Pazartesi, Mayıs 08, 2006

Hıdrellez'de Ahırkapı'daydım

Söylediğim gibi 5 Mayıs akşamı Ahırkapı’da Hıdrellez şenliklerindeydim.


Geçen yıllarda aynı tarihte çok daha sıcak günler yaşarken; bu sene ne talihsizliktir ki soğuk bir havada sokak şenliğine katılmak kısmet oldu.

Ahırkapı Sultanahmet’le Marmara denizi kıyısı arasında kalan; İstanbul’un her attığınız adımda yüzyıllar önceden kalmış bir şeylere takılmadan yürümenizin imkansız olduğu ilginç, esrarengiz yerlerinden biri. Sultanahmet’ten Ahırkapı’ya yürürken eski evler, taş saraylar, kalıntıların üzerine inşa edilmiş gecekondular, arnavut kaldırımlı sokaklar size sıradan bir şeyler yaşamayacağınızın sinyallerini verir gibi.


Ahırkapı’yı bulmak sandığım kadar kolay olmadıysa da; uzaktan duymaya başladığımız davul seslerini takip ederek şenlik alanına ulaştık. Binlerce ampülle aydınlatılmış sokaklar, birbirinden güzel kokuların geldiği sağlı sollu dizilmiş yiyecek tezgahları ve önlerinde uzayan kuyruklar ve kalabalık sokaklarla... Şenlik başlıyor

Çoğu otellerin restoranları ve bölgenin diğer meşhur lokantalarından oluşan yemek tezgahlarında ne alırsan 1 kupon durumu vardı. Toptan aldığınız kuponlarla gece boyunca gerçeğin çok altında bedellerle yiyip, içebiliyorsunuz. Neler yoktu ki; şimdi burda saymıyim canınız çekerse suçlusu ben olurum.

Efes Pilsen etkinlik alanında dilek ağacı vardı. Herşey en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğünden ağacın yanında kalem kağıt ve iğnelerle hazırlıksız gelenlere destek veriliyordu. Oraya kadar gidip de dilek bağlamadan dönülmez deyip, kırmızı bezlere yazdığımız dileklerimizi biz de bağladık ağaca. –Ertesi gün haberlerde, gecenin ateşine dayanamayan ağacın tutuştuğunu ve devrildiğini öğrendim. Bu durumda bizim dileklerin gerçekleşme durumu ne olur bilemiyorum-



Diğer bir etkinlik alanı da Eminönü Belediyesi sosyal tesislerindeydi. Burada Buzuki Orhan’ın konseriyle kelimenin tam anlamıyla coştuk. Daha önce Candan Erçetin konserinde sahnesini seyrettiğim Buzuki Orhan’ın keyfini ve müziğinin çoskusunu burada farkettim desem yalan olmaz. Bir yandan dans ederken bir yandan da o gece bizimle olmak isteyip de olamayanlara telefonla naklen yayın yaparak biraz kıskandırdık, biraz da eğlencemize ortak ettik.


Şenliğin sponsorlarından olan Bonuscard dağıttığı yeşil teflerle gecenin müziğine herkesin katılmasını sağladı. Ne yazık ki dağıtılan teflerden nasibini alamayan ablamla gecenin sonunda küçük bir kriz yaşamaktan son anda kurtulduk.

Sokaklarda karşılaştığınız her 10 kişinin 5’inde mutlaka profesyonel bir fotoğraf makinesi vardı. Renkli görüntülerle arşivlerine bu günü katmak isteyen herkes ordaydı. Fakat ben acemi hıdrellezci olduğum için hazırlıksızdım ve sadece telefonumla çekebildiklerimi yayınlıyorum..

Güvenliği, itfaiyesi ve sağlık ekipleriyle oldukça başarılı düzenlenmiş şenliği seneye kaçırmamanızı öneririm.

Cuma, Nisan 28, 2006

Ahırkapı'da Hıdrellez


Baharın her şeyini seviyorum ben; çiçeklerini, rüzgarını, yağmurunu, eğlencesini, çapkınlığını, masumiyetini, hayallerini, meyvelerini, ağaçlarını, enerjisini, herşeyini, herşeyini...

Hıdrellez’i de...

“Hıdrellez; Hızır ile İlyas sözcüklerinin birleşmesinden türemiştir. Türk kültüründe sıkıntıda bulunanların yardımına koşmalarıyla tanınan Hızır ve İlyas peygamberlerin 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece “buluştukları”, “dilekleri gerçekleştirdikleri”ne inanılır. Bu inanış, zaman içinde çeşitli kutlama biçimleriyle “Hıdrellez” denen şenliklere dönüşmüştür.”

“Hızır, yaygın bir inanca göre, hayat suyu (ab-ı hayat) içerek ölmezliğe ulaşmış; zaman zaman özellikle baharda insanlar arasında dolaşarak zor durumda olanlara yardım eden, bolluk-bereket ve sağlık dağıtan, Allah katında ermiş bir ulu ya da peygamberdir. Hızır’ın hüviyeti, yaşadığı yer ve zaman belli değildir. Hızır, baharın, baharla vücut bulan taze hayatın sembolüdür. Hızır inancının yaygın olduğu ülkemizde Hızır’a atfedilen özellikler şunlardır:

* Hızır, zor durumda kalanların yardımına koşarak insanların dileklerini yerine getirir.
* Kalbi temiz, iyiliksever insanlara daima yardım eder.
* Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar.
* Dertlilere derman, hastalara şifa verir.
* Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar.
* İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder.
* Uğur ve kısmet sembolüdür.
* Mucize ve keramet sahibidir.”

“Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılır. Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılır. Ev, bağ-bahçe, araba isteyen kimseler, Hıdrellez gecesi herhangi bir yere istediklerinin küçük bir modelini yaparlarsa Hızır’ın kendilerine yardım edeceğine inanırlar. Hıdrellezde baht açma törenleri de oldukça yaygın olarak uygulanan geleneklerimizdendir.”

Genelde gül dalına dilekler -tercihen kırmızı bir kese içinde- asılır yada gülün dibine istenenler taşlarla yada kibrit çöpleriyle çizilir. Sabah ezanları okunurken dileğinin başında olup dua etmek, ezanlardan sonra dileği alıp akan suya-denize atmanın dileğin gerçekleşmesini hızlandıracağına inanılır. Kimisi de dileği saklamanın daha doğru olacağını söyler. Sonuçta hepsi batıl inanç ama insanı gülümseten keyifli bir umut töreni bana göre.

Son bir kaç yıldır Hıdrellez Ahırkapı’da büyük şenliklerle kutlanıyor. Her sene bilgilendirme mesajı geldiğinden şenlikleri sanal alemden takip ediyorum, hatta online dileğimi bile göndermiştim. Ancak bu sene 5 Mayıs’ın Cuma gününe gelmesi nedeniyle eğlencelere bizzat iştirak etmek niyetindeyim.

Şenlikle ilgili ayrıntılı bilgiyi http://www.hidrellez.org/ adresinde bulabilirsiniz.

Allah’tan bir mani çıkmazsa 5 Mayıs’ta Ahırkapı Hıdrellez şenliklerindeyim, sizi de beklerim.

Gelemeseniz bile dileğinizin orada olması için 5 Mayıs 18:00’e kadar dileğinizi yazıp gönderin

Perşembe, Nisan 27, 2006

Hayallerim, aşkım ve sen

Hayaller hayatı daha çekilir kılar çoğu zaman. Gerçek olmasa da olabilme ihtimali mutlu eder, yaşama gücü verir.

En çok o hayal ettiğin bir gün senin olursa, seninle olursa...

Neyin hayalini kurarsın o zaman, hayallerin biter de mutsuz mu olursun yoksa?

Hayal etmek ipin üstünde yürümek aslında. Motive edip ulaşmak için daha çok çabalatırken bir yandan; yazanı da oynayanı da sen olduğun hayallerin gerçeklerin yanına geldiğinde yabancı kalıyorsa...

Kim kimi daha çok yıpratır? Hayal ettiğin mi... Kavuştuğun mu...

Salı, Nisan 25, 2006

Uçurtma Mevsimi Geldi

Annemin ninesi dermiş ki; baharda şiddetli rüzgar esecek ki rüzgarla eğilip kalkan ağaçların en uç dallarına kadar su yürüsün.

Bahar rüzgarlarında başımı gökyüzüne kaldırdığımda gördüğüm her yeni uçurtma içimdeki sevinci katlayarak büyütür. Dün sabah 8'e doğru işe gitmek için servisi beklerken yükseklerde bizim rutinimize inat keyifle salınan bir uçurtma gördüm. Kaçta kalkıp uçmaya başlamıştı ki; o kadar yükseklere çıkabilmişti.

Her uçurtma gördüğümde olduğu gibi yine uçurtma hayallerine kapıldım.

Hiç uçurtma yapmadım, yaptığım şeytan uçurtmaları da nedense uçmayı hiç beceremedi. Kuzenlerimle birlikte büyüdüğüm için her yaz onların uçurtmalarını bizim rüzgarlı balkonumuzdan uçurmalarını keyifle seyrederdik. Ya caminin bahçesi yada bizim balkon uçurtma için elverişli yerlerdi. Caminin minaresine, elektrik tellerine, komşunun çamaşır ipine takılıp düşmesi bile güzeldi. Eğer sağ salim indirebilmiş de; bir sonraki sefer için ellerinde kalabildiyse uçurtma ne büyük başarıydı.

İlk defa bu bahar dillendiriyorum hayalimi. Ben uçurtma yapmak, onu göklere salmak istiyorum. Kim bana uçurtma yapar, bana uçurtmasını öğretir???

Pazartesi, Nisan 24, 2006

Bahar Dalları

Günler her zamanki gibi büyük bir hızla akıp geçiyor, ancak durup da kendimle dertleşmeye düşünmeye fırsat bulamıyorum -başka şeyler düşünmekten-

Uzun süredir ilk defa bu akşam odamda, blogumun başında, en sevdiğim şarkıları dinliyorum ve yazıyorum. Keyifle...

Dinlediğim mi? Funda Arar; bu sabah güneş doğmuyor ve camdan kalp

Soluk aldığımız her an bir mucize aslında; bizim alıştığımız farkında olmadan yaşadığımız.

Kuru bir ağacın tomurcuklarla bezenmesi, çiçeklerin yeşil yapraklara karışması, olgunlaşıp meyva vermesi; bir bebeğin doğuşu mucizeden başka neyle açıklanabilir ki?

Aslında bu bahar benim dallarımda da tomurcuklar açtı, yeşil yapraklara karıştı yeni umutlarla.

Ama zamansız bir soğukla olgunlaşmadan çiçeklerini döker mi diye korkum sadece.



Çarşamba, Nisan 19, 2006

Şikayet Var'dan Şikayetçiyim

Pazarlama kelimesini olur olmaz, anlamını bilip bilmeden gelişi güzel kullananlara çok kızıyorum. Hele bi de bunu yapan piyasada bilinen, insanların güvendikleri ve itibar ettikleri birileri olunca durum daha da vahimleşiyor.

Sorun yaşayan tüketicilerin buluştuğu www.sikayetvar.com'da yaşanıyor bu vahim durum. Pazarlama Hileleri diye bir bölümleri var; orada yazanları okuyunca tüylerim diken diken oldu çünkü yazanlar tamamiyle dolandırıcılık yöntemleri hakkında.

Bu bölümü okur okumaz şikayet var’a hemen bir mesaj yazıp bu hatalarını düzeltmeleri gerektiğini hatırlattım. Ancak ne yazık ki üzerinden 1 aya yakın zaman geçmesine rağmen bir değişiklik olmadığını görünce pazarlama dünyasını bu ayıptan haberdar etmem gerektiğine karar verdim.

İşte sikayetvar.com’un Pazarlama Hileleri!!!!!!


Salı, Nisan 18, 2006

Bu Aralar Karışık Biraz...

Her yerden her şeyden biraz ama hiç bir şeyden tam değil. Gerçek mi yoksa kağıttan mı olduğunu hala bilemediğim kanatlar, yıllardır beklediğime kavuşmak üzere miyim yoksa çok üzüleceğim hayal kırıklıklarına koşarak mı gidiyorum bilmiyorum.

Bir şarkı olsam bugünlerde MFÖ’den Sarı Laleler olurdum kesinlikle, içimdekiler o şarkının notalarında sanki.

“Aşka Şeytan Karışır” Bence de. Hande Altaylı’nın kitabı o kadar sade yazılmış ki, bir kaç saat sonra son sayfasında buldum kendimi. Bir kaç aydır başaramadığım daha doğrusu kendimi kaptıramadığım kitap okumaya tekrar başlamamı da sağladı. Böyle dönemlerde başladığım kitaplar en fazla 10 sayfa sonra beni reddediyor,benim bünyem de onları. Ama sonra hiç niyetim yokken bilinçsizce elimi uzattığım sıradan basit bir kitap kırıyor üzerimdeki laneti yeniden yakınlaşıyoruz birbirimize.

Şimdilerde Hz. Muhammedin (S.A.V.) hayatını okuyorum. Geçtiğimiz hafta O’nun doğum haftasıydı. (Mevlid Kandili). Hem bu sebeple hem de çocukken din derslerinde okutulanların dışında çok fazla bir şey okumadığımı hatırlayıp, bilinçli bilgilenmenin doğru olacağını düşündüm.

“Çöl insanı, çadır bozarak geçmişi silebiliyordu; zamanı ve yeri henüz bilmediği için yarın bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan mahpustu. Onun bir yerde sürekli kalmak zorunda oluşu herşeyi çürütüyor ve –dün, bugün, yarını- zamanın gayesi haline getiriyordu”
Hz. Muhammedin Hayatı _Ebubekir Sıraceddin

Bi de bugün bu ilanı görünce çok sevimli göründü gözüme “ilk fırsatta buradan kaçıcam”

BEN DE

Cumartesi, Nisan 15, 2006

Bir akşam üstü İstanbul'da bir vapurun güvertesinde...

Denizin kokusu, güneşin gidişiyle soğuk esen rüzgar, sarıldığım şal, güzel bir günden aklımda ve yüreğimde kalanlar.

Baharın en güzel renkleri; erguvanın pembesi, yaprakların yeşili, gökyüzünün mavisi, denizin yeşilden maviye çalan huzuru...

Güzel bir günden bana bize kalan...

Cuma, Nisan 14, 2006

Bana bazen böyle oluyor...

Bana bazen böyle oluyor...

Bazen sayfalarca yazı bir tek cümleden çıkıyor. Bazen de önümde koca bir yaşam, pek çok farklı olay ve duygu akıp giderken tek bir satır yazamıyorum.

Bahar geldi, en sevdiğim mevsimdeyim. Erguvanlar açtı açacak, Özlem'in salon penceresinden içeri girmeye çalışan ağacın çiçeklerini açmasını bekliyoruz, fotoğraflarını çekmek için.

Anemon'un yorumunu okuyunca utandım kendimden, onun için bi çırpıda yazdım bunları kendimi affettirmek için.

Güzel bir haftasonu bekliyor beni biliyorum...

Dilerim sizi de...

Perşembe, Nisan 06, 2006

63 Yıl Önce Bugün

Bir kitabı başaşağı çevirip silkelediğinde içinden tek tek kelimeler düşebilse ortalığa ya da bu kelimeler toplanıp bir gün kendi kitaplarını bulmak üzere yola çıkabilse...

Çok çocuklu bir ailenin herhangi bir çocuğu. Yaşanmamış bir çocukluk. Bir dağ, oradaki köy evi, karanlık gece. Evden eve, odadan odaya kaçırılan bir giz. İstanbul’a giden vapur. Hiç mutluluğa açılmamış çeyiz sandığı.

Tercih etmeden, zorunda kaldıklarını yaşamak. Eski bir köşkün bir odası. Güzel çocukların güzel annesi. 80’lerde iki erkek çocuk büyütmek. İçindeki karanlığa inat; renkli, simli iplerle işledikleri.

Komşular, arkadaşlar, kalabalık ama hep yalnız. Eski şarkılar gibi; Sevemedim Kara Gözlüm, O Ağacın Altı. Erken bulup çabuk kaybettikleri.

Şimdinin politikacısı, tiyatro oyuncusu belki de.

Torunlarının bir tanesi.

Evlendirdikleri, inandıkları, sevdikleri, atsa da görmese de sevmekten vazgeçmedikleri.

Kaçan, kovalanan ama hep yakalanan.

Vefakar, cefakar, sebatkar, emektar, kadere sitemkar, dosta davetkar.

İsm’aileden gelse de, alttan alsan da hayatı er’olmuyor beklenenler.

63 yıl önce bugün

Pazartesi, Nisan 03, 2006

Hatıraların Gözyaşı

Bizi biz yapan hatıralarımızdır. Yaşadıklarımız, yaşadıklarımızdan kaybolup gitmeden bize kalanlardır. Ne kaldığınıysa üzerinden yıllar geçince anlarsınız. Tıpkı bir şarap gibi yıllar geçerken yaşadığı değişimde ya bir sirke olacaktır, ya da tadına doyum olmayan keyif veren bir tutku.

Çocukluk anılarımın olduğu anneannemle dedemin evindeki mutfakta belki de son kez bulaşık yıkadım dün. Daha uzun sürmesini dilediğim keyifsiz bir işti aslında ama orada yaptığım son şeydi. Taburenin üstüne çıkıp pek çok kez bulaşık yıkamışımdır, dedemin kenarını delip asılması için pembe naylon bir ip geçirdiği mavi yeşil arasında değişik bir rengi olan bulaşık leğeninde.

Şimdi kalçamın hizasına gelen sarı döküm Auer vezüv fırının ocağına yetişmek için tabure üzerine çıkarak anneannemle sebzeli bulgur pilavı yaptığımız günü hatırladım. Arkamdaki tel dolap, her zaman benim de içinde olmak istediğim küçük bir oyun evi gibiydi hiç içine girmesem de. Tabakların durduğu raflar, mutfakla yemek odasını birbirinden ayıran gri dar kapının tümseğinde oturduklarım, üzerinden atladıklarım, zıpladıklarım neşeli günlerim kötü bir hüzün bırakıyor içimde bir kaç damla gözyaşıyla birlikte.

Tavanda asılı eski avize, çekmeceli eski yemek masası, pek çok kişiye anlamsız gelebilecek bir yazının olduğu kırık eski bir çerçeve. Eskiyi, onları, onlarla geçirdiğim günleri hatırlatan ne varsa olduğu yerde öylece dursun istiyorum.

İnsanın canı daha mı çok yanıyor ağrısı arttıkça , yoksa canı yandıkça ağrısı daha mı çok artıyor?

Pazar, Nisan 02, 2006

Maskeli Şiir

Maskeler yazıma güzel bir şiirle, yorum bıraktı bulsara. Yorum kısmında kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadığı için bir kez de buraya koymak istedim. Şiiri okurken farkettim de bloglarımız da bizim maskelerimiz aslında.

Bana bir maske ver
gözyaşlarımı saklasın senden
mutlu bir dünya göstersin bana
güneş hep akşam üstü olsun
ufkun çizgisine yakın

hayat kadar
gerçekçi olmasın
benim kadar üzgün
senin kadar güzel

bana bir maske ver
bana ait olsun ama
seni hatırlatsın

maskelerin ardında yaşıyalım
ne sen beni sev
ne ben ayrı kalayım senden

gülen bir adam çiz
maskemin üstüne
kalbimin her kırılışında
aynanın karşısına geçmeden önce
sığanayım onun kahkahasına

ve güleyim
her yeni doğan günle
umut edeyim
serin sularıyla
kıyıları döven dalgaları

deniz kıyısında
özlemle beklenen deniz kızlarını
saçının rüzgarda
elinin ellerimden uçuşunu
hayal dünyasında unutayım

Perşembe, Mart 30, 2006

Maskeler

Yaşarken maskeler kullanmak zorunda kalırız çoğu zaman; hastayken iyi, mutsuzken neşeli, ağlıyorken gülen.


Ben bu maskeleri pek başarıyla gerçekleştiremediğim gibi duygularımı da gizleyemem. Ya ses tonum ya da bir bakışım istemesem de ele verir beni. En unutamadığım da; bir kaç sene önce yükseklisans derslerinden en sinir olduğum derse girerken ki “iyi akşamlar” diyişim. Duyanlara sorsanız hala anlatırlar. Tek söylediğimse sadece “iyi akşamlar”.

Sosyal maskelerdeki başarısızlığımdan olsa gerek, gerçek maskeler hep beni büyülemiştir. Özellikle Venedik’teki maske karnavalındakiler. Bilmiyorum belki çocukluğumda izlediğim bir film, belki de her maskenin kendine ait bir ruhu ve sanatsal güzelliği etkilemiştir beni. Herkesin hayalleri vardır ya hani; benimkilerden biri de maske karnavalında Venedik’te olmak, renkli ve gösterişli maskelerimin olması. Yine geçenlerde aklıma bu hayaller düştüğünde google’da arama yaptım. Ve çok hoş şeyler buldum.

Adı gibi tam bir curcunanın yaşandığı Curcunabaz’ı keşfettim. Başak ve Candan’ın muhteşem çalışmalarını ve özellikle maskeleri görünce bu güzelliklerden habersiz kalmayın istedim.

Ayrıca kişiye özel yaptıkları kuklalar sevdiklerinize müthiş sürprizler hazırlamanız için size çılgın fikirler verebilir.

Çarşamba, Mart 29, 2006

Güneş Tutulması Başladı

Güneş tutulması başladı. Tutulma hattında olmayanlar internet üzerinden pek çok siteden izleyebilirler. Ancak kısıtlı internet imkanı olanlar için www.milliyet.com.tr önerebileceğim bir adres.



Güneş Tutulması



Yüzyılın ilk güneş tutulmasının favori gözlem yerinin Türkiye olması ve önemli canlı yayınların buradan yapılması Türklük gururumu okşuyor olsa gerek garip bir haz veriyor. Yabancı sitelerde özel tanıtımlar görünce de dayanamadım siz de gururlanın istedim.

Tam Güneş Tutulması Türkiye'den Canlı

Güneş tutulmasının görülebileceği hattın tamamı


Ve tutulmanın favori mekanı

Salı, Mart 28, 2006

Emeğe Saygı

Pek çok sektörde yaşanan korsan krizi başta kitap ve müzik olmak üzere her yerde karşımıza çıkıyor. Şimdiye kadar ne korsan bir kitap aldım ne de cd. Üstelik okumak istediğim bir kitabın kendisindeki korsanını okumam için bana vermek isteyen arkadaşımın teklifini de kabul etmedim. Sanılanın aksine korsan yayınları alanlar ne yazık ki, eğitim ve gelir seviyesi düşük insanlar kadar iyi üniversitelerden mezun olmuş geliri yüksek insanlardan olduğunu görmek bende büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor.

Geliri düşük ve eğitimsiz insanlardan da emeğe saygı beklerim elbette ama; okumak ister parası yoktur, emeği verenin hakkını yemektedir düşünemez. Ya diğerleri; anlamam mümkün değil.

Başkasının emeğini izinsiz ve isteği dışında kullanmak kul hakkıdır bana göre. Ve ödenmesi en zor haktır kul hakkı.

Blogumda yazdığım yazılarda başka birilerinin emeğini bilinçsizce kullanmaktan korkarım ve bu konuda elimden geldiğince hassasiyet gösteriyorum. Mesela "Kırmızı Şato" hakkında yazdığım yazıdaki resimlerin sahibine mail atarak resimleri kullanmak için kendisinden izin aldım. Maillerle gelen ve yazarını bilmediğim yazıları da maillerden geldiğini mutlaka belirterek yayınlıyorum. Bunların dışındaki tüm yazılar tamamiyle benim düşüncelerim, benim kurgularım, fikirlerimdir.

Böyle bir yazı yazmak hiç aklımda yoktu aslında. Ancak bugün bir haber sitesinin köşe yazarının benim 27 Temmuz 2005'de yazdığım "Değişmek" başlıklı yazımı hiç bir kaynak belirtmeden yayınladığını görünce...

Geçenlerde de bloglardaki yemek tariflerini yine hiç bir kaynak göstermeden yayınlayan bir televizyon kanalı olduğunu blogları dolaşırken okumuştum.

Blog dünyası büyüdükçe sıkıntıları, beraberinde getirdikleri de yeni boyutlara taşınıyor. Önümüzdeki dönemlerde blog yazanların emeğinin çok kolaylıkla başkalarınca tüketileceğini görecekmişiz gibi geliyor.

Pazartesi, Mart 27, 2006

Beklemek

Çocukların zaman kavramı henüz tam oluşmadığından, saatler ve günlerle bizim kadar hesabı tutturmaya çalışmadıklarından olsa gerek; bekledikleri yada istedikleri şeyler için gün saymaları basit ve kolay anlaşılırdır.


“Yatcaz, kalkcaz; yatcaz, kalkcaz; yatcaz, kalkcaz ...” Görücez... Gelicek... Alıcaz... Gidicez...


Biz de o yaşlarda böyle çok saymışızdır istediğimize kavuşmak için. Ama şimdi yatsak, kalksak ta, parmaklarımızı saysak ta o kadar kolay olmuyor.

Cuma, Mart 24, 2006

Çok Üzgünüm

Levent’teki bir okulda kalbinden bıçaklanan çocuğun haberini okuduğum andan itibaren onun için dua ediyordum. Ama az önce okuduğum haberde öldüğünü öğrendim. Allah rahmet eylesin.

Son zamanlarda haber izlemek, gazete okumaktan kaçar oldum. Her haber bir diğerinden daha kötü. Diri diri gömülenler, bıçaklananlar, okullarda yaşananlar, ahlaksız ilişkiler. Eskiden böyle şeyler daha mı az oluyordu, yoksa daha mı az haberi yapılıyordu. Ama artık okuduğum her yeni haber beni biraz daha korkutuyor. Psikolojik mi ya da başka bir nedeni mi var bilmiyorum ama dünden beri göğsümde sürekli varlığını hatırlatan acı bir sancı var.

Öldürmeye programlı bilgisayar oyunları, kan ve işkencenin baştacı olduğu diziler ve filmler, ailerin zamanında yaşayamadıklarını çocuklarına yaşatmak adına bilinçsizce yaptıkları, her şey ama her şey bizi çok daha kötü günlere götürecek gibi geliyor bana.

Kurtlar Vadisi’nden oldum olası nefret etmişimdir. İzleyenlere de kızmışımdır. Ama bir bölümünü başından sonuna seyrettinde mi nefret ediyorsun derseniz, izlemedim. Denk geldiğim fragmanı ve bir kaç sahne dışında izlemedim. Ama her yerde o kadar çok anlatıldı ve konuşuldu ki; neler olduğunu biraz biliyorum sanırım.

Son dönemlerde yaşanan tüm olayların faillerinin ortak cümlesi neden bu diziden?

Böyle bir diziyi yapan da, seyreden de, diziye reklam veren de kısacası ona prim veren herkesi de bu canice olaylarda suçlu buluyorum.

Belki çok ağır söylediklerim. Elbette tek suçlu bu dizi değil. Ama yeni neslin ve muhakeme yeteneği gelişmemiş her yaştan insanın kendine model aldığı ne yazık ki gerçek. Dengesiz gelir dağılımı. Buna karşın televizyonlarda yaşanan özendirilen televole kültürü dediğimiz anlamsız hayat, okuryazar oranının artmasına rağmen okuduğunu ve yaşadığını anlayıp algılayabilenin azalması, aynı çatı altında ama birbirinden uçurumlarla ayrılan farklı yaşamlar, istemeden verilen çabalamadan kolayca elde edilen her yeni şeyle daha da tatminsizleşen ruhlar.

Aslında her şey öylesine sağlam bir bağla birbirine bağlı ki;

Kredi kartları, cep telefonları, internet, bilgisayar oyunları, (Yanlış anlaşılmasın doğru kullanıldığında gerçekten faydalı şeyler. Ama bilinçsiz insanların elinde çok tehlikeli bir bombaya dönüşebiliyorlar) eğitim kalitesinin düşmesi, herkesin kendi başına geniş hayatlar sürmesi, geleneklerin modernleşme adına rededilmesi, aile kavramının gittikçe yok olması, inanmanın gericilikle karıştırılması ve daha pek çok şey.

Toplum düzelmeye en küçük biriminden aileden başlar diye düşünüyorum. Bu yazımı okuyan herkesi kendine dönüp bakmasını, yapabileceğimiz neler olmalı diye düşünmesini istiyorum. Birbirimize daha fazla sahip çıkıp, maddi değil manevi değerlerimize daha sıkı sarılmalıyız diye düşünüyorum.

Perşembe, Mart 23, 2006

Bir Bakış

"Sana baktığında kadını dinle, konuştuğunda değil"

sözü üzerine yorumlar devam ediyor... Ben de posta kutumu karıştırırken 2004 yılında gelmiş ve saklamaya değer bir bulduğum bir yazıyla karşılaştım. Tam da konuya uygun.


Son zamanlarda duyduğum en doğru söz bu...

Suriye'nin kadın Devlet Bakanı Bouthaina'dan :

''Kadınları türban değil, gözündeki ifade korur.''

Alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir. Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri sadece bakıp görmeye yaradığı halde kadın kısmı neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle.

Sever, sevişir, beğenir...
Döver, küser, barışır...
Nefret eder, hesap sorar, azarlar...
Kovar, çağırır, alay eder

''Erkek de bir insanoğlu, o da yapar'' demeyin!

Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar. Asla ne demek istediklerini anlamazsınız.Gözlerini konuşturan sadece kadınlardır.

Çocukluğunuzu düşünün. Annenizin bin türlü bakışı gelecektir aklınıza.

'' Misafirler gitsin ben sana gösteririm '' bakışı... '' Hadi artık odana git, yat '' bakışı. '' Ağzını şapırdatma! '' bakışı... '' '' Aynı babası! " bakışı

Babanızdan bir bakış var mı aklınızda? Hiç zannetmiyorum olduğunu. Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt.

Şimdi de büyüklüğünüzü düşünün...

Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir?

Hiiç.

Peki kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir?

Çoooook.

Doğumdan Sonra Hayat

Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış.

Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış.

“Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!”

Büyüdükçe içinde bulundukları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya hayatın kaynağı neymiş?

İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden güven içinde beslenip büyütüldüklerini tespit etmişler.

“Annemizin şefkati ne kadar büyük, bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor.”

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyorlarmış.

Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar. Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş.

“Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?”

Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor, duyguları daha geniş bir alemi arzuluyormuş. Cevap vermiş.

“Bütün bunlar bu dünyada daha fazla kalamayacağımız anlamına geliyor. Buradaki hayatımızın sonua yaklaşıyoruz.”

“Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırmış kardeşi “Hep burada kalmak istiyorum”

“Elimizden gelen birşey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.”

“Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevaplamış öteki.

Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu herşeyin sonu olacak”

Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş.

“Hem belki de anne diye bir şey de yok!”

“Olmak zorunda” diye itiraz etmiş kardeşi

“Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?”

“Sen hiç anneni gördün mü?” diye üstelemiş öteki.

“O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.”

Böylece anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış.




İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar.

Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.

(Bizim ikizlerin arasında da böyle bir konuşma geçti mi bilmiyorum ama Gürkan'ın yeni hayatına başlamak için sabırsızlandığını biliyoruz. Yazıdaki resim de haftasonu birlikte olduğum Gözde ve Gürkan'a ait)

Çarşamba, Mart 22, 2006

İşte Bahar

21 Mart resmen baharın başladığı gün. İllüstrasyon Hallice'den. O kadar güzel ifade etmiş ki baharı üzerine tek söz söylemek bile gereksiz.

Salı, Mart 21, 2006

Dinle

"Sana baktığında kadını dinle, konuştuğunda değil" Halil Cibran

Cuma, Mart 17, 2006

Singer Reklamı

Bugün Ali Atıf Bir’cilik oynamak istedim biraz. Belki de tek medyatik pazarlama profesörümüz olduğu için kendisini tebrik etmek lazım.

Geçen akşam Singer dikiş makinesi reklamına rastladım.

Genç bir çift evden çıkmak üzere kapının önünde giyinirken erkeğin ceketinin düğmesi kopup yere düşüyor. Eşi hanımefendi de hemen alt dolaptan Singer dikiş makinasını çıkarıp düğmeyi dikiyor. Kadın ev hanımı değil çünkü o da tayyörü ile kapıda çıkmaya hazır durumda.

Bu reklam ne anlatmak istiyor?

Çalışan hanımlar kopan düğmeleri Singer’le dikebilirsiniz. Yıllarca çeyiz hazırlamak ya da çocuklarına güzel şeyler dikebilmek için daha çok ev kadınlarını etkilemeye çalışan ürün yeni bir tüketici grubuna mı ulaşmaya çalışıyor? Kaç kişi düğme dikmek için dikiş makinesi alır? Düğme dikmenin dışında öne çıkarılabilecek pek çok üstün özelliği bulunan ürüne haksızlık edilmiyor mu?

Çalışan kadınları çekebilmek için bence IQ’su bu kadar düşük bir reklam komik olmaktan öteye geçemiyor. Bunu Singer değil de merdiven altı bir makine üreticisi yapsa eleştirmek yerine takdir bile edebilirdim ama Singer’e yakışmadığını düşünüyorum.

Üstelik çekim kalitesi olarak da profesyonel bir grupla çalışılmadığı belli oluyor. Rastlarsanız seyredin.

Ürünün çalışan kadınlara hobilerini gerçekleştirecek bir araç olarak sunulması ve reklamda bunun vurgulanması daha etkili olabilirdi. Üstelik erkeğin kopan düğmesini onunla eşit koşullarda yaşamını sürdüren kadının dikmesi de bana hiç adil gelmiyor. Ve geçenlerde İngiltere’de yapılan bir araştırma sonucunu aklıma getiriyor. “Evlilik çalışan kadınların ömrünü kısaltıyor”

Pazartesi, Mart 13, 2006

Bir Şarkı

Dargın değilim dese de şarkının sözleri, ben ne kadar inkar etsem de kırıldığımı; keyifle dinlediğim günleri hatırlatıyor.

Tam tanımı olmasada bir kokunun hatırlattıkları gibi parça parça birleşemeyen birleştirmek istemediğim... O mevsim, karanlığı aydınlatan ışık, tebessüm... Hiç bir şey bana o zaman hissettiklerimi hatırlatamasa da, tek bir şarkı o kadar çok şey hatırlatıyor ki.

Ne hissettiklerim ne de o gerçekti. Garip bir rüyaydı gördüğüm sadece. Gerçek olsaydı böyle hissetmezdim biliyorum . Gerçekten sevdiğimden, halen de sevmekte olduğumdan beklediklerimi yapmasıydı rüyayı yaratan.

Yani hepimizin her zaman çok kolayca düştüğü yanılgı. Yansıtma. Olmayan ama olmasını istediğimiz yerine olanı yamamak. Ve bu yamaya en çok da kendimiz inanmak. İnsanın kendine yaptığını dünya toplansa yapamaz. Hele bir de kadınsa, kadının ilişkisiyse-sevdiğiyse bu; tüm kainat bir araya gelse yapamaz kendine yaptıklarını.

Çarşamba, Mart 08, 2006

Sadece Kadınlar İçin

8 Mart Dünya Kadınlar Günü hepimize kutlu olsun.

Yazının başlığında da belirttiğim gibi kadınları mutlu etmek üzere tasarlanmış bir yazı olduğundan okuyan erkekler hayal kırıklığına uğrayabilir diye baştan uyarıyim dedim.

8 Mart 1908 yılında Amerikalı kadın işçiler, erkeklerle eşit ücret ve doğum izni için kendilerini fabrikaya kilitlemişlerdi ve içeride çıkan yangınla 129 kadın yaşamını yitirmişti. O sebeple, çalışan kadınların kazandıkları hakları kutlama günüdür 8 Mart.

Yani aslında Dünya Emekçi Kadınlar Günüdür; tam da bizim günümüzdür.

Kulağımıza yapışmış telefonla, onca iş yükü ve strese rağmen rujumuzu sürüp gülümseyebildiğimiz için, ince topuklu pabuçlar üzerinde günde en az 10 saat koşturabildiğimiz için, hem işimize, hem eşimize hem de evimize ilgi gösterebildiğimiz için, ekonomik bağımsızlığa önem verdiğimiz ama paylaşmayı unutmadığımız için, 2 aylık bebeğimizi sütten kesilmeden evde bırakıp işe gelebilme metanetini gösterebildiğimiz için bugün bizim günümüz.

Bir kadının altından kalkamayacağı iş yoktur; yeter ki istesin.

Bugünü bizim için keyifli hale getirmek için elime geçen eğlenceli, güzel ne varsa sizle paylaşmaya karar verdim.

İlk hediyem; eğlencelik, kızgınlık anında ve acil durumlarda kullanılabilir.(erkekler lütfen bakmayın, üzülürsünüz)

İkinci hediye değil bir öneri; ama önerim kabul görürse en güzel hediye olacağını tahmin ediyorum. 8 Mart'ın tüm kadınlara tatil olması.

Üçüncü hediyem; Dünya Kadınlar Gününüzü kutlayan Özel Birisi

Pazartesi, Mart 06, 2006

Bugün Günlerden Pazartesi....

Sanmayın ki tüm dünyada kabul görmüş Pazartesi sendromundan bahsedeceğim. (Nazar değmesin) Son bir kaç haftadır, Pazartesi sendromu diye bir şey tanımıyorum. Tamam Pazar akşamı hafif bir umutsuzluk durumu oluyor ama o kadar. Bu yeni durumum nedeniyle Pazartesi yazılarım da biraz plansız, amaçsız, ordan oraya zıplayan ama beni keyiflendiren kısa notlar şeklinde oluyor.

Daha önce bahsetmiştim Merkür’ün geri gitmesinin etkilerinden. Sonra söylemedi demeyin Salı gününden beri Merkür geri gidiyor ve 25 Mart’a kadar da düzelmeyecek. Aradığınızı bulamazsanız, elektronik aletler bozulursa, programlarınız aksarsa, benim gibi cep telefonuyla çetiğiniz resimleri nedensiz bir şekilde e-mail olarak gönderemezseniz bilinki suçlusu Merkür. Onunla iyi geçinmek için zorunlu olmadıkça alışveriş yapmayın –hele elektronik aletler hiç almayın-, bilgisayarınıza program falan yüklemeyin, virüs programınızı kontrol edin, anlaşma yapmayın yeni bir şeye başlamayın.

Pazartesi gününe uygun bir söz olduğunu düşünüyorum. Aslında sadece Pazartesi değil, işten hiç birşeye vakti kalmayan herkes için.

“Eğer işiniz başka hiçbir şeye zaman bırakmayacak kadar yoğunsa yanlış giden bir şeyler var demektir; sizinle ya da işinizle ilgili.”
Williem Boetcker

Bazen depresif yazılar yazsam da (genelde sonbahar ve kışa denk gelir) aslında yaşadığı her anı farkında olarak; yerdeki karıncanın, daldaki bir tek tomurcuğun, bulutların dağılışının, ayın değişimini ve yıldızları gerçekten hissederek keyif alarak yaşarım. Haliç kıyısında Balat’ta yeşil kubbeli, görkemli Bulgar kilisesinin sahile bakan bahçesinde bembeyaz çiçeklerle bezenmiş bir bahar ağacı var. O manzarayı görmenizi gerçekten çok isterim. Ancak her seferinde oradan gece geçtiğim için fotoğrafını çekmem mümkün olmadı. Ama yolunuz oraya düşerse yavaşlayıp, seyredin. Ve daha da iyisi benim yapamadığımı yapar; fotoğrafını çekerseniz bana da gönderirseniz imzanızla yayınlamaktan zevk duyarım

Bazen
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...

William Shakespeare

Cumartesi, Mart 04, 2006

Ahmet Altan - Değer

Bu yazıyı okuduğumda içimden güzel şeyler geçti. Kendimi mutsuz hissettiğimde düşünüp kendimi daha iyi hissedebileceğim bu yazıyı sizin de okumanızı istedim. Herkesin vardır kendini kötü hissettiği zamanlar. Hepimiz birilerinin hayatlarına değmiş, kendimizin ve onların hayatlarını farklı kılmışızdır.

"Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.

Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.

Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır. Değersiz bulduğumuz, sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.

Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğraşırken "niye" diye sorarız kendimize, "niye böyle oldu, neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım, neden hayallerim gerçekleşmedi?"

O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki, bu kaderi yaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine, bir cevabı hakettiğimize inanırız.

İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden, hayallerimizden, beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır.

Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız bu insafsızlığın, bu gizli kederin, paylaşılması zor bu acının, bu çaresizliğin bir sebebi olmalıdır.

İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak bir sebep.

Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz, kusurun bizde olduğunu da kabullenebiliriz, yeter ki bize verilecek cevap inandırıcı olsun.

Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inanırız.

Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çabalarız bu kez de...

Yeterince zeki mi değiliz, güzel mi değiliz, bilgili mi değiliz, eğlenceli mi değiliz?

Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi,

bir düzeni, bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir; bizi rastgele açılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp, hiç olmazsa bilerek hedef alınmış biri yapacaktır.

Bir neden bulursak, geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimiz olacaktır.

Neden varsa çare vardır çünkü.

Ama nedensizlik...

Bu öldürücüdür.

Manasızlığı derin ve kalıcı kılar.

Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık.

Çok uzun yıllar önce...

Sığırcık sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni tomurcuklanan ağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü, Paris'te küçük bir sinemaya girmiştim.

Kahve, deri, zift, rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loş salonda birkaç kişiydik.

Eski bir Amerikan filmi izleyecektik.

James Stewart'la Donna Reed'in başrollerini paylaştığı film başladı.

Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.

Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.

Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı.

Ama işler iyi gitmiyordu.

Borçlar birikmişti.

Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.

Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.

Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.

Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.

- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.

Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melek düşüyordu.

O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.

Görevi ise çok zordu.

Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.

Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu.

Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.

Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.

Kimse Stewart'ı tanımıyordu.

Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.

Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.

Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.

Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.

O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.

Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.

Ona anlatmaya başlıyordu.

- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...

Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.

- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın... Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.

- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?

- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.

- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?

- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.

Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde önemi olduğunu görüyordu.

Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve oyuncak dönüp durur.

O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz. Oyuncak kımıltısız kalır.

Frank Capra'nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda

hayatın dönüşünü etkilediğinizi, birçok olayın farklılaştığını, herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.

Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.

Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.

Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.

O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.

"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.

Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.

Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.

Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.

Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç gerçekleşmediğini merak ederiz.

Cevaplar ararız.

Bulamayız genellikle.

Cevaplar vardır aslında.

Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.

Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.

Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz kendimize de hayata da başka türlü bakardık.

Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini" gösterseydi belki istediklerimizin gerçekleşmemesi için dua ederdik.

Bu muhteşem bir hayattır.

Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.

Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.

Bazen rolümüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir."

AHMET ALTAN

Perşembe, Mart 02, 2006

Pazarlama Kampı'06

Bugün tesadüfen Koç Üniversitesi'nin iki yıldır pazarlama eğitim kampı yaptığını öğrendim. 31 Mart - 3 Nisan tarihleri arasında Koç Üniversitesi Rumeli Feneri Kampüsü'nde gerçekleşecek.

Etkinliğe başvuru Koç Kariyer'den yapılıyor. Pazarlama öğrencileri için yapılan bu etkinlik sanırım ilk ve tek. Hepsi sektöründe başarılı yöneticiler tarafından verilecek eğitim, atölye ve panellerden oluşacak.

2005'de gerçekleştirilen kampa Marketellica blogunun sahibi Özgür Alaz'da katılmış. Yorumlarını hem kendi blogunda hem de kamp'05 de okuyabilirsiniz. Pazarlamaya ilgi duyan tüm üniversite öğrencilerine tavsiye ediyor.

Pazarlama Eğitim Kampı'yla ilgili daha detaylı bilgi için adresler...

www.pazarlamakulubu.com

www.kamp06.com

www.kamp06.blogspot.com

İstanbul, Erguvanlar, Laleler


İlerleyen günlerde benim nasıl bir bahar, erguvan ve boğaz tutkunu olduğumu görüp okuyacaksınız. Şimdiden alıştırmaya başlıyayım dedim.

Harbiye'deki Yapı Endüstri Merkezi'nde 27 Şubat-17 Mart tarihleri arasında Ahmet Demirhan'ın iki yılın baharında İstanbul'da çektiği erguvan ve lalelerin fotoğraflarının izlenebileceği bir sergi var. Fırsat bulursam mutlaka gideceğim. Size de öneririm.

Salı, Şubat 28, 2006

Müjde!! İkizler Dünyaya Geldi

Sık sık bahsettiğim; dört gözle yollarını beklediğimiz ikizler bu sabah dünyaya geldiler. Planlanan tarih 13 Mart olmasına rağmen içeride sıkılmış olsalar gerek ki bekleyemediler. Neyseki biz haftasonu çikolatalarımızı tamamlamıştık ta bizi hazırlıksız yakalayamadılar.




Henüz onları göremedim ama akşamı iple çekiyorum. Şimdilik ablamla birlikte yaptığımız çikolatalar ve sepetin resmini yayınlayabiliyorum. Anneleri izin verdiği ilk fırsatta da onların resmini. Yani Ayşegül ve Özdemir Güngör'ün minikleri Gözde ve Gürkan Özdemir.


Pazartesi, Şubat 27, 2006

Dikkat Testi

Aşağıdaki metindeki bütün " F " harflerini sayar mısınız?



FINISHED FILES ARE THE RE
SULT OF YEARS OF SCIENTI
FIC STUDY COMBINED WITH
THE EXPERIENCE OF YEARS...



Kaç tane saydınız?

Yanıtı ve yorumu için comments bölümüne bakabilirsiniz

Cuma, Şubat 24, 2006

Dağınık Yazı

Bugün cuma. Amaçsızca yazı yazmak için uygun bir gün bence. Az sonra okuyacaklarınızın hiç bir amacı yok, sadece bu saatlerde beynimin içinde ordan oraya zıplayan düşünceler. Aslında bu düşünceleri anlamlı bir konuyla bağdaştırarak yazmak daha şık olabilirdi ama derdim şık olmak değil. Paylaşmak...

Bir kaç gündür süren bahar havası bu sabah gitti. İstanbul'da en çok plazanın bulunduğu Levent boğaza yakınlığı nedeniyle sisli havalarda su taneciklerinden fazlasıyla payını alıyor. Yolda yürürken üst katları görünmeyen; içine girince de bulutlar ülkesine taşınmış hissi veren bu plazalardan birinde çalışıyorum. Bazen duman şeklinde sisin hızla camın önünden geçip gittiğini seyretmek ve uçsuz bucaksız beyazlık garip bir duygu veriyor insana. Sınırsız ama hapsedilmiş.

Sabah bu sis perdesi içinde yürürken sadece farları görünen otomobiller; rüzgarın uğultusu, insanı ürperten soğuk hissi, etrafta uçuşan kağıt parçaları ve her zamankinin aksine sessizlik birazdan başlayacak korku filmine set hazırlıyormuş gibiydi.

Galiba bu sene cemre benim olduğum yere düştü. Dünden beri süren baş ağrıma; dışardaki sisli ve soğuk havaya rağmen ben mutlu ve keyifliyim. (Nazar değmesin) -Geçenlerde artık yazamadığım, kendimden bile kaçtığımı söylediğim yazımdan sonra bir hayli fırça yemiştim.-

Gelelim hafta sonu önerilerine; alışveriş yapmayı pek çok kadının aksine daha az sevsem de Vakko'nun Merter'deki Çadır Günlerini kaçırmamanızı öneririm. Dün başladı ben yarın gitmeyi düşünüyorum, çünkü ne kadar gecikirseniz o kadar az şey bulursunuz. Nedir çadır günlerinin özelliği derseniz tüm Vakko markalarını üçte biri fiyatına bulabiliyorsunuz. Çantadan ayakkabıya, kumaştan elbiseye, çiçekten eşarba kadar her şey.

Daha önce yazmıştım çok yakın bir arkadaşımın ikizlerini bekliyoruz diye. Bir kızımız ve bir oğlumuz Allah kısmet ederse Mart'ın ikinci haftasında aramıza katılacaklar. Biz de onları karşılama hazırlıklarını yapıyoruz. Bebek çikolataları ve sepeti hafta sonu tamamlanacak. Ablamla benim tasarımım olan bebek hazırlıklarımızın resimlerini siteye de koymayı düşünüyorum. Bakalım beğenilecek mi.

Erguvan mevsimi yaklaşıyor. Ben ilk defa ortaokuldayken; 24 Nisan'daki okul gezimizde Rumeli Hisarı'na gittiğimizde görmüştüm ve aşık olmuştum. Hisar'ın etrafı özellikle de arka etrafı adeta pembeye boyanmıştı. Benim gibi belediyeler de erguvanı geç keşfetmiş olsa gerek ki; son bir kaç senedir erguvan şenlikleri yapılmaya, erguvan fideleri dağıtılmaya başlandı. Bu sene Kadıköy Belediyesi de "Her Bahçeye Bir Erguvan" kampanyası başlatmış. Çiçek vermeye hazır yetişkin fideler isteyenlerin bahçelerine dikilecek. Kadıköy'de oturuyorsanız lütfen bu fırsatı kaçırmayın.

Perşembe, Şubat 23, 2006

Dinamik Heykeller

Nerede sergilendikleri yada kimin tarafından yapıldığını bilmiyorum ama görmenizi istedim. Bence heykel böyle olmalı.



Çarşamba, Şubat 22, 2006

Salı, Şubat 21, 2006

Leb-i Derya (Mekan Öneri)

Leb-i Derya; denizle dudak dudağa demek...


Taksim’den Tünel’e doğru yürürken; İstiklal Caddesi’nin soldan aşağıya inen Kumbaracı Yokuşunda eski bir binanın en üst katından boğazla dudak dudağa keyif yapabilirsiniz.

İlk gidişim; geçen seneydi. Gecikmeli de olsa (hemen hemen bu günlerdi) doğumgünümü çok sevdiğim bir kaç kişiyle burada kutlamıştık.

Asansör yerine merdivenleri kullanarak çıktığımız için manzarayı fazlasıyla hakettiğimizi düşünüyorum. Panoramik bir manzarası olan ve nerdeyse tamamı camla kaplı mekandan Boğaz’ın büyük bir kısmı görülebiliyor. Eminim gündüz manzarası da çok güzeldir.

Sadece masadaki mumlar mekanı aydınlattığından manzaradan başka bir şeyi gözünüz görmüyor desem yeridir. Zaten mekan geçtiğimiz haftalarda Hürriyet gazetesinin en iyi 10 kışlık teras sıralamasında hakettiği yeri aldı.

Son derece ilgili, özenli servis ve yemeklerin lezzeti de bir araya gelince, böyle bir yere gitmemek kendinize yapabileceğiniz en büyük haksızlıktır bence.

Mekanla ilgili çok hoşuma giden diğer bir detaysa; siparişlerimizi alan arkadaşımız (arkadaş diyorum çünkü rahatsız etmeden samimi, soğuk olmadan mesafeli, öneri ve yorumlarını bizimle paylaşan) oturduğumuz yerlere gore listesini hazırlayıp servisi “bu kimindi” tereddütü yaşamadan sundu.

Gitmeden once hatta cam kenarında bir masa istiyorsanız bir kaç gün önceden rezervasyon yaptırmanız şart.

En az benim keyif aldığım kadar keyif almanızı dilerim.

Telefonu: 0212 293 49 89

Pazar, Şubat 19, 2006

Yaşlılık

Bir profesör öğrencilerine yaşlılık üzerine ders verdiği gün;

-Sizden bakmanızı istediğim birisi olacak;

Ancak bu kişi tek başına yemeğini yiyemiyor. Hatta yemek yedirmek istediğinizde ağzını açmayıp, elinizi iterek hem sizin hem de kendi üstünün kirlenmesine neden oluyor.

Yardım almadan yürüyemediği için tuvalete gidemiyor; üstelik tuvalete gitmesi gerektiğinin farkında olmadığı için de sürekli olarak bezlenmesi ve altının temizlenmesi gerekiyor.

İsteklerini anlamlı kelimelerle ifade edemediği için ihtiyaçlarını da siz anlamak zorundasınız.

Sürekli kendisiyle ilgilenilmesini istediği için; ilginiz azaldığında huysuzlaşıp, alınganlaşıyor, zaman zaman ağlama krizleri geçiriyor.

Düzenli olarak ilaçlarının verilmesi ve yemeğinin yedirilmesi gerekiyor.

Elleri eşyaları tam olarak kavrayamadığı için, elinde hiç bir şey tutamadığından sürekli bir şeyleri düşürüyor.

-Kim gönüllü olmak ister? der.

Sınıftan çıt çıkmaz.

Profesör gülümseyerek;

-Sizden bakmanızı istediğim kişi; henüz bir kaç aylık bebeğim, demiş.


"Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılış itibariyle tersine çeviririz (gücünü azaltırız). Hâlâ düşünmeyecekler mi?"
Yasin Süresi 68.Ayet

Cuma, Şubat 17, 2006

100. yazı

Güneşi çok özlemişim...

Bugün İstanbul'da çok güzel güneşli bir gün yaşandı. İşyerinde bilgisayar karşısında olmak yerine Boğaz kıyısında amaçsızca denizi seyretmek için neler vermezdim. Ama sadece hayal edebildim...

Beni tanımlarken "güneş enerjisi ile çalışan" demek çok doğru. Zaten blogumdaki dönemsel hareketliliğe bakıldığında da durum açıkça görülüyor.

Bir blogu ziyaret ettiğimde mutlaka onun takip ettikleri yada öneri listesindeki bloglara da göz atarım. Böylece suyun üzerinde sadece küçük bir bölümü görünen taşların birinden diğerine atlayarak kendimi hiç planlamadığım yerlerde buluyorum.

Bugün de blogdan bloga zıplarken kendi öneri listeme ekleyeceğim bir kaç güzel adres buldum.


Stok Reklam

BrandBox

Panoramik Fotoğraflar Şimdiye kadar alışık olduğumuz fotoğraf kavramından çok farklı; ekranınız büyük olduğu takdirde bakmaktan öte yaşayabilirsiniz de.

Çemberlitaş Hamamı Bu adresi blog gezimde bulmadım ama hem site tasarımı olarak hem de resimler açısından oldukça beğendim. İnsanda hamama gitmek için istek uyandırıyor. Bence pazarlama açısından da başarılı bir site.
Bu yazıyı yayınlarken farkettim ki; 19 Temmuz'da başlayan blog maceramdaki 100. yazıyı yazıyormuşum. İnşallah 1000'leri de görürüz.

Çarşamba, Şubat 15, 2006

Abla Mektubu (İyi ki Doğdun Kardeşim)


Kardeşimiz çoğumuzun ikinci yarısıdır...

Büyürken yoldaşımız, yaramazlık yaptığımızda suç ortağımız, oyun oynarken arkadaşımız, sırlarımızın ortağı, küçülen kıyafetlerimizin ikinci adresi -pek çok küçük kardeş bu durumdan şikayetçi olsa da-. Odamızı paylaştığımız ilk kişidir, hastalandığımızda annemizden
sonra ikinci hemşiremiz olur.

Benim kim olduğumu merak ettiyseniz;

Bugün size kardeşimi anlatmak için burda ilk defa yazıyorum.

Çünkü bugün 15 Şubat kardeşimin doğum günü...


Bir kızkardeşimin olması çok güzel bir duygu, biz her açıdan birbirini tamamlayan bir ikiliyiz; elmanın diğer yarısı gibi. Zaman zaman anlaşamadığımız her kardeş gibi aynı fikirde olmadığımız durumlarda olmuştur. Otuz yıla yaklaşan birlikteliğimizde liseye kadar aynı okullarda hemen hemen aynı öğretmenlerden eğitim aldık. Belki de bu yüzden aynı filmleri beğenir, bazen farklılık gösterse de aynı kitapları okumaktan zevk alırız. Tip ve tarz olarak da birbirimize benzediğimiz için hiç tanımayanlar bile kardeş olduğumuzu anlar. Hatta bazen bizi aynı kişi bile zannetikleri olur.

Aramızda 2,5 yaş olmasına rağmen çocukken annemin bizi aynı giydirmesi nedeniyle çoğu kez ikiz sanarlardı. -Hala sananlar var- (O zamanlar kızkardeşim buna çok kızardı). Bugünse o zamandan gelişen giyim zevkimiz ve ölçülerimizin de aynı olması nedeniyle ortak giyim zevkine dönüştü. (Artık ikiz gibi giyinmek eğlencemiz oldu)



Onun fikirleri benim kararlarımı etkiler, yazılı yada görsel onun fikrini almadan içim rahat etmez -bazen kendi bildiğimi okusam da- Bizim çocukluğumuz büyük bir terası olan balkonlu bir evde geçti. O balkon bizim oyunlarımızın merkeziydi. Hele yazın kimi zaman evimiz, kimi zaman sokağımız, kimi zaman tiyatro sahnemiz, kimi zaman da birbirimizi ıslattığımız bahçemizdi.

Abla kardeş ilişkimiz her zaman birbirini tamamlayan, sorumlulukları paylaşan sıcacık bir bağla bugünlere geldi. Bugün kızkardeşimin doğumgünü, ben de duygularımı onun ekranından
paylaşmak istedim.



"İyi ki doğdun, bu yıl bütün istediklerinin gerçekleştiği bir yıl olsun. Her zaman ablasının kardeşi olsun"

Yeşim

Pazartesi, Şubat 13, 2006

Sevgilim...

Yağız'a "sevgilin var mı" diye sorduğumda "var" yanıtını alınca şaşırdım. Kim olduğunun cevabı ise oldukça anlamlıydı.

"Ahmet Topçu" yani babası.

Sevgilim demek için gerçekten sevmek yeterli aslında. Anne, baba, çocuk, eş...



Fotoğrafta da Yağız ve diğer sevgilisi "annesi"

Masumca hiç bir karşılık beklemeden sevdiğimiz; aslında sevgilimiz.

Geri kalan sadece tüketim artırıcı, gereksiz yere insanları birbirine küstüren, sevdirmekten çok yarışa sokan, yalnızları mutsuzluğa iten, bazen içten gelmeyen adet yerini bulsun diye yapılan zorlama bana göre.

Pazar, Şubat 12, 2006

Hayatımız Dizi



Yerli diziler hayatımıza girmeden önce nasıl bir yaşantımız vardı; hatırlayan var mı? Sadece bir iki diziyi zaman zaman takip edip bu çılgınlığa hiç bir zaman kendimi kaptırmadım ama müze haline dönüşen dizi seti olarak kullanılan evler, binlerce belki de yüzbinlerce üyesi olan dizilere ait yorum siteleri. Ve burada yaşanan alevli tartışmalar, kurulan hayaller; dizi kahramanlarına gerçekten varmışcasına yazılanlar ciddi ciddi kendini kaptıranlar olduğunu gösteriyor.

Nasıl bir ruh dünyasıdır ki; koskacaman insanlar böyle büyük bir oyunla kendilerini oyalıyorlar. Çocukken oynadığımız evcilik, doktorculuk yada öğretmencilikten ne farkı var ki...

Belki de hiç kimse büyümek istemediğinden olsa gerek; çocukluk oyunları yerine büyüklerin oyunlarını içlerinde yaşayarak mutlu oluyorlar.

Türkiye'de dizi fanatizmi sanırım Asmalı Konak'la başladı. Ve her Kapadokya paket turunun kaçınılmaz ziyaret noktası. Rehberimizin anlattığına göre bir dönemler sokakta insanlar kuyruk halinde içeri girebilmeyi beklerken duvarlara ellerini sürüyorlarmış. Bir nevi kutsal mekanlar.

Kapadokya seyahatimiz sırasında şimdilerde restoran ve müze olarak hizmet veren konakta öğle yemeğimizi yediğimiz için, etrafı rahatça gezme imkanı bulduk. Benim için dizinin geçtiği yer olmaktan öte yöre mimarisinin yaşam alanı olarak kullanılmasını inceleme fırsatı oldu.


Ve belki de bu nedenle bir daha Kapadokya'ya gittiğimde kaya evlerdeki butik otellerin birinde konaklamak için dayanılmaz bir istek duyuyorum.

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Bugün Okuduklarım

Bu mikroplar çok şirin

Kıyamet Sayacı

2006 Şubat yorumları

Yalnızlar için sevgililer günü

Hiç ihtiyaç olmasa keşke ama hastalıklar hakkında detaylı bilgi edinilebilecek Mayo Clinic'in Türkçe internet sitesi. Keşfettiklerim bölümü altında bundan sonra yerini alacak.

Herşeyin Başı Sağlık

Salı, Şubat 07, 2006

Kar-mızı Başlıklı Kız

Karda İstanbul


Karlı İstanbul günlerinde en çok yapmak istediğim şeylerden biri sıcak evde camın önünde oturup yağan karı seyretmek diğeri de bembeyaz örtülere sarılmış her zaman ki koşturmanın aksine sakin İstanbul'un güzelliklerini yaşamak.




Aynı şey olmasa da ekranın başından karlı İstanbul'un keyfini çıkarmanız için şiddetle tavsiye ediyorum.

İstanbul Fotoğrafları

Pazar, Şubat 05, 2006

Keyifli Lezzetler Biraz da Sihir

Günlük hayatımızda farkında olmadan yaşadığımız, yuttuğumuz pek çok mucizeyle karşı karşıyayız aslında.

İlk hali sert ve tatsız, belki de anlamsız; eğer bir tavuk değilseniz...

Biraz sıcak...

Pamuk gibi yumuşacık ve lezzetli...

Küçük bir mısır tanesinin biraz ısının yardımıyla muhteşem dönüşümü.

İnternette dolaşan metinlerin birinde; havuç, yumurta ve kahvenin sıcak suya atılması sonucu ortaya çıkan farklı sonuçlar insan kişilikleriyle özdeşleştiriliyordu. Havuç çok sertken sıcak suda gereğinden yumuşak; yumurta çok kırılganken gereğinden sert. Kahve ise sertken sıcak suyla keyif veren bir kıvama ulaşıyordu. Sonuçta her zaman keyifle içilebilecek lezzetli bir kahve olmak öğütleniyordu.

Sert mısır tanelerini biraz ateşle keyif verici beyaz pamuklara dönüştürmek elinizde. Hayatınızı da...

Bu kadar bahsetmişken evde sevdiklerinizle film seyrederken yemek için pratik bir tarif.

"Derin ve yayvan bir tencerede (vok tava yada teflon tencereyi öneririm) biraz mısır, biraz yağ ve tuzla orta ateşte arada bir tencereyi sallayarak (sürekli değil) patlamış mısırlarınız hazır"

Küçük bir öneri daha; tencerenin kapağının cam olması patlayan mısırları seyretmenin keyfine varmanızı sağlıyor.

Afiyet olsun!

Cumartesi, Şubat 04, 2006

Yıldızlar

Yıldızlara ne kadar inanırsınız?

Astroloji her zaman ilgimi çekmiştir, yıldızlarsa asla vazgeçemediğim. En çok da şehir dışına çıktığımda, şehir ışıklarından uzakta doğanın kendi karanlığında hele bir de yüksek tepelerde milyonlarca yıldızı seyretmek pahasına boynumu çok ağrıttığımı bilirim.

Bugünlerde yeniay'la gözgöze geliyoruz her akşam; hele ilk bir kaç akşam zarafetinden gözlerimi alamadım. Dolunaysa bambaşka bir heyecan... Yaz akşamları,evlerin çatıları arasından yükselirken, boğaz sırtlarında, boğaz köprüsüyle, haliç çıkışındaki haliyle yarattığı her hali güzel. Yaz sonunda okuduğum bir yazıda Unkapanı'ndaki Zeyrekhane'de muhteşem bir dolunay seyredilebileceğini okumuştum. İnşallah bu yaz birinde bulunacağım.

Bir de yıldızların astrolojik değeri var tabiki...

Bazen ilginç tesadüflerle tahminler tutsa da çok fazla inanmam ama bazı gezegen konumları var ki onlar geri giderken hayatımızda da bir şeyler ters gidebiliyor.

Mesela Merkür... İletişim ve teknolojiyi temsil eder. O geri giderken; aradığınızı bulamazsınız, konuştuğunuz sizi yanlış anlar, programlar ertelenir, elektronik aletler bozulur. Garip ama Merkür geri gidişlerinden birinde bilgisayarım çöktü, bir kaç farklı müdahaleye rağmen hayata dönemedi; ta ki merkür düzelene kadar :)
Ve bir tartışmanın en can acıtıcı yerinde birinin söylediği "ben böyle olacağını biliyordum zaten" ... "çünkü merkür geri gidiyor" cümlesi -ciddi bir açıklama beklediğiniz ciddi bir tartışmanın ortasında- gülmek,kızmak,gülmekle ağlamak arasında kaldığınız komik bir an oluveriyor.

Cuma gününe kadar da Venüs geri gidiyordu. Yani aşk, ilişki, güzellik gezegeni. Merkür geri gittiğinde olanları göz önüne alırsak neler olmuş olabileceğini tahmin edin. Eh artık düzeldiğine göre sevgililer gününe herkes mutlu ve sevdiğiyle girecek. (Dilerim)

Cuma, Şubat 03, 2006

Hissetmiyorum


Bir süredir hiç bir şey yazamamamın nedenini sorgularken; kokuyla ilgili yazım geldi aklıma. "Senin kokunu sevmeli seven"

Hissettiğim için yazmıştım... Ve şimdilerde hiç bir şey hissetmiyorum. Ruhumu besleyen müzik bile uzak... coşkuyla aldığım cd ler bile öylece yerinde duruyor.

Değil başka bloglar; kendi bloğuma bile günlerce -kendime bile çaktırmadan- bakmaktan kaçtığım.

Bana bunu yapanın ne olduğunu bilmiyorum. Aslında böyle olması için hiç bir nedenimin olmaması; benim kendi içimde gizli -benim bile bilmediğim- bir yerlerin birşeylerin olduğunu gösteriyor.

Bu durumu yenmek için yazmaya karar verdim; ne bulursam aklıma ne gelirse. Bazen saçmalamak pahasına da olsa... Yazmadıkça yazılarımın daha çok içine kapanacağından korkuyorum. İşte bu yüzden her güne bir yazı kampanyası başlatıyorum; yazılarımın kurtuluşu adına...

Pazartesi, Ocak 16, 2006

Kum Tanesi

Kumdan bir kale yaparsın dalga gelip yıkar; birileri gelip tekme atıp gider darmadağın eder herşeyi.

Kumdan; ateşte bir kor yaparsın teninde hissedersin ateşi, yakar. Ustalıkla çevirip, maharetle üfleyip şekillendirirken bir öncekine benzemeyen bir öncekine benzemeyen camdan kalpler yaratırsın. Biri gelir kırar ya da sen avuçlarından kayıp düşmesine engel olamaz cam kırıklarına baka kalırsın.

Yıkılan kumdan kaleni aynı kumlarla bir kez daha yapsan da; cam parçalarını ateşte eritip bir kez daha şekillendirsen de hiç bir şey eskisi gibi değildir. Olmaz...

Cuma, Ocak 13, 2006

PazarAkademi

Bu siteye başlarken yazdığım yazıda; blogumda pazarlama ve kişisel gelişim konularında yazılar olacağından bahsetmiştim. Kişisel gelişim konusunda çok olmasa da yazılarım oldu; ancak pazarlama konusunda kendimi kötü hissediyorum. Sadece birkaç kısa yazı… Oysa pazarlama; üzerine çok fazla yazı yazmak, farklı şeyleri bulup paylaşabilmek istediğim bir alan olmasına rağmen böylesine verimsiz olmak beni mutsuz ediyor.

Pazarlama ile ilgili blogları keyifle takip ediyorum, ancak aynı kalite ve derinlikte yazılar yazamama endişesiyle bir şeyler yazmaya çekiniyorum .

Pazarlama akademisyenleri başta olmak üzere pazarlamaya gönül veren herkesin yazabileceği yeni bir blog yayına başlamış. En azından bu duyuruyu yaparak pazarlama camiasına olan görevlerimden birini yerine getirmiş olurum.

www.pazarakademi.blogspot.com

Umarım en yakın zamanda ben de pazarlama yazıları yazmaya başlarım…