Bugün gezeceğimiz yerler kuş uçuşu yakın mesafeler de olsa, geze dolana bir hayli yorucu geçecek başından uyarıyım.
Önce her sabah olduğu gibi trenimize biniyoruz ama bu kez central station'da değil Osterport'ta iniyoruz. Tren istasyonundan kısa bir yürüyüşle ulaşacağınız Kastellet belki de sabahın erken saatlerinin verdiği dinginlikle olağanüstü bir yer gibi gelebilir size. Ki pek de haksız sayılmaz...
Ki Kastellet'i çevreleyen parkta sizi karşılayan benim adını "bi daha mı gelicez dünyaya, yan gel yat" heykeli olarak koyduğum heykel durumu iyi ifade ediyor bence.
Kastellet 1600'lü yıllarda yapılmış Kuzey Avrupa'nın en iyi korunmuş yıldız planlı kalesinden biri. Günümüzde de askeri amaçlı binaların bulunduğu kale halkın ve turistleri kullanımına açık. Koşanlar, yürüyenler, oturup yemeğini yiyenlerle gerçek bir huzur bahçesi.
St. Alban Church |
Gefion Fountain |
Devamında Amelienborg Sarayı'nda nöbet tutan askerleri izleyebilir, saray müzesinde Kraliyet yaşantısını deneyimleyebilirsiniz.
Ardından hemen yakınlardaki Marmor Kirken yani Mermer Kilise'yi görebilirsiniz.
Biz yolumuza Danimarka Design Müzesi'yle devam ettik. Daha uzun vakit geçirmeyi istediğim ancak planladığımız diğer müzeleri de 4'ten önce gezebilmek adına kısa bir tur attığımız içindekiler kadar bahçesiyle de keyif alınacak harika bir mekan. Görmeden dönmeyin ;)
Burdan da çıkıp yeniden sahile doğru yürüyüp kanal boyunca yürüyerek meşhur Nyhavn bölgesini bu kez de karadan görelim dedik. -daha önce kanal turu ile tekneyle gelmiştik buraya-
Nyhavn en klasik Danimarka resimlerinin çekildiği bir kanal boyu...
Yazarken yoruldum ama daha çooook gidecek yer var...
Nyhavn'dan Rosenborg kalesinin de içinde bulunduğu Rosenborg bahçelerine doğru yürüyüşe geçiyoruz.
Ve burda idealimdeki öğle tatili konseptini buluyorum. Yemeklerini, içeceklerini alan insanlar yanlarında getirdikleri örtüyü çimenlere serip keyifle yemeklerini yiyorlar, üstüne biraz da şekerleme yapıp yada güneşlenip ofise dönüş.
O gün biz de bir ağaç altına örtümüzü serip dinlendikten sonra önce Round Tower'a sonra da Rosenborg Kalesi'ne çevirdik rotayı.
Round Tower şehri kuş bakışı görebileceğimizin söylendiği aynı zamanda içinde bir rasathane de barındıran bir kule. Round Tower denmesinin nedenin kulenin tepesine Ayasofya'nın üst katına çıktığınız gibi dönen bir rampada ilerleyerek en tepeye varıyorsunuz. Biraz baş döndürücü olduğunu inkar edemiycem.
Round Tower'dan başı dönmüş biri olarak Rosenborg Kalesi'ne gidip kasvetli bir kale ziyaret edince...
Aslında haksızlık etmiyim kaleye, eğlenceli tavanları, duvarı, tavanı, zemini aynalarla kaplı odası, taht odası ve bronz aslanlarıyla aslında ilginç bir kaleydi.
Ama geçmiş yüzyıllarda orda yaşayanların hayaletleri o resimler süslemeler belki boğdu beni. E bide haliylen klima yok şatolarda :) Danimarka dediğin yer Eylül ayında 30 derece olursa böyle fazla gelir işte insana.
Tavan olur kendileri |
Eee artık yeter bu kadar gezmek dese de bünye, hayır daha bitmedi.
Sırada Statens Museum of Kunst yani National Museum of Denmark var.
14. yüzyıldan yakın dönem sanatçılarına kadar 9.000 resim ve heykelin yanısıra sanata dair 240.000 parçayı barındıran mutlaka gidilmesi gereken bir müze.
En gösterişli tablolarının olduğu salonda yer alan oturma ve oyun grubu bu müzenin en sevdiğim bölümlerinden biriydi.
Yine bu müzedeki eserlerden instagramdan yaptığım bir paylaşımı da buraya ekliyorum.
Müzeden sonra tükenen ben, güne noktayı koydum ama kardeşim yine aynı bölgede bulunan Botanik Parkı'nı da gezdi.
Her ne kadar ben bütün bir rotayı bir günde yaşadıysam da tavsiyem tek günde yapmamanız yönünde.
Bir sonraki gün Roskilde'de görüşmek üzere...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder