Pazartesi, Şubat 23, 2009

Çalı Süpürgesi

Çocukluğumda en büyük eğlencemiz; anneannemin Fener Sancaktar Yokuşu'ndaki asmalı evinin bahçesinde tel örgülerle çevrilmiş, kilitli ahşap kapısının sadece anahtarla büyüklerce açılabildiği sihirli bahçeye girmekti.

Ekili lahana ve diğer yeşilliklere basmadan bahçenin köşesine gitmek, senede sadece bir kez incir toplanmak üzere çıkılmasına izin verilen incir ağacı, gerçek gül kokan güller, hanımeli, hiç meyve vermeyen -yada çok az veriyordu- mandalina ağacı.

Nedendir bilmem çocukluğumdan beri en sevdiğim iş süpürmektir.

Evet süpürmek. Bildiğiniz sarı süpürgeyle.

Oturduğumuz apartmanın merdivenlerini süpürmek, babaannemin evini süpürmek -nedense annem kesinlikle evi o süpürgeyle süpürtmezdi ya gırgır yada elektrik süpürgesi kullanılırdı-, Emine hanım teyzeyle sokakları süpürmek, süpürgeyle balkonu yıkamak.

Anneannemin bahçesini süpürmek.

Ama ne yazık ki o bahçede sarı süpürge yoktu kullanılmazdı, yasaktı. Küçük bir çalı süpürgesi vardı, ne süpürdüğü belli olan ne de beni mutlu eden.


Hiç bir şeyi süpürmezdi ki yerdeki tozlar -ince tozlar- olduğu gibi dururdu. Anlam veremezdim çalı süpürgesi kullanmadaki ısrarı.

Bugün anlıyorum çalı süpürgesinin marifetini.

İncecik tozları bile katıp önüne ortalığı toz duman eden sarı süpürge yerine, çalının dallarına takılmaya değecek büyüklüktekileri toz etmeden, ortalığı dumana vermeden, gözüne burnuna toz dolmadan seni öksürtmeden hapşırtmadan temizlemekmiş maksadı.

Şimdi ele alıp bir çalı süpürgesi bu hayata girişmeli.

Pazartesi, Şubat 16, 2009

Çoook Teşekkürler

En son yazdıklarıma inat, tüm arkadaşlarım dostlarım yalancı çıkarttı beni :))))

Yalnız olduğumu, kendi kendime konuştuğumu söylemek...

Çok ayıp..........

Arayan, kutlayan, bizzat gelen, sarılan, seven, güzel dileklerini ileten tüm sevdiklerime çooook teşekkürler.

Bir de özür. Kendimi yalnız hissettiğimi söyleyerek sizlere haksızlık ettiğim için. Hepinizi çok seviyorum.

Geçen sene olduğu gibi bu yılda "dört yapraklı yonca"m oldu. Bir değil hem de iki tane. Geçen sene ki gerçekten uğurlu geldi. Bu sene iki tane daha geldiğine göre geçen yıldan çok daha güzel bir yıl bekliyor beni.

Pazar, Şubat 08, 2009

Passiflora


Bu aralar çok çabuk kendimi kaybediyorum. Önemsiz, değersizmişim gibi hissediyorum. Yaptıklarımın yazdıklarımın hiç bir anlamı olmadığını kendi kendime konuştuğumu düşünüyorum.

Üzüntülerimin içinde kaybolmaya, bataklığın beni yavaş yavaş derine çektiği hissine kapılıyorum. Bundan bir kaç sene önce de böyle bir dönem geçirmiştim ancak o dönemde nefes teknikleriyle kendimi yukarı çekmiştim. Şimdi bu yöntemleri bilmeme bilincinde olmama rağmen, konsantrasyonumu sağlayamıyorum.

En sonunda geçen hafta psikiyatra gitmeye karar verdim. Tam o günlerde Osman Müftüoğlu'nun yazısında stresin ürettiği salgıların vücuttan atılmadığı takdirde iç organlarda kalarak zehre dahası kansere dönüştüğünü okudum. Çünkü stres durumunda vücut tehlikede olduğunu düşünüyor ve savaş hazırlıklarını yapıyor, ancak dışarda fiziksel bir saldırı olmadığı ve bizde buna fiziksel güçle karşılık vermediğimiz için aynı koltukta oturarak tehlikede olduğunu düşünen beden aynı koltukta oturarak savaşa karşılık veriyor dahası vermiyor. Salgılar da amacına hizmet edemediğinden organa zarar veriyor.

Acil müdahaleye ihtiyacım olduğuna karar verdim.

Passiflora, yan etkisi yok.

Rahatlatıcı bir bitki çayı aradım market raflarında. Doğadan Relax'ı buldum. İçinde sarı kantaron -iğrenç kokuyor-, lavanta, oğul otu, kedi otu falan filan.

Burnumu kapatarak hiç nefes almadan bir seferde içersem içebiliyorum ancak. Ama hakkını yiyemem uykularım düzene girdi. Ondan önce huzursuz uyku sendromu diye bir şey varsa ben ondandım. Bütün gece abuk subuk rüyalar, sürekli uyku ile uyanıklık hali ve sabahları bir öncekinden daha gergin bir ruh bir beden.

Bir kaç gündür çayı içmedim, passiflora'yı da sürekli içmeyi unutuyorum. Düzenli kullanım şart.

Tabi bir de son dönemlerde hayatımın antidepresanlığını yapan kişiyle görüşemiyor olmanın da, gerginliğimi arttırdığı şüphesiz. Ve bir süre daha da görüşemeyeceğimizden bunu da tolere etmenin bir yolunu bulmam gerekiyor.

Bir zamanlar bloguma yazmak, diğer blogları ziyaret etmek beni oyalayan bana zevk veren bir şeyken, şimdi bilgisayarı açtığımda ne yapacağımı bilemiyor sadece maillerime bakıp çıkıyorum çoğu zaman.

Bugün bloguma bırakılan iki yeni yorum, blogumu izlemeye alan iki yeni blog yazarı bana yazmam gerektiğini hissettirdi. Teşekkürler.

Cuma akşamı klavyenin tuşları yerine kalemimle özel defterime yazdım.

O deftere yazdıklarımı sanırım ilk kez paylaşıyorum. Üzgünüm, hepsini değil.

"Büyük yer minderlerini yan yana dizip uzanmışım, kulağımda da müzik. Uykum vardı aslında. Aklımda da O. Çalan şarkılar duygudan duyguya, iç hesaplaşmalara sürükledi durdu.

Yattığım yerde yatamadım, olan uykum da kaçtı. Kalkıp yazıyim bari dedim. Aslında yazmak kendimle yüzleşmek, onu da daha fazla düşünmek istemiyorum ama yine de gördüğün gibi yazıyorum.

İç hesaplaşmam sadece onunla değil, başka konular da var. Ev, iş, son yaşananlar, yaşamaya devam ettiklerimiz. Ama ben hep onun hakkında yazarım ya.

İçinde öyle bir paranoya yaratıyorsun ki sonra kendini sakinleştirmek umduğundan zor oluyor. Aslında bu akşam görüşmemek tercihimdi. Ama yine de görüşmediğimiz konuşmadığımız için huzursuzum. Belli olmaz belki de ararım.

-Geç bi program yaparız demiştin, yeterince geç mi? diye. Komiklik olsun.

Aradım. Meşgul :(

Zaten ben eğer düşünüyorsam mutlaka yapacağımdır. Sadece kendi kendimi haklı çıkartmak, kendime inandırmak için ısınma turları atıyorumdur. Yani her zamanki gibi diyorsam, yapıyorumdur.

Bir yandan da gerginliğimin başka şeylere dönüşüp ona patlamasından korkuyorum. Doğum günüm üzeri biraz hassas olabiliyorum, malum. Fobim var bu konuda. İki sene önce doğumgünümden 2 gün önce kırılmıştık birbirimize. Koca bir seneye mal oldu.

Ama bir sene sonra tekrar bir araya geldiğimizde dostluğumuzdan hiç bir şey kaybetmediğimizi, aksine güzel şeyler biriktirdiğimizi görmek değerdi.

Bazen de düşünüyorum. Belki de yıllardır ben suyu tarlama çevirmek için bir dal uzatarak yolunu değitirmeye çalışıyorum. Vazgeçtim desem de vazgeçmiyorum. Ruhum vazgeçse aklım geçmiyor, aklım geçse ruhum geçmiyor.

Biri bıraksa diğeri tutuyor.

Şu anda yazmak keyifli. Karanlık odada yatağın üstünde bağdaş kurmuş, defterin kenarına taktığım okuma lambasıyla karanlığın huzuru, notalardan ruhuma, ruhumdan kaleme, kalemden kağıda dökülenler iyi geliyor bana."

Perşembe, Şubat 05, 2009

Periler


KOVA BURCUNUN PERİSİ: ARIEL
Mitolojide, Ariel, neşe ve mizah anlayışı sağlayan Sylph prensesine verilen isimdir. Doğduğunuzda Ariel perisi kulağınıza şunları fısıldar:

'Nereye gidersen git orada iz bırakacaksın, çok yaratıcı olacaksın, büyük bir sanatçı olacaksın, sana ihtiyaç duyan herkese yardım edeceksin, çok zeki olacaksın.'


BALIK BURCUNUN PERİSİ: SELKİE
Selkie, mitolojide Ondine'lerin yani deniz kızlarının prensesidir, genellikle yanında bir fok balığıyla resmedilir, evlerimize ahenk ve neşe getirir.Doğduğunuzda sizin kulağınıza şunları fısıldar:

Altıncı bir duyuyla ödüllendirileceksin Her şeye uyum sağlayabileceksin Sanatçı bir ruhun olacak Çok hoşgörülü olacaksın Ruhsal aleme çok ilgi duyacaksın...


Sizin periniz kulağınıza neler fısıldamış öğrenmek isterseniz tıklayın...

Öğle saati

Bi ağlama hali çöktü üzerime. Öğlen saati, iş yerinde, olacak iş değil. Evde olsam kesin sağnağa çevirirdi. Hem yazar hem ağlardım.

Yok bi şey endişe edecek. Ama ağlamak istiyorum işte.

Yok bi şey ama tabiki var. Hem bir sürü.

Sadece -o saçımı çekti- deyip ağlayacak bir şey yok elimde.

Bir sürü toz parçası bir olup gözüme kaçtılar işte.

Elma Dilimleyici

Çinli çocukların dünyadan habersiz olmasını anlarım ama gazetecilerin yeni keşfetmiş olmaları komik. Bence koyacak haber bulamamışlar eskilerden bu ilginç gelmiş olsa gerek. www.netgazete.com bugün haber yapmış.


Ben Tchibo'dan almıştım, Migros'ta ve her yerde benzerleri var. Yalnız Migros'ta gördüğümün bıçak yerleri plastikti onunla elma dilimlemek değil de püre yapmak mümkün.

Çarşamba, Şubat 04, 2009

Nihayet günler üstüne ayaklarımı şöyle uzatıp müziğimi de açıp kendimi bilgisayarımın karşısına oturtabildim. Gerçi oturtmak da yetmiyor, oturtuğunun bedenin ruhunda bir şeylerin coşması ortaya bir şeyler dökmesi gerekiyor ki; onun için biraz daha çalışmam lazım.

Yani okuyacaklarınızdan çok bi ruh beklemeyin, olup bitenleri, paylaşmak istediklerimi ama sadece koşulların paylaşmama izin verdiklerini yazabileceğim.

Son aylarda beni en mutlu eden haberi dün aldım. Çok sevdiğim bir arkadaşımla yeniden çok sık görüşmeye başlayabileceğim. Bir kaç gündür çok sık aklıma geliyordu. Sürekli bir arada olduğumuz, sabahları masamda küçük sürprizler bulduğum, çok şey paylaştığım gerçek bir dost.

Şehre geri dönüyor. Döneceği günü iple çekiyorum.

Üzülüyorum diğer yandan, her geçen gün birilerinin zorunlu izne çıkarıldığını yada yıllarca birikiminin aksine ilgisiz yerlere yeni görevlendirmelerle gönderilmesi. Dahası sektördeki ani ve hızlı değişimlerin bir gün bizi nasıl ve nereye sürükleyeceğinin belirsizliği.

Ve, ve, veeeeeeeeeee

Hayatın bize neler getireceğini bilemeyeceğimize göre Allah sağlık versin geri kalan her şey yoluna girer. Yeter ki Allah dostlarımızın sevdiklerimizin eksikliğini göstermesin.