun
Gecelerine gün gibi doğdun
Gidersen biri kırılır çok
Adı lazım değil, baş harfi ben”

Sesine ve yorumuna bayıldığım Işın Karaca’da “Mandalinalar Tezgahta” derken sözlerine anlam yükleyemesem de; şarkılarının keyif verdiğini söyleyebilirim.

Biliyorum Serdar Ortaç’ta albüm çıkarttı. Ama onla nedense yıldızım hiç barışmadı hiç bir şarkısını sevemedim şimdiye kadar. O nedenle de benim listemde yok.

Hiç tarzım olmasa da Ebru Yaşar’ın tesadüfen dinlediğim şarkısının sözleri ise güldürüyor beni.

“Ben senin olmadığın her yerde canım, yeşillenirim
Yeter ki düş yakamdan, kutupta bile güneşlenirim.”

Bir de geçen sabah işe gitmek üzere hazırlanırken sanırım Dream Tv’de farklı bir müzik duydum, oturup sonuna kadar dinledim. Türk müydü yabancı mı, ezgiler bir yandan türk diğer yandan avrupaiydi. Müziğin sonunda Behzat Gerçeker “Düşler” yazdı ekranda. İlk fırsatta yakından ilgileneceğim.

Pazartesi, Haziran 19, 2006

2 kere 2, 4 etmiyor

Artık neden yazmıyorsun, nerelerdesin diye başlayan her yorumu okurken nasıl utandığımı anlatamam. Çünkü ben bu bloga başladığımda temel prensibim başka sitelerde hoşuma gitmeyen şeyleri yapmamaktı. Yani sürekli takip ettiğim bir sitenin günlerce güncellenmemesi, her girdiğimde aynı sayfayla karşılaşmak, son güncelleme tarihinin üzerinden günler geçmiş olması gibi...

Gel gör ki ben de bunu hiç istemesem de yaptım :(((( Çok üzgünüm.

Neden yazmadığıma ilişkin önceki yazımda bi’şeyler anlatmıştım, şimdi biraz daha detay...

Son dönemlerde işimle ilgili bazı belirsizlikler, olumsuzluklar ve sıkıntılar gelecekle ilgili ümitsizliklere ve bıkkınlıklara neden oldu. Papağanımın hastalığı, evde yapmayı düşündüğümüz tadilatların bizim dışımızda nedenlerden ötürü başlayamaması, ufukta bir tatil programının olmaması; çok sevdiğim ama istediğim gibi yaşayamadığım, beklemekten yorulup isyan ettiğim artık başla ya da bit dediğim şeylerin olduğu yerde sayması; havaların kötü gitmesi; dönemsel yaşanan fiziksel ve ruhsal tükenmişlik üst üste gelince...

2 kere 2 her zaman 4 etmiyor.

Genelde sinerji kavramını ifade etmek için olumlu anlamda kullanılsa da, benim gibi olumsuz bir psikolojideyken de 2 kere 2; 5-10-15 ediyor.

Beni yakından tanıyanlar güneş enerjisi ile çalıştığımı bilirler. Geçtiğimiz hafta hiçte Haziran’a yakışmayan soğuk ve yağmurlu günlere denk gelen durumumun; olumsuz etkilerinin nasıl katlanarak bana geri döndüğünü tahmin edebilirsiniz.

En sonunda kendime teşhisi koymak üzereydim. Depresyona girdim. Çünkü tüm belirtiler tutuyordu. Ancak geçen hafta; her ay rutin olarak farklı bir şirketin yeni işe başlayacaklarına yaptığım sunum yanıldığımı bana gösterdi. Son derece neşeli ve keyifli bir şekilde sunumumu yaptım, katılımcıların hepsiyle öylesine pozitif bir iletişim kurdum ki herkes benimle haberleşmek için mail adresimi ve telefonlarımı aldı. Üstelik sadece 45 dakikalık zaman diliminde... Depresyonda olsaydım; böyle bir iletişimi sağlamam mümkün olmazdı.

Bu hafta güneş var. Önümüzdeki günlerde de yaz yazlığını gösterecekmiş. Bu hafta içinde gitmeyi planladığım konser organizasyonları var. Biri Kariyer Net’in düzenlediği K’Fest –Candan Erçetin konser verecek-. Biletlerin satılmadığı sadece kariyer.net üyelerine çekilişle davetiye verildiği organizasyon için, ne talihtir ki hayatımda ilk defa bi çekilişte kazandım. Çarşamba akşamı inşallah Parkorman’dayım. Cuma akşamı da Çubuklu Hayal kahvesinde Levent Yüksel’in konseri var.

Yani yalancı depresyonumdan kurtulmak için yeterli bahanem var.

Cumartesi, Haziran 10, 2006

Edirne - İstanbul, Kına Gecesi-Düğün Manzaraları


Müsaade isteyip gittiğim kına gecesi ve düğün haber ve fotoğraflarıyla döndüm. Kuzenim Gökhan'la gelinimiz Buğçe'nin Edirne'de kına gecesiyle başlayan İstanbul'da nikah ve düğünle devam eden genç bir çiftin fotoromanı diyebiliriz.

3 saatlik araba yolculuğundan sonra ulaştığımız gelin evinden; başından bereket paraları atılırken oğlumuz gelinimizi tutup elinden Meriç nehri kıyısına gidecek konvoyun önündeki arabasına atıp yola çıktı.



Onlarca arabanın eşlik ettiği konvoy, geniş Edirne caddelerinde birbiri ardına dizilmiş lokomotifler gibi keyifle kına gecenin yapılacağı Meriç kıyısındaki Lalezar' a ulaştı. Malum gelinle damadın ortaya çıkmadan önce saatler alan bekleme sürecinde muhteşem manzarayı arkamıza alıp peşpeşe keyifli fotoğraflar çekerek sıkıntılarını gidermeye çalıştık. Çektiğimiz çok eğlenceli fotoğrafları Gökhan'la yayınlamak konusunda aynı fikirde olsak da; gelinimiz aynı fikirde olmadığı için bunlarla yetinmek zorundayız.



Gecenin ilk kısmı Edirne'den İstanbul'daki düğüne katılamayacak misafirler için klasik bir düğün şeklinde geçti. 11'den sonra ise esas amacımız olan kına yakma faslına geçildi. "Yüksek yüksek tepelere" eşliğinde gelin ağlatma çabalarının başarısızlıkla sonuçlandığını başındaki örtüyü kaldırdığımızda gördük. Kına yakma faslından sonra adetleri gereği damat gelini kucağına alıp gidermiş. Gökhan da öncesinde bunu bilmediği ve şaka olduğunu düşünerek Buğçe'yi kucakladığından küçük bir düşürme tehlikesi atlattıysa da; hemen kendini toparlayıp eline geçen fırsatı değerlendirip gelinini kaçırdı.

Bir hafta aradan sonra İstanbul'da bize "ben bu anı daha önce yaşamıştım" dedirtecek şekilde hepimiz giyinmiş; Gökhan damatlıklar içinde halamın evinde buluşup önce gelin almaya gittik, sonra da düğün yaptık.

Ama bu kez fark; bir nikah memurunun onlara kırmızı kaplı bir defter vermesiydi. Yine çok eğlendiğimiz, yorgunluktan gecenin sonunda tükendiğimiz ama sevdiklerimizi sevdikleriyle yeni bir hayata başlarken hep birlikte olabilmenin mutluluğunu yaşadığımız bir andı.

Darısı tüm bekarların, sevenlerin, düğünlere zorla gidenlerin başına...

Çarşamba, Haziran 07, 2006

Ne Desem Ki?

Artık kendimi zorlayıp kısa da olsa bir şeyler yazmak zorunda olduğumun farkındayım.

Neden yazmadığımı merak edip, arayıp, soran, mesaj gönderen herkese teşekkürler. Siz olmasaydınız belki de bu yazmama süreci uzayıp giderdi. İyi ki varsınız.

Çok şükür ki kötü bir şey yok hayatımda. ama neden yazmadığıma verebilecek haklı bir nedenim açıklamam da yok. Pek çok kez tamamen bırakmayı da düşünmedim desem yalan olur. Gel-git'lerdeyim bu aralar galiba. (Başla yada Bit)

Geçenlerde düğün fotoğraflarıyla süslediğim Edirne maceralarımızla ilgili yazıya başladım; ama o da yarım kaldı. Bir kaç gündür de canım papağanımın tüylerinin dökülüp, tüysüz kalması sorununa çare aramaktayım.

Bu dönemde olağan tüy dökümü olmasına rağmen bu sefer derisinin görünür hale gelmesi ciddi bir sorun olduğunu gösteriyor. Ancak sorunun profesyonellerce çözülmesi gerçeğinde de; papağandan anlayan veteriner bulmanın zorluğu ortaya çıkıyor. Herkes kedi ve köpek bakıyor. Papağan diyince de anlamam demiyorlar ama bir iki vitamin verip sizi gönderiyorlar. Benzer hikayelerde yanlış ve eksik müdahale nedeniyle kaybedilen sevgili dostlar oluyor.

Anlıycağınız bir kaç gündür çok üzgünüm, günlerim iyi bir veteriner, ilaçları incelemek, hastalığının tedavi yöntemleriyle ilgili bir şeyler bulmak ve okumakla geçiyor. Bir de akşamları onun kafesi başında ona manevi destek vermekle. Çünkü sorunun kaynağı büyük olasılık stres olduğu için ne kadar çok sevildiğini ve önemsendiğini ona hatırlatmamız lazım. Ki bizim ki kelimenin tam anlamıyla bir sevgi arsızı olduğu için varın durumumu siz düşünün.

Bu sefer çok ara vermeden tekrar yazmaya başlıycağımı ümit ediyorum.

Çarşamba, Mayıs 24, 2006

İstanbul'un Lalesi

İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu yıl başında meydanlarda lale soğanı dağıtmış, büyüyen lalelerinin resimlerini gönderenler arasında en güzel lalenin seçileceği duyurusunu yapmıştı.

Nisan ayında parklara dikilen lalelerle birlikte; lale güzeli yarışması da sonuçlandı. İBB'nin sitesinde başarılı bulunan 100 lalenin resmi var. Ama içlerinden biri var ki çok hoşuma gitti; gülümsetti.

Tebdil-i Mekan

Sezen Aksu şarkıları her zaman farklıdır. Tebdil-i Mekan şarkısını dinlerken

"İri yarı, kötü kalpli, boyalı, geçgin kadınlar gibi
Dil, çöplerini naylon torbalarında saklıyor"

sözleri dikkatimi çekti ve tamamını buldum.

Nereye gitsem yanımda götürüyorum çilelerimi
Valizimde taşıyorum keşkelerimi bilelerimi
Havalanmıyor, oyalanmıyor ruhum ne çare
Üstüne hasretle dolduruyorum filelerimi

Neresinden başlasam, eskisi gibi kolay olmuyor
Kelimelere itimadım kalmadı işim çok zor
İri yarı, kötü kalpli, boyalı, geçgin kadınlar gibi
Dil, çöplerini naylon torbalarında saklıyor

Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında
Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında

Soranlara "eh işte idare ediyormuş" dersin
İyi niyetli değilseler üstü kapalı geçersin
Dilersen ara beni ya da yaz bana arada bir iki satır

Ya da yazma ne bileyim hani yani tutarsa tersin

Salı, Mayıs 23, 2006

Başla yada Bit

İçimden geçenleri yapmamak; her an çıkabilecek isyanı engellemek için acilen düşüncelerimi farklı bir konuya yoğunlaştırarak tehlikeli sulardan uzaklaşmalıyım.

Bazen öyle bir an gelir ki; çok geçerli nedenlerin olmasa da biriktirdiklerini birden ortaya döküp ya hep ya hiç; başla yada bit demek gelir içinden. Karşı konulmaz bir dürtü cahil cesaretiyle bilmediğin sulara kendini atmanı, geri dönülmez yollara girmeni fısıldar ısrarla kulağına.

Zamanı olmadığını, sakin olmanı söyleyen –bence doğru olan taraf- seni bu tehlikeden kurtarmak için ilgini başka şeylere çekip, düşüncelerini meşgul etmeye çalışır.

İşte o tarafım bloguma bir şeyler yazmam ve tehlike geçene kadar güvende olmam için ısrarla beni sakin tarafa çekmeye çalışıyor.

Bazı fırtınalar iyidir ama gücünü toplamadan yola çıkan yarı yolda söner; ne istediği gibi fırtınadan sonra güneş açtırır ne istediği sahile ulaşır.

Yani benim bu fırtınayı şimdi başlatmamam lazım.

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Haftasonu Edirne'de

Tahmin ettiğim gibi yorucu ama keyifli bir haftasonu geçirdim.

Cumartesi öğle saatlerinde İstanbul'dan Edirne'ye doğru yola çıktığımızda yol boyunca geniş düzlükler, yol kenarlarında açmış çiçeklerin arasında kıpkırmızı gelincikleri seyretmek 3 saatin göz açıp kapayıncaya kadar geçmesini sağladı. Tabi grubumuzun en şen şakrak üyesi Elif'i de unutmamak lazım.

Edirne'ye vardığımızdaysa İstanbul'un aksine kapalı ve bunaltıcı bir havayla karşılaştık; ya akşam da yağmur yağarsa endişesiyle düğün-kına gecesi hazırlıkları üstü kapalı mekana taşınmıştı.

Gezi amacıyla gitmediğimiz için Edirne'nin tarihi ve turistik dokusunu sadece geçerken arabadan görebildim. Ancak Edirne'nin içine giden dümdüz yolda karşıda tüm görkemiyle duran Selimiye Camisi insanı gerçekten büyülüyor. Öylesine milimetrik inşa edilmiş ki caminin minareleri; sadece 2 tane minaresi olduğuna dair iddiaya girseniz kaybetmezsiniz. Yaklaştığınızdaysa tüm minareleriyle karşınızda. Bir de kapısında Eski Cami yazan Selimiye'ye çok yakın başka bir cami dikkatimi çekti. Dış cephesinde 1,5-2 metre uzunluğunda siyah renkte arapça harflerle Allah - Muhammet yazıyordu. Sanki dev bir el kusursuzca yazmış gibiydi.

Şehrin kavşak noktalarındaki heykel-çeşme-havuz adına her ne derseniz eserler dikkatimi çekti. Birinde güreş tutan pehlivanlar ve üzerinde durdukları kaidenin yanından akan sular, kocaman bir top ve her noktasından tanecikler şeklinde fışkıran sular ve en hoşuma giden küçük değirmen arklarından oluşan diğer bir heykel.

Yöresel lezzetler için patent başvurusunda bulunulan Edirne'nin meşhur tava ciğerini gördüm. Gördüm diyorum çünkü ben ağzıma sakatat hayatta koymadığım için herkes ciğer yerken, başka bir şey yemeyi tercih ettim. Kusura bakmayın tava ciğeri hakkında yorum yapamıycam ama gördüğüm kadarıyla küp küp değil, dönerin biraz daha kalını gibi kesilip, muhtemelen un olduğunu sandığım bir şeye bulanıp bol yağda kızartılıyor. Yani çok zararlı.

Bir de Edirne'nin gerçek meyve görüntüsündeki sabunları meşhurmuş. Neyse ki ışık hızında koşup onları alabilmeyi başardık ve diğerlerine yetişebildik. Benzerlerini İstanbul'da da görmüşsünüzdür ama hiç biri Edirne'den alınanlar gibi olmuyor. Çünkü hem görüntü olarak gerçek meyveden ayırd etmek zor hem de koku olarak gerçeğine çok yakın ve çok uzun süre kokusunu kaybetmiyor.




Edirne'nin içinin aksine şehir dışı sayılan Meriç nehri kıyısı yeşil bir cennet gibi. Meriç nehri üzerinden geçişi sağlayan taş köprü, ağaçlar ve dinlendiren yeşil huzur birbirini tamamlıyor.

Gün batarken ki manzaraysa başlı başına farklı bir hikaye.


Ancak uyarmam gereken bir konu var ki; özellikle benim gibi sivrisineklerin sevdiği biriyseniz tüm koruma önlemlerinizi alın çünkü buradaki sinekler doğrudan üzerinize pike yapıyor.

Kına gecesi-düğünden yorumları resimler geldikçe yazmayı düşünüyorum ki daha anlamlı olsun.

Güvende miyiz?

Cuma günü CNR'daki ev tekstili fuarındaydım. Şimdiye kadar yapılanların en büyüğü olduğu muhakkak çünkü ilk defa 10 hall'de doluydu. Ancak fuara ulaştığım saatte bir firma sahibinin kurşunlanmasına ve insanların paniğine şahit olmak kötü bir başlangıca neden oldu. Herkesin kafasındaki soru saldırganın silahla içeri nasıl girebildiğiydi. Aslında herkes içeriye nasıl girdiğini hatırlayıp; sadece kendisinin x-rayden geçerek çantası da masumca ve içi açılmadan güvenliğin elinde bir taraftan diğerine geçtiğini düşünse cevabı zaten bulacak.

Ertesi gün gazetelerde olayın nedenine ilişkin haberler vardı ama önemli olan hayatımızı ne kadar şansa yaşadığımız bence. Oraya silahın girebildiği kadar kolayca bomba da girebilirdi; sırf zevk için birilerini öldürmek yaralamak isteyen bir manyak ta.

Geçen gün Kabataş'tan bindiğim tramvayda vagonun ortalarında elinde büyükçe bir sopa olan üstü başı kir içinde; uzun saçları birbirine karışmış bir adam oturuyordu. Bir ara boş vagonda ayağa kalkıp sopasını birşeylere vururcasına havada sallayıp tekrar yerine oturdu. Korkan yaşlı bir teyze vagonuna değiştirdi. Vagona yeni binenlerse tek boş yerin o adamın yanı olmasından dolayı önce oturmaya teşebbüs edip sonra yollarını değiştirdi. Kimseye bir şey olmadan Beyazıt'a kadar süren yolculuğun sonunda güvenlik görevlileri adamı tramvaydan indirdi.

Perşembe, Mayıs 18, 2006

Zaman düğün zamanıdır...

Her sene bu aylarda aldığınız düğün davetiyelerinin sayısı diğer aylara göre çok daha fazladır. Baharın yaza dönmeye başladığı, güneşin ısıttığı, hayatın canlandığı bu keyifli günlerde; sevdiklerinizin sevdikleriyle bir ömür boyu birlikte olmak üzere söz verdikleri anlara şahitlik etmek güzeldir.

Benim için de bu ay böyle güzel olaylarla dolu. Geçen hafta kardeşim gibi sevdiğim Bilal'in düğününe muhteşem Çamlıca manzarasında şahitlik ettik. Bu haftasonu Edirne'de kuzenimin kına gecesini, gelecek haftasonu da İstanbul'da düğününe katılacağız.

Yorucu ama keyifli geçeceğini düşündüğüm Edirne yolculuğundan ve kına gecesinden bolca malzemeyle dönüp, son zamanlarda pek sık yazamadığım için kendimi affettirmeyi düşünüyorum.

Yarın -19 Mayıs- benim için tatil olsa da; pek çok kişi için iş günü olduğunu biliyorum. Çalışanlara Allah kolaylık versin, benim gibi tatil olanlara da şimdiden iyi tatiller.

Görüşmek üzere...

Salı, Mayıs 09, 2006

Homo Homini Lupus*

*İnsan insanın kurdudur...

Kaç kez içinden geçenleri uygulamaya geçerken başkalarından önce kendin kendini vazgeçirdin?

Kaç kez her şey yolunda mutlu mesut giderken; içine bir kurt düşüp mutluluğu delik deşik etti?

Kaç kez gereksiz kuruntu ve düşüncelerin yol açtığı hastalıklarla doktora gidip, önemli değil "strestendir" yanıtını aldın?

Gitmeyi düşündüğün yoldan; yorgunum, başka zaman deyip caydığında gerçek mi aslında bahane ettiklerin?

Kendi kendine yaptıklarınsa bunlar, dışardaki kurtlar ne yapmaz?

Pazartesi, Mayıs 08, 2006

Hıdrellez'de Ahırkapı'daydım

Söylediğim gibi 5 Mayıs akşamı Ahırkapı’da Hıdrellez şenliklerindeydim.


Geçen yıllarda aynı tarihte çok daha sıcak günler yaşarken; bu sene ne talihsizliktir ki soğuk bir havada sokak şenliğine katılmak kısmet oldu.

Ahırkapı Sultanahmet’le Marmara denizi kıyısı arasında kalan; İstanbul’un her attığınız adımda yüzyıllar önceden kalmış bir şeylere takılmadan yürümenizin imkansız olduğu ilginç, esrarengiz yerlerinden biri. Sultanahmet’ten Ahırkapı’ya yürürken eski evler, taş saraylar, kalıntıların üzerine inşa edilmiş gecekondular, arnavut kaldırımlı sokaklar size sıradan bir şeyler yaşamayacağınızın sinyallerini verir gibi.


Ahırkapı’yı bulmak sandığım kadar kolay olmadıysa da; uzaktan duymaya başladığımız davul seslerini takip ederek şenlik alanına ulaştık. Binlerce ampülle aydınlatılmış sokaklar, birbirinden güzel kokuların geldiği sağlı sollu dizilmiş yiyecek tezgahları ve önlerinde uzayan kuyruklar ve kalabalık sokaklarla... Şenlik başlıyor

Çoğu otellerin restoranları ve bölgenin diğer meşhur lokantalarından oluşan yemek tezgahlarında ne alırsan 1 kupon durumu vardı. Toptan aldığınız kuponlarla gece boyunca gerçeğin çok altında bedellerle yiyip, içebiliyorsunuz. Neler yoktu ki; şimdi burda saymıyim canınız çekerse suçlusu ben olurum.

Efes Pilsen etkinlik alanında dilek ağacı vardı. Herşey en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğünden ağacın yanında kalem kağıt ve iğnelerle hazırlıksız gelenlere destek veriliyordu. Oraya kadar gidip de dilek bağlamadan dönülmez deyip, kırmızı bezlere yazdığımız dileklerimizi biz de bağladık ağaca. –Ertesi gün haberlerde, gecenin ateşine dayanamayan ağacın tutuştuğunu ve devrildiğini öğrendim. Bu durumda bizim dileklerin gerçekleşme durumu ne olur bilemiyorum-



Diğer bir etkinlik alanı da Eminönü Belediyesi sosyal tesislerindeydi. Burada Buzuki Orhan’ın konseriyle kelimenin tam anlamıyla coştuk. Daha önce Candan Erçetin konserinde sahnesini seyrettiğim Buzuki Orhan’ın keyfini ve müziğinin çoskusunu burada farkettim desem yalan olmaz. Bir yandan dans ederken bir yandan da o gece bizimle olmak isteyip de olamayanlara telefonla naklen yayın yaparak biraz kıskandırdık, biraz da eğlencemize ortak ettik.


Şenliğin sponsorlarından olan Bonuscard dağıttığı yeşil teflerle gecenin müziğine herkesin katılmasını sağladı. Ne yazık ki dağıtılan teflerden nasibini alamayan ablamla gecenin sonunda küçük bir kriz yaşamaktan son anda kurtulduk.

Sokaklarda karşılaştığınız her 10 kişinin 5’inde mutlaka profesyonel bir fotoğraf makinesi vardı. Renkli görüntülerle arşivlerine bu günü katmak isteyen herkes ordaydı. Fakat ben acemi hıdrellezci olduğum için hazırlıksızdım ve sadece telefonumla çekebildiklerimi yayınlıyorum..

Güvenliği, itfaiyesi ve sağlık ekipleriyle oldukça başarılı düzenlenmiş şenliği seneye kaçırmamanızı öneririm.

Cuma, Nisan 28, 2006

Ahırkapı'da Hıdrellez


Baharın her şeyini seviyorum ben; çiçeklerini, rüzgarını, yağmurunu, eğlencesini, çapkınlığını, masumiyetini, hayallerini, meyvelerini, ağaçlarını, enerjisini, herşeyini, herşeyini...

Hıdrellez’i de...

“Hıdrellez; Hızır ile İlyas sözcüklerinin birleşmesinden türemiştir. Türk kültüründe sıkıntıda bulunanların yardımına koşmalarıyla tanınan Hızır ve İlyas peygamberlerin 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece “buluştukları”, “dilekleri gerçekleştirdikleri”ne inanılır. Bu inanış, zaman içinde çeşitli kutlama biçimleriyle “Hıdrellez” denen şenliklere dönüşmüştür.”

“Hızır, yaygın bir inanca göre, hayat suyu (ab-ı hayat) içerek ölmezliğe ulaşmış; zaman zaman özellikle baharda insanlar arasında dolaşarak zor durumda olanlara yardım eden, bolluk-bereket ve sağlık dağıtan, Allah katında ermiş bir ulu ya da peygamberdir. Hızır’ın hüviyeti, yaşadığı yer ve zaman belli değildir. Hızır, baharın, baharla vücut bulan taze hayatın sembolüdür. Hızır inancının yaygın olduğu ülkemizde Hızır’a atfedilen özellikler şunlardır:

* Hızır, zor durumda kalanların yardımına koşarak insanların dileklerini yerine getirir.
* Kalbi temiz, iyiliksever insanlara daima yardım eder.
* Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar.
* Dertlilere derman, hastalara şifa verir.
* Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar.
* İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder.
* Uğur ve kısmet sembolüdür.
* Mucize ve keramet sahibidir.”

“Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılır. Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılır. Ev, bağ-bahçe, araba isteyen kimseler, Hıdrellez gecesi herhangi bir yere istediklerinin küçük bir modelini yaparlarsa Hızır’ın kendilerine yardım edeceğine inanırlar. Hıdrellezde baht açma törenleri de oldukça yaygın olarak uygulanan geleneklerimizdendir.”

Genelde gül dalına dilekler -tercihen kırmızı bir kese içinde- asılır yada gülün dibine istenenler taşlarla yada kibrit çöpleriyle çizilir. Sabah ezanları okunurken dileğinin başında olup dua etmek, ezanlardan sonra dileği alıp akan suya-denize atmanın dileğin gerçekleşmesini hızlandıracağına inanılır. Kimisi de dileği saklamanın daha doğru olacağını söyler. Sonuçta hepsi batıl inanç ama insanı gülümseten keyifli bir umut töreni bana göre.

Son bir kaç yıldır Hıdrellez Ahırkapı’da büyük şenliklerle kutlanıyor. Her sene bilgilendirme mesajı geldiğinden şenlikleri sanal alemden takip ediyorum, hatta online dileğimi bile göndermiştim. Ancak bu sene 5 Mayıs’ın Cuma gününe gelmesi nedeniyle eğlencelere bizzat iştirak etmek niyetindeyim.

Şenlikle ilgili ayrıntılı bilgiyi http://www.hidrellez.org/ adresinde bulabilirsiniz.

Allah’tan bir mani çıkmazsa 5 Mayıs’ta Ahırkapı Hıdrellez şenliklerindeyim, sizi de beklerim.

Gelemeseniz bile dileğinizin orada olması için 5 Mayıs 18:00’e kadar dileğinizi yazıp gönderin

Perşembe, Nisan 27, 2006

Hayallerim, aşkım ve sen

Hayaller hayatı daha çekilir kılar çoğu zaman. Gerçek olmasa da olabilme ihtimali mutlu eder, yaşama gücü verir.

En çok o hayal ettiğin bir gün senin olursa, seninle olursa...

Neyin hayalini kurarsın o zaman, hayallerin biter de mutsuz mu olursun yoksa?

Hayal etmek ipin üstünde yürümek aslında. Motive edip ulaşmak için daha çok çabalatırken bir yandan; yazanı da oynayanı da sen olduğun hayallerin gerçeklerin yanına geldiğinde yabancı kalıyorsa...

Kim kimi daha çok yıpratır? Hayal ettiğin mi... Kavuştuğun mu...

Salı, Nisan 25, 2006

Uçurtma Mevsimi Geldi

Annemin ninesi dermiş ki; baharda şiddetli rüzgar esecek ki rüzgarla eğilip kalkan ağaçların en uç dallarına kadar su yürüsün.

Bahar rüzgarlarında başımı gökyüzüne kaldırdığımda gördüğüm her yeni uçurtma içimdeki sevinci katlayarak büyütür. Dün sabah 8'e doğru işe gitmek için servisi beklerken yükseklerde bizim rutinimize inat keyifle salınan bir uçurtma gördüm. Kaçta kalkıp uçmaya başlamıştı ki; o kadar yükseklere çıkabilmişti.

Her uçurtma gördüğümde olduğu gibi yine uçurtma hayallerine kapıldım.

Hiç uçurtma yapmadım, yaptığım şeytan uçurtmaları da nedense uçmayı hiç beceremedi. Kuzenlerimle birlikte büyüdüğüm için her yaz onların uçurtmalarını bizim rüzgarlı balkonumuzdan uçurmalarını keyifle seyrederdik. Ya caminin bahçesi yada bizim balkon uçurtma için elverişli yerlerdi. Caminin minaresine, elektrik tellerine, komşunun çamaşır ipine takılıp düşmesi bile güzeldi. Eğer sağ salim indirebilmiş de; bir sonraki sefer için ellerinde kalabildiyse uçurtma ne büyük başarıydı.

İlk defa bu bahar dillendiriyorum hayalimi. Ben uçurtma yapmak, onu göklere salmak istiyorum. Kim bana uçurtma yapar, bana uçurtmasını öğretir???

Pazartesi, Nisan 24, 2006

Bahar Dalları

Günler her zamanki gibi büyük bir hızla akıp geçiyor, ancak durup da kendimle dertleşmeye düşünmeye fırsat bulamıyorum -başka şeyler düşünmekten-

Uzun süredir ilk defa bu akşam odamda, blogumun başında, en sevdiğim şarkıları dinliyorum ve yazıyorum. Keyifle...

Dinlediğim mi? Funda Arar; bu sabah güneş doğmuyor ve camdan kalp

Soluk aldığımız her an bir mucize aslında; bizim alıştığımız farkında olmadan yaşadığımız.

Kuru bir ağacın tomurcuklarla bezenmesi, çiçeklerin yeşil yapraklara karışması, olgunlaşıp meyva vermesi; bir bebeğin doğuşu mucizeden başka neyle açıklanabilir ki?

Aslında bu bahar benim dallarımda da tomurcuklar açtı, yeşil yapraklara karıştı yeni umutlarla.

Ama zamansız bir soğukla olgunlaşmadan çiçeklerini döker mi diye korkum sadece.



Çarşamba, Nisan 19, 2006

Şikayet Var'dan Şikayetçiyim

Pazarlama kelimesini olur olmaz, anlamını bilip bilmeden gelişi güzel kullananlara çok kızıyorum. Hele bi de bunu yapan piyasada bilinen, insanların güvendikleri ve itibar ettikleri birileri olunca durum daha da vahimleşiyor.

Sorun yaşayan tüketicilerin buluştuğu www.sikayetvar.com'da yaşanıyor bu vahim durum. Pazarlama Hileleri diye bir bölümleri var; orada yazanları okuyunca tüylerim diken diken oldu çünkü yazanlar tamamiyle dolandırıcılık yöntemleri hakkında.

Bu bölümü okur okumaz şikayet var’a hemen bir mesaj yazıp bu hatalarını düzeltmeleri gerektiğini hatırlattım. Ancak ne yazık ki üzerinden 1 aya yakın zaman geçmesine rağmen bir değişiklik olmadığını görünce pazarlama dünyasını bu ayıptan haberdar etmem gerektiğine karar verdim.

İşte sikayetvar.com’un Pazarlama Hileleri!!!!!!


Salı, Nisan 18, 2006

Bu Aralar Karışık Biraz...

Her yerden her şeyden biraz ama hiç bir şeyden tam değil. Gerçek mi yoksa kağıttan mı olduğunu hala bilemediğim kanatlar, yıllardır beklediğime kavuşmak üzere miyim yoksa çok üzüleceğim hayal kırıklıklarına koşarak mı gidiyorum bilmiyorum.

Bir şarkı olsam bugünlerde MFÖ’den Sarı Laleler olurdum kesinlikle, içimdekiler o şarkının notalarında sanki.

“Aşka Şeytan Karışır” Bence de. Hande Altaylı’nın kitabı o kadar sade yazılmış ki, bir kaç saat sonra son sayfasında buldum kendimi. Bir kaç aydır başaramadığım daha doğrusu kendimi kaptıramadığım kitap okumaya tekrar başlamamı da sağladı. Böyle dönemlerde başladığım kitaplar en fazla 10 sayfa sonra beni reddediyor,benim bünyem de onları. Ama sonra hiç niyetim yokken bilinçsizce elimi uzattığım sıradan basit bir kitap kırıyor üzerimdeki laneti yeniden yakınlaşıyoruz birbirimize.

Şimdilerde Hz. Muhammedin (S.A.V.) hayatını okuyorum. Geçtiğimiz hafta O’nun doğum haftasıydı. (Mevlid Kandili). Hem bu sebeple hem de çocukken din derslerinde okutulanların dışında çok fazla bir şey okumadığımı hatırlayıp, bilinçli bilgilenmenin doğru olacağını düşündüm.

“Çöl insanı, çadır bozarak geçmişi silebiliyordu; zamanı ve yeri henüz bilmediği için yarın bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan mahpustu. Onun bir yerde sürekli kalmak zorunda oluşu herşeyi çürütüyor ve –dün, bugün, yarını- zamanın gayesi haline getiriyordu”
Hz. Muhammedin Hayatı _Ebubekir Sıraceddin

Bi de bugün bu ilanı görünce çok sevimli göründü gözüme “ilk fırsatta buradan kaçıcam”

BEN DE

Cumartesi, Nisan 15, 2006

Bir akşam üstü İstanbul'da bir vapurun güvertesinde...

Denizin kokusu, güneşin gidişiyle soğuk esen rüzgar, sarıldığım şal, güzel bir günden aklımda ve yüreğimde kalanlar.

Baharın en güzel renkleri; erguvanın pembesi, yaprakların yeşili, gökyüzünün mavisi, denizin yeşilden maviye çalan huzuru...

Güzel bir günden bana bize kalan...

Cuma, Nisan 14, 2006

Bana bazen böyle oluyor...

Bana bazen böyle oluyor...

Bazen sayfalarca yazı bir tek cümleden çıkıyor. Bazen de önümde koca bir yaşam, pek çok farklı olay ve duygu akıp giderken tek bir satır yazamıyorum.

Bahar geldi, en sevdiğim mevsimdeyim. Erguvanlar açtı açacak, Özlem'in salon penceresinden içeri girmeye çalışan ağacın çiçeklerini açmasını bekliyoruz, fotoğraflarını çekmek için.

Anemon'un yorumunu okuyunca utandım kendimden, onun için bi çırpıda yazdım bunları kendimi affettirmek için.

Güzel bir haftasonu bekliyor beni biliyorum...

Dilerim sizi de...

Perşembe, Nisan 06, 2006

63 Yıl Önce Bugün

Bir kitabı başaşağı çevirip silkelediğinde içinden tek tek kelimeler düşebilse ortalığa ya da bu kelimeler toplanıp bir gün kendi kitaplarını bulmak üzere yola çıkabilse...

Çok çocuklu bir ailenin herhangi bir çocuğu. Yaşanmamış bir çocukluk. Bir dağ, oradaki köy evi, karanlık gece. Evden eve, odadan odaya kaçırılan bir giz. İstanbul’a giden vapur. Hiç mutluluğa açılmamış çeyiz sandığı.

Tercih etmeden, zorunda kaldıklarını yaşamak. Eski bir köşkün bir odası. Güzel çocukların güzel annesi. 80’lerde iki erkek çocuk büyütmek. İçindeki karanlığa inat; renkli, simli iplerle işledikleri.

Komşular, arkadaşlar, kalabalık ama hep yalnız. Eski şarkılar gibi; Sevemedim Kara Gözlüm, O Ağacın Altı. Erken bulup çabuk kaybettikleri.

Şimdinin politikacısı, tiyatro oyuncusu belki de.

Torunlarının bir tanesi.

Evlendirdikleri, inandıkları, sevdikleri, atsa da görmese de sevmekten vazgeçmedikleri.

Kaçan, kovalanan ama hep yakalanan.

Vefakar, cefakar, sebatkar, emektar, kadere sitemkar, dosta davetkar.

İsm’aileden gelse de, alttan alsan da hayatı er’olmuyor beklenenler.

63 yıl önce bugün

Pazartesi, Nisan 03, 2006

Hatıraların Gözyaşı

Bizi biz yapan hatıralarımızdır. Yaşadıklarımız, yaşadıklarımızdan kaybolup gitmeden bize kalanlardır. Ne kaldığınıysa üzerinden yıllar geçince anlarsınız. Tıpkı bir şarap gibi yıllar geçerken yaşadığı değişimde ya bir sirke olacaktır, ya da tadına doyum olmayan keyif veren bir tutku.

Çocukluk anılarımın olduğu anneannemle dedemin evindeki mutfakta belki de son kez bulaşık yıkadım dün. Daha uzun sürmesini dilediğim keyifsiz bir işti aslında ama orada yaptığım son şeydi. Taburenin üstüne çıkıp pek çok kez bulaşık yıkamışımdır, dedemin kenarını delip asılması için pembe naylon bir ip geçirdiği mavi yeşil arasında değişik bir rengi olan bulaşık leğeninde.

Şimdi kalçamın hizasına gelen sarı döküm Auer vezüv fırının ocağına yetişmek için tabure üzerine çıkarak anneannemle sebzeli bulgur pilavı yaptığımız günü hatırladım. Arkamdaki tel dolap, her zaman benim de içinde olmak istediğim küçük bir oyun evi gibiydi hiç içine girmesem de. Tabakların durduğu raflar, mutfakla yemek odasını birbirinden ayıran gri dar kapının tümseğinde oturduklarım, üzerinden atladıklarım, zıpladıklarım neşeli günlerim kötü bir hüzün bırakıyor içimde bir kaç damla gözyaşıyla birlikte.

Tavanda asılı eski avize, çekmeceli eski yemek masası, pek çok kişiye anlamsız gelebilecek bir yazının olduğu kırık eski bir çerçeve. Eskiyi, onları, onlarla geçirdiğim günleri hatırlatan ne varsa olduğu yerde öylece dursun istiyorum.

İnsanın canı daha mı çok yanıyor ağrısı arttıkça , yoksa canı yandıkça ağrısı daha mı çok artıyor?

Pazar, Nisan 02, 2006

Maskeli Şiir

Maskeler yazıma güzel bir şiirle, yorum bıraktı bulsara. Yorum kısmında kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadığı için bir kez de buraya koymak istedim. Şiiri okurken farkettim de bloglarımız da bizim maskelerimiz aslında.

Bana bir maske ver
gözyaşlarımı saklasın senden
mutlu bir dünya göstersin bana
güneş hep akşam üstü olsun
ufkun çizgisine yakın

hayat kadar
gerçekçi olmasın
benim kadar üzgün
senin kadar güzel

bana bir maske ver
bana ait olsun ama
seni hatırlatsın

maskelerin ardında yaşıyalım
ne sen beni sev
ne ben ayrı kalayım senden

gülen bir adam çiz
maskemin üstüne
kalbimin her kırılışında
aynanın karşısına geçmeden önce
sığanayım onun kahkahasına

ve güleyim
her yeni doğan günle
umut edeyim
serin sularıyla
kıyıları döven dalgaları

deniz kıyısında
özlemle beklenen deniz kızlarını
saçının rüzgarda
elinin ellerimden uçuşunu
hayal dünyasında unutayım