Çarşamba, Aralık 31, 2008

Mutluluk 2009'da bizimle

Ne oldu bilmiyorum kaç gündür ara vermeden yazıyorum :) İnşallah bundan sonra da hep böyle gider

E-kartlar bu seneki yeni yıl kutlamalarıma damgasını vurdu. Bu kez de Dilek beni yoldan çıkardı. Onun kartını görünce dayanamadım bi tane de Yağız için yaptım.


Salı, Aralık 30, 2008

İyi Seneler

Sanal kutlamaları pek sevmem. Ama Arçelik öyle bir yeni yıl sayfası hazırlamış ki, yaratıcılığınızı kullanıp keyifli mesajlar yapabiliyorsunuz. Eee durum böyle olunca ben bile dayanamayıp yeni yıl kartı yaptım.

Benim yeni yıl mesajımı seyretmek için tıklayın.

Pazartesi, Aralık 29, 2008

Örümcek

Dört Yapraklı Yonca'yı bir örümceğin ağına attım haberiniz olsun :)

Ve bu gece çok güzel kar yağıyor. Başım ellerimin arasında alnım camın pervazına dayanmış huzurla düşen kar tanelerini seyretmekten dakikalarca alamadım kendimi.

O kadar pervasız, acelesiz sakin sakin huzurla gökten yere iniyorlar ki; önce onlardan biri olup göklerden yere iniyorum, sonra başka bir tanesi. Kaydıraktan kayıp tekrar yukarı çıkıp tekrar kaymak gibi.

Bu gece kar tanelerini takip edin.

Pazar, Aralık 28, 2008

Dilekler

Sevgili MoonSun kartın geldi, çok hoş. Özellikle üzerinde adresinin yazdığı etikete bayıldım. Özel olarak bastırdın sanırım. Ben de aynı şıklıkta bir yanıt göndereceğim en kısa sürede. Ama 17 Ocak'ta sınavlarım var ve bu aralar onlara hazırlanmaktan kendimi başka bi şeye veremiyorum, kusura bakma.

Her sene yeni yıl kartı gönderdiğim arkadaşlarım, sizler de kusura bakmayın bu yıl kimselere bir şey gönderemedim. Yoksa hiç kimseyi unutmadım.

Bir kaç kez kartları ortaya çıkarıp bu işe başlamaya çalıştıysam da geçen yıllarda ki coşku ve heyecan yoktu kartların arasına koyup size gönderebileceğim. Zorlama olsun da istemedim. Ne zaman kendimi hazır hissedersem, hiç sebepsiz nedensiz zamansız gönderebilirim.

Benden umudu kesmeyin. -bazen ben kendimden kessem de-

Bugünlerde Tom Jones'un Greatest Hits Platinium Edition'a takılmış dönüyorum. Biraz enerji veriyor, iyi geliyor. Tavsiye ederim. Uzun süredir ilk defa hiç bir şey yapmadan oturup bir albümü dinledim.

Hele bir şarkı tuttum ki içlerinden, düğünümde ilk dans şarkısı olmak için güçlü aday. -hemen sevinmeyin ortada bir şey yok ama istemek serbest :)

Hem dönem itibariyle 2009 dileklerini sıralamak için iyi bir zaman, kimbilir belki birileri duyar, dileklerimiz, dilekleriniz gerçek olur.

Eskiyen yılın son günlerinde son dakikalarında yeni bir yazı yazamazsam herkese şimdiden sağlıklı, huzurlu, sevdikleriyle mutlu yıllar dilerim.

*Yazının servis edilmesini bekleyenler var fazla uzatmadan yayınlıyorum. Öptüm ;)

Türevler

Küresel ekonomik kriz neden çıktı?

Herkesin olan biten hakkında bir fikri var. En en basit haliyle borç alanlar borçlarını borçla ödemeye kalkınca domino taşları birbirini devirdi.

İşim gereği türev piyasalarla ilgili çalışıyorum bu aralar. İşi derinlemesine öğrenmek zorunda kalıyorsun mecburen. Formüller, opsiyonlar, vs. vs.

Peki olay ne?

Ortada para olmadan parayı döndürmek, evirmek çevirmek, sonra bi daha çevirmek. 100'le 100.000'miş gibi oynamak. 10.000'e 10.000'i ortak etmek. Sonra biri tökezleyince de ötekiler de üstüne düşer tabi.

Yani bu ekonominin düzelmesini kimse beklemesin. Bugün bunu daha iyi anladım.

Birileri temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çırpınırken, başkaları da 1'le 100 kazanmaya çalışıyor. Ekonomonin işlemesi, etkin piyasa deniyor bu düzene.

Ama kim için, kime göre?

Tavşanın suyunun suyu masalı var ya her şeyi çok güzel anlatıyor. Suyu iyi, suyunun suyu idare eder, suyununu suyunun suyu...

Cumartesi, Aralık 20, 2008

Elek

Yaşanan günlerin sayısı arttıkça ömründe kullandığın hayat eleği de değişiyor.

Daha az şeyi geçirip diğerlerini üstte bırakıyorsun, katmıyorsun hamuruna.

İnsanlar, olaylar, sözler...

Ama bazıları da o elekten geçmeden de karışıyor hayatının içine istesen de istemesen de.

Gene kızgınım birilerine, bu aralar beni kızdıranlar mı artıyor yoksa ben mi daha az toleranslı oldum bilmiyorum.

Kızdıranları uzak tutarsın olur biter. Olmuyor. Teorik ve pratik imkansızlıklar çıkıyor karşına.

Salı, Aralık 16, 2008

Bakış

Bilgisayar ekranına bazen aşkla, bazen kızgınlıkla, bazen nefretle bakıyoruz. Duygularımızın çoğunu nerdeyse onunla paylaşır olduk.

Hayatımızdaki pek çok şeyi sanal alemden yürütmeye başladığımızdan beri en sessiz sedasız, dilsiz yorumsuz her şeyimizi paylaşan o değil mi?

İşinizin büyük bir çoğunluğunu da birlikte yapıyorsanız hele...

Dün akşam üzeri ekranımdaki mesaja gülümseyerek baktığımda farkettim; kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Gözlerimin içi gülerek bakıyordum ekrana, ruhsuz donuk bir ekrana :)

Salı, Aralık 09, 2008

Postaaaaa

Bir süredir kendimi ihmal ettiğim gibi blog dostlarımı da ihmal etmiştim. Bu akşam sırtımı sıcak kalorifere dayamış, yumuşak minderlerin üzerinde bağdaş kurup laptopı da kucağıma alınca küçük bir ziyarete çıkayım dedim.

Ne de iyi yapmışım. Sevgili Sofi'nin uzun süredir ara verdiği bloguna taptaze bir yazı koyduğunu gördüm. Asortik'in başka bir adreste yazılarına devam ettiğini öğrendim gidip onu da ziyaret ettim. Ordan da Moonsun'a uğradım. Harika bir şey yapmış mektup arkadaşlığı başlatmış.

Son iki senedir gerçek yılbaşı kartları gönderiyorum sevdiklerime, ancak henüz hiç kimse bana aynı şekilde karşılık vermedi :((

Tabi ki karşılık beklediğim için yapmadım. Aslında hepsi maille yada telefonla kartlarımdan ne kadar mutlu olduğunu iletti, karşılık verdi. Ama iade-i kart olmadı.

Moonsun bekle yazıcam sana :))

Perşembe, Aralık 04, 2008

Bu gece ya oturup ağlayacaktım ya da yazacaktım; ya birine hak ettiği şekilde davranıp yaptıklarının bedelini ödecektim ya da yazacaktım.

Yazıyorum ama ağlamama garantisi veremiyorum ama diğerini yapmayacağımı biliyorum.

Hayatta o kadar büyük yalanlarla ve yanlışlarla yaşıyorsun ki.

Bazen yalan olduğunu bilsen de görmemezlikten gelip büyüyüp serpilmesine izin verdiklerin seni sarıp boğazını sıkmaya kalkabiliyor. Canını almaya çalışması değil de yıllarca verdiğin emeğe kahrediyorsun. Yalanlar gerçek olmayanlar.

Sen bunları hak etmiyorsun ...

Salı, Aralık 02, 2008

Yalnızlık

Çok olmuş yine yazmayalı.

Bugünlerde kimsenin tadı yok ki. Küresel kriz, evdeki kriz, ruhtaki kriz derken birinin bitmesini beklerken diğerinin üzerine gelmesi artık onlarla yaşamayı öğrenmek gerektiğini ısrarla hatırlatıyor.

Bi koşturmacadır gidiyor, büyüdükçe günlerin nasıl geçtiğini gerçekten anlamıyor insan. Al işte koskoca bir yıl daha bitti. Çok şükür sağlıklıyım, kimseye muhtaç di'lim. Aldığım kararların arkasında durabilecek imkanlara sahibim. Yani iyiyim aslında.

Bu aralar alışveriş merkezleri, mağazalar çok itici geliyor bana. Ayakkabı bakmak bile zevk vermiyor. Aslında iyi de oluyor hani, gereksiz alışverişlerin önü kesiliyor böylece. Yarında bizi neler beklediğini bilemeyiz.

Hal böyle olunca benim de içimden oturup laylaylom bi şeyler yazmak gelmiyor, ağır konularla da kendimi de başkalarını da bayıltmıyim diyorum.

Suya sabuna dokunmadan da yazacak bir konu kalmadığı için sayfalarımın son güncellenme tarihi bir hayli eskilerde kalıyor :(((

Artık ne dizi ne televizyon. Başından sonuna kadar izleyebildiğim hiç bir şey yok. Tabi bunda artık bütün dizilerin aynı kabak tadını vermesinin kabahati olabilir bence.

Bu akşam daldan dala atlıyorum kusura bakmayın ama yazım moduna geçmişken bir kaç konunun üzerinden geçiyim istedim.

Yalnızlık...

Geçenlerde blogumdaki bir yazıya bırakılan yorumun üzerine yazmayı düşündüğüm şeyler bunlar.

Yalnızlığı biz mi seçeriz insanlar mı bizi yalnız bırakır?

O yalnız bırakılmaktan şikayet ediyordu bense yalnızlığımın kendi tercihim olduğunu düşünüyorum. Tıpkı susmayı tercih ettiğim gibi.

Yalnız geliyoruz, yalnız gidiyoruz. Aralarda birileri girip çıkıyor ama hep kendi iç sesinle baş başasınız en kalabalık anda bile.

Herkes kendi gözleriyle, hisleriyle yaşıyor dünyayı. Kimsenin doğrusuna yanlış, yanlışına doğru diyemem. Kendi tercihlerimizi yaşıyoruz sonuçta kalabalık yada yalnız. (yalnız yanlış imla hatası yaptım mı derdine düştüm yazarken)

Her nefes yeni bir hayat, her güneş yeni bir umut, her yağmur bereket.

Yani daha yapacak çok işimiz var.

Salı, Kasım 18, 2008

Havadan, Makyajdan

Soğuk bir kış akşamı ve ben az önce yürüyüşten döndüm. Ara ara keskin bir soğukla gelen rüzgar kar havasının çok da uzaklarda olmadığını söylüyor.

Dizimdeki problem nedeniyle üç aydan beri neredeyse haftanın 5-6 akşamı yürüyorum. Artık havalar soğumaya başlayınca caymak için bahane arıyorum. Zaten iki haftadır evdeki tadilat yüzünden ara vermiştim. Dün akşam mızıkçılık yapmadan yürüdüm ama bu akşam.

Camdan baktım. Gündüz ki yağmurun aksine sakin ve yağışsız havaya direnmedim.


Pazartesi sabahı evden çıkmadan makyajımı yaptım. Aynada kendime bakarken ne kadar da yorgun görünüyorum dedim. Soluk renklerde makyajın etkisi olsa gerek diye düşündüm. İşyerinde de bir arkadaşım iyi görünmüyosun bi şey mi oldu dedi. Ona da aynı cevabı verdim -evet ben de kendimi yorgun gördüm ama yok bi şeyim -dedim.

Öğleyin rimelim bulaşmasın diye hafifçe parmak ucuyla kaşınan gözümü oğuştururken Allah Allah kirpiklerim de ne kadar yumuşak diye düşündüm. Bi anda acaba dedim.

Rimel sürmemişim :)))

Rimel sürmemek tabi ki sorun değil, hiç makyaj yapmamak da. -ki zaten çok yapmam- Ama far, eyeliner gibi tüm göz makyajını yapıp da rimel olmayınca tuzsuz yemek gibi oluyor.

Kendimi kötü hissedince arkadaşlardan rimel aramaya başladım. -fazla makyaj yapmayan birisi olduğum için rujdan başka bi şey yoktur yanımda, onu da pek sürmem zaten- En sonunda buldum ve sürdüm. Yerime döndüm 5 dakika geçmedi ki strawberry'den bir kaç gün önce sipariş verdiğim ve içinde rimel de olan malzemeler geldi.

Şaka gibi.

Yani neymiş? Sabretmeyi bileceksin, acele etmiyceksin. Kainat yeri geldi mi rimel bile gönderir :)))

Pazartesi, Kasım 17, 2008

Ümidin Güneşi

Bazı şeyler var ki yazmak zor, anlatmak zor yaşamak daha da zor. Uygun kelimeleri yok.

Bi de herşeye rağmen karanlık bulutların arkasından arada bir kendini gösterip içini ısıtan sıcacık, sevgi dolu ruhuna dokunan iyi gelen şeyler var.

Çoktandır beklenen, olmasını istediğin ama kaderin senin bilmediğin doğru olan zamana ötelediği. Doğru zaman şimdi mi yoksa daha var mı ilerleyen günlerde yaşanıp öğrenilecek.

Ama hayattaki en güzel anlardan biri de düşünüp gülümseyebilmek, güzel bir şeyler olacağını hissederek ümit etmek.

Olmasa bile, o ümidin sıcaklığı neşesi ruhuma iyi geliyor.

Dilerim hayal ettiğimden fazlası olur.

Hepimizin :)

Pazar, Kasım 16, 2008

Kendime Giden Yol

Son zamanlarda bilgisayarımın başında yada kalemimle kağıdımın başında pek olamıyorum. Bırak başkasıyla kendimle bile pek baş başa kalamıyorum. Pek iyi bir şey hatta hiç iyi bir şey değil bu durum. Kendimle konuşamamak beni kendime yabancılaştırıyor, robotlaştırıyor sevmiyorum bu durumu. Yakınlaşmak aradaki buzları eritmek istiyorum. Özlüyorum.

Yol bulamıyorum kendime, içimdekine ulaşmaya. Çok zor değil gibi gelse de, aslında o kadar zor ki. Dönüp bi içinize bakar mısınız? Oradaki sizle konuşuyor mu, açıyor mu size içini?

Açıyorsa ne ala tebrik ederim, aman arayı bozmayın.

Ne yapmışım geçmiş Kasım'larda diye bi arşivi dolaşıyım dedim. İşte o zaman anladım kendimden ne kadar uzaklaştığımı. Onları da alıp geldim bugüne, linklerini koyuyorum aşağıya okumak isterseniz diye.

21 Kasım'da yağan kar için yazdıklarım, yılbaşı kartları, koku üzerine yazdıklarım ve maillerden gelen 30'un dan sonraki kadınlar için yazılan hoş bir yazı. -O zamanlar 30 bile değilmişim-

http://dortyaprakliyonca.blogspot.com/2005_11_01_archive.html

http://dortyaprakliyonca.blogspot.com/2006_11_01_archive.html

http://dortyaprakliyonca.blogspot.com/2007_11_01_archive.html

30'larında

Andy Rooney der ki... " Yaşım ilerledikçe, en çok otuz yaşını aşmış bayanlara değer vermeye başladım." İşte bunun sebeplerinden bir kaçı:

Otuz yaşını geçmiş bir kadın asla sizi gecenin bir yarısı uyandırıp "ne düşünüyorsun?" diye sormaz. Umurunda değildir çünkü ne düşündüğünüz.

Eğer otuzunu aşmış bir kadın TV'deki maçı seyretmek istemiyorsa, söylene söylene TV'nin karşısında yanınızda oturmaz. Yapmak istediği bir şeyi yapar. Ve bu genellikle daha enteresan bir şeydir.

Otuz yaşını aşmış bir kadın kendini yeterince iyi tanır ve kendinden emindir... Kim olduğunu, ne olduğunu, ne istediğini, ve kimden istediğini bilir.
Otuzunu aşmış çok az kadın onun hakkında ya da yaptıkları hakkında ne düşündüğünüzü önemser.

Otuz yaş üstü kadın çoğunlukla büyük aşklara, ömür boyu sürecek bağlılıklara doymuştur. Hayatında en son ihtiyacı olduğu şey bir başka mızmız, devamlı söylenen, ne yapacağına karışan, yapışkan bir aşıktır.

Otuzunu aşmış kadın, ağırbaşlıdır. Bir operanın ortasında ya da pahalı bir restoranda sizinle çığlık çığlığa kavga etmesi çok nadirdir. Ha tabi hak ettiyseniz, sizi vururken de hiç tereddüt etmez, sonuçlarına katlanmayı da planlayarak...

Otuzunu aşmış kadın övgüler yağdırmakta çok bonkördür, çoğu hak edilmemiş bile olsa... Çünkü takdir edilmemenin ne olduğunu iyi bilir.

Otuzunu aşmış kadın sizi bayan arkadaşlarıyla rahatlıkla tanıştıracak kadar kendine güvenir. Daha genç bir kadın, en iyi arkadaşını bile görmezlikten gelebilir, yanındaki adama güvenmediği için.

Otuz yaşın üstündeki kadın sizin onun arkadaşına ilgi duymanızı hiç önemsemez, arkadaşının onun aldatmayacağını bilir.

Kadınlar yaşları ilerledikçe medyumlaşırlar. Ona günah çıkarmanıza hiç gerek yoktur, onlar her bir haltınızı bilirler.

Otuz yaşını aşmış bir kadın kıpkırmızı bir ruj sürdüğünde bu ona çok yakışır. Ama daha genç kadınlarda böyle değildir.

Otuz üstü kadınlar açık sözlü, doğrucu ve dürüsttürler. Ne kadar geri zekalı olduğunuzu bir çırpıda açık açık söyleyiverir, eğer bir geri zekalı gibi davrandıysanız. Onun için ne anlam taşıdığınızı merak etmenize gerek yoktur.

Buldum, Buldum

Ben di'il. İlk olarak Archimedes sonra diğer insanlar sırayla bi şeyler bulmaya başladılar. Bulduklarına da çok sevindiler. Kaç kişi hamamdan fırladı bilmem ama benim yüzümde kocaman ve memnun bir gülümseyle parlayan göz bebekleri belli ediyor kendini.

Üzgünüm ama bu konuda mütevazi olamıycam. İlginç hediye dedin mi henüz benden daha başarılısına rastlamadım. Umarım rastlarım çünkü yeni şeyler öğrenmek yeni keşifleri çağırır.

Son çalışmam da oldukça tatmin edici ve mutluluk vericiydi. Detayları veremiycem çünkü birisi dışında kimsede olmasını istemiyceğim kadar özel kalmasını istiyorum.

İşte bu yüzden telafi etmek için ilginç hediyeler ve yaratıcılığınızı kullanabileceğiniz ürünler bulunan hoş bir siteyi ve bir kaçını daha önermek istedim.

www.buldumbuldum.com

www.hediyeportre.net

www.karakalemportre.net

www.enilginc.com

Çarşamba, Kasım 05, 2008

Kırmızı Sarmaşıklar

Bu mevsimin en sevdiğim halini onlarda buluyorum. Yapraklarını dökmeyen yeşil ağaçlara sarılanlarıysa ayrı bir güzel.

Hazır havalar güzelken Otağtepe'deki Tema Parkı'na gidelim dedik.

Kırmızı sarmaşıkları görmeyi diliyordum.

Erguvan terasına çıkan merdivenin korkuluklarını öyle bir sarmış ki. Alabildiğine kırmızı.




Pazartesi, Kasım 03, 2008

Kuyruğuma Bağlanmış Süpürgeler

Bir kaç gündür tadilat var evde. Tadilat dediysem, öyle ufak tefek evin bir odasında değil. Aynı anda tüm evin ayaklanıp her şeyin ortaya toplandığı büyük bir hadise. Tüm dolapların yerinden oynadığı, kıpırdatılmak için içlerinin boşaltıldığı.

Bütün biriktirdiklerin sakladıkların tek tek elden geçiyor. Bu karmaşadan mıdır bilmem hepsinden kurtulmak istiyorum.

Bi kere kesinlikle yemek takımı, tencere takımıymış gibi şeyler alıp zamanı gelince hazır olsun dememek lazım. Arkadaşlar mümkünse hediye alırken çeyizine koyarsın diye şimdi kullanamayacağım şeyler almasın bundan sonra. Ben bugün varım, yarını bilmiyorum.

Kitap okumak güzel ama çok okuyunca çok kitap birikiyor evde. Onları da dağıtmak lazım. Eskiden bir kaç hatıra yeter fazlasına gerek yok. Zaten bir iki ay önce defterler, kağıtlar dolusu yazdıklarımı kağıt öğütücüyle imha edip hayatımdan gönderdim.

Arınmak lazım eskilerden. Beni ben yapan tek başına o kitap ya da şu kağıt değil kendi yarattığım sihirli ruh karışımı. Dönüp de onlara dokunmaya ihtiyacım yok. Nasılsa gidince birileri dağıtacak arkandan.

Yaşarken hayatın kuyruğumuza bağladığı o kadar çok süpürgeyi sürüklüyoruz ki peşimizden geçemiyoruz hiç bi yerden.

En doğrusu, bir lokma bir hırka.

Her şeyi mükemmel dört dörtlük yaşamak, koşulları ona göre organize etmeye çalışmak o kadar yorucu geliyor ki artık. Aslında yorucu değil de gereksiz olduklarını farketmek yorucu kılıyor.

En basiti 1 haftalık tatile giderken yanıma aldıklarım. Bir kaç sene önceki valizimle bu seneyi karşılaştırdığında fark ortada. Ne gerek var tatilde şık olmaya. Adı üstünde tatil, hayattan, giyinmekten, süslenmekten herşeyden tatil.

Kısacası kuyruğumdaki süpürgeler olmadan daha mutlu olurmuşum gibi geliyor.

Salı, Ekim 28, 2008

Yanlış Kapı

Bazen insan bir blogu olduğunu unutabiliyor. Ve blogların mahkeme kararıyla kapatıldığını başkalarından öğrenebiliyor. Tabi böylesine müstehak diyebilirsiniz. Ama hayat işte her zaman her yerde aynı performansı gösteremeyebiliyorsunuz.

Sağolsun biyonikkedi sayesinde nasıl bloguma ulaşacağımı öğrendim de yazabiliyorum. Biyonik teşekkürler:)

Gelelim esas meseleye.

Bazı sorunlardan kaçmaya çalışırken bazen yanlış kapıyı zorlayabiliyorsun, yanlış zamanda. Haliyle kapı yanlış olunca, kaçtığın soruna yeni bir sorun eklenmiş olarak derdini büyütüyorsun.

Sorunları onunla unuttuğun şeye öyle bir sarılıyor ve daha çok istiyorsun. Daha çok asla yetmiyor, daha fazla, daha fazla tutkuyla dibine kadar istiyorsun. Neye kime nasıl zarar verdiğini düşünmeden.

İşte o anda yanlış kapı, yanlış kişi, yanlış zamanı zorluyor olabiliyorsun.

Çok şükür hiç birini yapmadım. Zaten bana bu yazıyı yazdıran da bu yanlışı yapmamak için kendimi uyarma güdüsü.

Çarşamba, Ekim 22, 2008

Karanlık Sohbetler

Akşamın bi vakti hava kararmış. Birden bire elektrikler kesiyor. Etraf sessizleşiyor, her yer zifiri karanlık içinde. Karanlığa inat gökyüzündeki yıldızlar parıl parıl parlıyor. Evin içindeyse titrek gölgeler duvardan duvara geçiyor.

Kendinle baş başa kalıyorsun.

Karşında, ama görmüyorsun. Sadece hissediyorsun. Nefes aldığını, kalbinin attığını, hareket ettiğini.

Konuşuyorsun.

Telefon gibi değil, dikkatini dağıtacak hiç bir şeyi görmüyor, başka bir şey düşünemiyorsun.

Sadece ses, söz, his.

Perşembe, Ekim 16, 2008

Ödeeeev


Tembel çocuklar vardır ödevlerini evde yapmayıp derse girmeye 5 dakika kala etekleri tutuşup ödevini yapanların defterlerinin peşine düşüp öğretmen gelmeden çabuk çabuk tamamlamaya çalışan. Hatta öğretmen derse girdiğinde hala bir iki kelimeyi karalamaya çalışan.

Ben defter peşinde koşan değil, defterleri peşinde koşulan oldum.

Gel gör ki bir haftadır cumartesi gününe yetiştirmem gereken ödevi salladıkça sallıyorum. Vakit daralıyor. Bu akşam, yarın öğlen derken geldik cumaya. Bi şey yapamayacağımı bile bile notları eve getirdim bu akşam. Ama ben ödev yapmak yerine oturmuş blog yazıyorum. Ödevim oymuş gibi.

Demek ki yıllar geçince insan tembel öğrenci de olabiliyormuş.

Sanırım Nisan'dı. Haftasonu eğitim için Bayramoğlu'na gitmiş bir takım profesyonel becerilerimizi geliştirmiştik. Şimdi de o becerilerimizi ne kadar öğrenmişiz ne kadar kullanmışız diye prezantasyon hazırlayıp sunacağız. Ödev bu yani.

Aslında Haziran başındaydı bu ödev ama sonra ertelendi herkes bayram etmişti. Unuturlar diye düşünmüştük ama unutmamışlar. Belki bu da iptal edilir diye belki de, son güne kadar salladık ödevleri.

Ama bu kez kaçınılmaz galiba. Artık yarın öğlen, olmadı en geç akşam bitirmem lazım.

Avrupa Yakası'ndaki Dursun gibi saat 2'ye kadar oldu oldu; olmadı 4. Bilemedin 5, o da olmadı garanti 6.

:))))

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Bencil

Hayatta yalnızca kendini düşünen, başkalarının ihtiyaçları duyguları onun için zerrece önem taşımayan kişilere deriz. Etiket gibi bir şeydir.

Bencil.

Ben+cil.

Sadece ben. Hep ben.

Bunun aksine hayatında kendinden önce başkalarının ihtiyaçlarını önemseyen kendini yok sayanlara da sencil’mi deniyor acaba?

Hemen TDK’ya başvuruyoruz.

Bencil; 1.Yalnız kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan, hodbin, hodkâm, egoist:2. felsefe Bencilik öğretisine inanan

Sencil yok.

Bu arada TDK’nın sayfasında aradığımız kelimenin zıt anlamlısı, eş anlamlısına görebileceğimiz bir bağlantı olsa çok faydalı olurdu onu farkettim.

TDK’da olmadığı gibi internette zıt anlamlılara ulaşabileceğim başka bir sözlük de bulamadım. Bilen yada bulan varsa ve benimle paylaşırsa çok sevinirim.

Cuma, Ekim 10, 2008

Ruh Sağlığı

Bugün 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı günü.

Herkese sağlıklı ruhlar diliyorum :)


Ben de dün akşam tv reklamlarında farkettim bugün de ziyaret edip ruhum biraz şifa bulsun diye düşünmüştüm ama o kadar ruhsuz bir siteleri var ki; bırakın ruh sağlığı bozuk birinin ilgilenmesini iyi durumda olan bile dönüp bakmaz. Bi şeyleri okumak, konudan konuya geçip bilgileniyim deme isteği yok. Hem de benim gibi okuma öğrenme isteği had safhada birisi için.

Güne ait etkinlik programını merakla açtım, neler var diye. Hangi kanalda hangi saatte reklamlarının çıkacağını, kimin hangi programda konuşacağı yazıyor. Yani etkinlikten anladıkları bu. Aslında kendi kendilerine eğleniyor camianın üyeleri yoksa halkla durumun hiiiiç alakası yok.

Bu arada 10 Eylül'de dünya intiharı önleme günüymüş. Böyle günler insanların hayatına ne katıyor merak etmiyor değilim hani.

Piyasaların alt üst olduğu, Amerika'da krizden dolayı intihar vakalarının artacağı beklentisi yükselirken Dünya Ruh Sağlığı günü aman da ne etkili olurmuş ;)

Sanırım Dünya Ruh Sağlığı gününün ruhu yok, üzgünüm

Salı, Ekim 07, 2008

Bugün Kova'nın İçindeki


Son günlerde mynet'in astroloji köşesinin yorumlarını okuyorum. Çok içten ve samimi yazıyor yazan. Fala inanma falsız kalma misali mümkün olduğunca her gün okumaya çalışıyorum. Bugünkü çok hoşuma gitti. Hissettiklerimi yazsam bu kadar olurdu.

Sevgili kovalar işte bugün benim kovamın içindekiler, kimbilir belki sizin kovanızda da aynıları vardır.

Diğer burçlar; siz de mynet'in astroloji bölümünden kendi durumunuzu öğrenebilirsiniz.

"Sevgili Kovalar saat 12:05 itibariyle Terazi burcundaki Güneş ile Oğlak burcunda ilerleyen Ay gezegenleri ilk dördün görünümü oluşturacaklardır. Bu etki altında sizler elinizde olmayan bir takım nedenlerle sona eren veya sürmekte olan olumsuzluklarla başa çıkabilmek adına kendinize fazlasıyla yüklenebilirsiniz.

İçinden geçtiğiniz süreç şu an için sabırlı olmayı gerektirdiği halde siz tam tersine kendinizi başarısız, mutsuz, keyifsiz, doyumsuz ve hiç kimse tarafından sevilmeyen bir kişi olarak görebilirsiniz. Bu durum ise arınmanız, yüzleşmeniz ve kendinizi düzenlemeniz konularında isteksizliğe yol açabilir. Size göre herkes bir tuhaftır ve herkes sanki gizli bir düşmanınız gibi davranmaktadır. Bu nedenle de kendi dünyanıza çekilerek kimseyle bağlantı kurmak istemeyebilirsiniz. Kimi zaman kendinize oldukça yüklenebilir kimi zamansa kaderi suçlayabilirsiniz.

Şöyle aklınızı başınıza topladığınızda ise, -ben kimim, nereye doğru yol alıyorum, amacım ne sorularına cevap ararken, aslında yaşamayı sevdiğinizi, başarıyı ve mutluluğu arzuladığınızı, uyumlu bir insan olmayı istediğiniz halde bazen istemeden de olsa size kötülük edenleri aynı şekilde cezalandırmayı düşündüğünüzü, hayatın güçlükleriyle başa çıkabilmek için inancınıza sarıldığınızı, kimi zaman farklı yollar keşfetmek gerektiğini düşünerek sizi kimsenin tanımadığı bilmediği yerlere gitmeyi hedeflediğinizi, belki de sırf bu yüzden bu kadar çok okuduğunuzu, kendinizi geliştirdiğinizi ve bütün bunları da yaşama sıkı sıkıya tutunmak için yaptığınızı bugün farkedebilirsiniz.


Oysaki ne kadar çok şey vermişsinizdir kimbilir veya sizi iyi bilsinler, sevsinler diye çekilmez onca şeye göğüs bile germişsinizdir. İşte bugün bu karmaşık düşünceler içinde kalabilirsiniz. Benim önerim ise, öncelikle yaşadığınız herşeyin bu yaşam sınavında olgunlaşabilmek adına gerekli olduğunun bilinci içinde düşünmenizdir. Çünkü bu etki altında herşey birbiriyle çelişkili olabilir.

22:35-Çarşamba 19:00 saatleri arasında Ay boşlukta olacağından sizi sakinleştirecek, keyfinizi yerine getirecek aktivitelerde bulunmanız, agresif insanlardan uzak durmanız faydalıdır."

Pazartesi, Ekim 06, 2008

Nazan veli toplantısında

Nazan ile İzzet'in; Nazan'lı veli toplantısı reklamını izlerken yazmaya karar verdim. Jest ve mimikleri, çapraz adımlarla tahta boyunca sınıfı arşınlaması, sağa sola 90 derecelik açıyla eğilmesi, kendi söylediklerini onaylatan cümlelerle soru sorması ne kadar komik ve abartılı diye düşündüm.

Sonra hayır dedim. Ortaokul ve lise yıllarımızda hepimizin böyle karakterleri olmuştur. Benim de oldu.

İsim vermiyim, yaşayanlar anlar, görenler hatırlar.

Haftada sadece bir yada iki saat olan yan derslerden birinin öğretmeniydi. Hoca'sıydı diyemem çünkü Perran Kutman'ın oynadığı Afet öğretmen gibi Hocam denmesinden nefret ederdi. Aynen onun gibi hoca camide derdi.

Dersinde tek tip oturma şeklimiz vardı. Sırt dik, bacaklar bitişik, eller dizlerin üstünde, gömlek, kurdela hırkalar düzgün olacak. Parmak kaldırırken bile dirsek bedenden ayrılmayacak. Kendine göre yanlış bi şey gördüğünde gözlerini kocaman açar, abartılı bir sus işareti yapardı.

Eski İngiliz mürebbiyeler gibi çoğunlukla boynunu örten bluz yada kazaklar ve diz altı döpiyesler giyerdi. Sıkılınca boynundaki kolyeyle oynardı. Soruları Nazan gibi sorardı.

Kız lisesiydik zaten; sınıfa erkek sinek girse direk idama mahkum olurdu. Hatta genç erkek öğretmenlerle uzun konuşmamız bile dikkatini çeker hemen uyarırdı. Koridorda gördüğünün orasını burasını düzeltir, saçlarını toplatırdı.

Ama severdim kendisini, hep de anarım öğrettiği bir şeyden dolayı.

Sonra bir tane daha vardı. Ruju her zaman dişlerine bulaşmış olurdu. Yaşlı, kısa ve şişmandı. Bu yüzden yavaş hareket eder. Ders anlatmak için ağır ağır sıraların arasında dolaşırken bir eli belinde diğer eli yakasından içeri boynu etrafında dolanır dururdu. Üzerinde hep kedi tüyü vardı, eski kitap ve kedi kokusu sinmişti sanki üzerine. Bir keresinde defterden kopya çekmeye çalışırken yakalamıştı beni ama hiç bi şey dememişti. -tüm okul hayatım boyunca toplasan 5 kez kopya ya çekmişimdir ya çekmemişimdir, onun için kimin dersinde çektiğimi hatırlarım. Bir gün size ilk kopyamı da anlatırım. Din dersiydi :) -

Bir tanesi her derse koşar adım girer sınıfı koşar adımlarla turlardı. Eliyle sürekli saçlarını karıştırır dururdu. Kocaman ağzıyla gevşek gevşek gülerdi. Düşünüyorum da sanırım ağzını hiç kapalı görmedim :) -bu erkekti-

Başka bir kadın öğretmenimiz derste doğru düzgün kimsenin suratına bakmaz ders boyunca tırnaklarıyla ilgilenir dururdu. Derste oje sürmez, tırnak kesmezdi ama hep tırnaklarıyla meşguldü.

Sonra bi erkek matematikçi, matematikle aramda kalan son bir kaç bağı da o kopardı sanırım. Yoksa herkes iyi bir matematik-mantık zekam olduğunu söylüyor, harcanmışım yanlış ellerde.

Neyse ders anlatma konusunda tam bi felaketti. Bir arkadaşımız taklidini yapardı. Onun yaptığı taklitle geldi aklıma. Tahtada ders anlatırken sırtını tahtaya verip bir sağ bir sol elinin tersiyle işlemi göstermek için seri bir şekilde tahtaya vururdu. Kendini helak ederdi sadece. Çünkü anlattığından kimse bir şey anlamazdı. Anlatamayınca; anlamak isteyenler soru sorar karmaşık cevaplar verir sorunun içinden çıkamaz, kızarır, tükürükler saçmaya başlardı. Önüne denk gelen talihsiz arkadaş tükürükle yıkanma talihsizliğine uğramışsa -kusura bakma- cümlesiyle teselli bulurdu.

Yani Nazan aslında abartı değil, haksızlık etmişim. Sadece biraz düşünüp geçmişi hatırlamak gerekiyormuş.

Cuma, Ekim 03, 2008

Yazasım var

Son zamanlarda hiç olmadığı kadar. Hüzünle neşe arasında gidip gelen; hangisi galip gelir bilinmez. Öylesine amaçsız yazmaya başladım ne çıkacak sonunda ben de merak ediyorum.

Yok'u az önce yazdım yayınladım, bilgisayarın başına oturmadan kafamda yazmayı planladığım ikinci konu da B-Trophy'di. Onu da yazarım ama daha derin daha duygusal bir şeyler yazmak istiyorum. Konulara bir yerden çengel atıp tutunmak ordan da yukarılara tırmanmak.

Aslında bütün kurduğum cümlelerde de bu tırmalama çabalarım aslında.

Bütün dostlarım, sevdiklerim bu bayram hiç birinizin bayramını kutlamadım kusura bakmayın. Gelen standart kutlama mesajlarından bir kaçına nezaket mesajı attım sonra onu bile yapamadım.

Ufuk'cum hep ararsın sorarsın beni, ama bayramını bile kutlamadım. Hande'cim sen de. Tuğba sen de. Tek tek ismini yazamadığım tüm sevdiklerim, blog arkadaşlarım. Aslında biraz da samimiyetinize güvenerek bu sefer affedin beni diyebiliyorum. En kısa sürede telafi edicem söz.

Kelimelerim arasında istediğim ilişkiyi kuramadım, daha fazla zorlamıycam. İlk düşündüğüm gibi B-Trophy'den bahsedicem. Birazdan...

Yok


Bazı şeyler azdır ya da hiç yoktur.

Yokluklarını azlıklarını dile getirmezsin susarsın. Yokluklarını susarak eritmeye çalışır yokluğu yok sayarsın.

kimsede anlamaz var mıdır, yok mudur?

Sadece hassas bir kaç ruh; ruhunu incitmekten korkarak sorar ölümcül soruyu...

yok mu, var da mı yok?

soran ruh da bilir olmadığını, o eksiktir zaten.

B-Trophy

Kadınların ayakkabı tutkusu malumdur, bir de benim topuklu. Gerçi 7 aydır bu tutkum öyle bir törpülendi ki tekrar topukluya heves edecek miyim, yeniden heyecan duyabilecek miyim bilmiyorum.

Ne yazık ki dizimde ki problem tam geçmedi Eylül başında şiddetli bir şekilde tekrar nüksetti (valla ben bi şi yapmadım) yeniden doktorlara taşındım. Artık her akşam yarım saat kırkbeş dakika yürüyüş yapıyorum. Doktorun verdiği hareketleri aksatmıyorum ve çok şükür ki artık ağrım yok ve merdiven inip çıkabiliyorum. Beni en çok mutlu eden de, artık oturarak namaz kılmıyorum. Rahatsızlığım sırasında beni en çok üzen; yaşlılar gibi oturarak namaz kılmak zorunda kalmamdı. Çok şükür ki geçen haftadan beri normal kılabiliyorum.

B-Trophy'yi anlatacaktım dizimle alakası ne? Aslında çok alakalı, artık düzenli yürüyüş yapıyorum ya antremanlı sayılırım.



Beta ayakkabı mağazası ve B-fit diye bir spor merkezi (sanırım) kadın yürüyüşü organize etmiş. Yürüme yarışması.

Koşulları oldukça rahat ve ödülleri de bir kadının karşı koyamayacağı ayakkabı, çizme, çanta hatta birinciye bunlara ilave olarak yılbaşında İtalya tatili.

Toplam parkur 12 km . 11 Ekim cumartesi 10:30'tan akşam 17:00'ye kadar istediğiniz zaman başlayıp istediğiniz zaman tamamlayabilirsiniz. En çabuk giden değil en çok adım atan kazanacak. Adımları sayan bir alet vereceklermiş katılımcılara, bir de rotayı takip ettiğinden emin olmak için belirlenen noktalara mutlaka uğramak gerekiyor.

Temel koşula gelince, ayağınızda Beta ayakkabısıyla yürümek. Yani Nişantaşı'ndan başlayıp Cevahir Beta'ya oradan Mecidiyeköy'e Balmumcu, Barbaros Bulvarı'ndan Dolmabahçe'ye devam eden yol boyunca yorulunca bir kafede mola verip sonra yola devam etmek sanırım yarışma kurallarının dışına çıkmak olmaz. (En azından ben öyle anladım)

Yapabilir miyim diye düşünüyorum, üstelik yaz başında Beta'dan aldığım düz beyaz ayakkabılarım da oldukça rahat. Dizimi zorlar mıyım diye tereddüt ediyorum. Sonra doktor yürü dediysek bu kadar da abart demedik diyebilir.

Benim durumum pek belli değil ama Sofi , Sıdıka siz bu işin üstesinden gelirsiniz gibi geliyo bana.

Ayrıntılı bilgi için

http://www.b-trophy.com/

Salı, Eylül 23, 2008

Yeni Bir Hayata

Bu gezegende hiç birimiz yanlız değiliz aslında. Hatta bu satırları yazarken kainattan bir ses "hayır elbette değilsiniz" diyor gök gürültüsüyle...

Yaşadıklarınızı, hissettiklerinizi aynı anda yaşayan hisseden farklı bedenlerde farklı mekanlarda benzer ruhlar var aslında. Belki de o ruhla yan yanasınız ama bilmiyorsunuz bilmiyorum.

Bazı yazılarım var ki; kimi neyi nasıl anlattığımı çok fazla anlaşılmasın istediğim sadece kelimelere dokunarak yazdığım. Boşluklar bıraktığım.

Ama işte o eş ruhlar eş olaylar okuyanın kendi içindekilerle boşlukları dolduruyor ve artık o benim yazdığım yaşadığım değil onun hissettiği oluyor.

Geçenlerde de öyle oldu, o yazım çok sevdiğim ama içinde kopan fırtınaları bilmediğim bir dostumla iç dünyamızı kesiştirdi. Çok kolay anlatılmayacak paylaşılmayacak şeyleri döktük karşılıklı ortaya.

Demiştim ya; kimse kimsenin içinde gerçekten ne olduğunu bilmiyor aslında. En mağrur en mükemmel görünenlerin içinde kopan fırtınaları kimse bilmiyor. O sularda fırtına hiç olmazmış gibi geliyor.

Artık sıkıldım bu fırtına kelimesinden, bi türlü kopamayan koptuğunda kökünden söküp atamayan.

Ben güneş istiyorum artık. Bu sonbaharın en güzel ilkbahar olmasını diliyorum.

Pazartesi, Eylül 22, 2008

Uykusuz

Cumartesi gecesi Binbir Gece'nin tekrarının sonuna denk geldim. Sinir oldum Şehrazat'a bi huysuz bi huysuz adamı paralamaya yer arıyor. Saat 2'ye gelirken yattım. Ama ben oldum bir cin. Uykunun "u"su yok.

Kulağımın dibinde bir sivrisinek vızıltısı, kalkıp onla uğraşmaya mecalim yok. Sesini duymuyim diye kulağımı da örttüm. Sen gel göz kapağımı ısır. Bu nasıl bir intikamdır.

Aldım yastığı battaniyeyi salona gittim, kal kendi başına kendi kendini ye diyip onu odada tek başına bıraktım.

Ama ruhumdaki sivrisinek olduğu yerde duruyo. Saat 3 oldu yok. 3:30 yok. 4 oldu delirmek üzereyim. Ertesi sabah ta sınavım var. 8'de kalkıcam. Ilık bi süt içtim, televizyonu açtım. Gözlerimi kapatıp kendime uykum gelmiş numarası yapmaya başladım. Baktım kanar gibi oldu koştum yatağa.

4 saat sonra sınav, deli gibi yağmur yağıyor. Sınava girdim çıktım öğleden sonrakine daha vakit var eve dönüyim. Yanlış yöne giden otobüse binip 15 dakikada gideceğim yere 45 dakikada gitmeyi başardım. Eve gidince biraz kestiriyim dedim, uyudum uyandım daha da bi sersem oldum. Gecem gündüzüm karıştı, bi nevi jetlag oldum.

Ondan sonra o sınavdan hayır bekle.

Yok yok bu aralar her şey bi karıştı zaten, hatta biraz daha da karışacak.

Cuma, Eylül 19, 2008

Terapi

http://www.netevren.com/resimler/kategoriler/buyuk/doga/firtina/2.jpg
Yağmuru seviyorum. Gök gürültüsünü ve şimşeği de.

Yağmur temizliyor tozu toprağı, kiri pası.

Gök gürültüsü benim bağıramayacağım kadar yüksek bir sesle titretiyor herkesi

Şimşekler öyle aydınlatıyor ki; gecenin karanlığında hiç bir şeyin aydınlatamayacağı kadar.

Bir anda. Gece-gündüz, gündüz-gece.

Üçü bir araya geldiğinde muhteşem terapi.

Ağlıyorum, bağrıyorum, yakıyorum geceye günü.

Bu yüzdendir ki bu üçlünün her gelişinde yanlarına sokulmaya çalışırım. Yüzüme çarpan damlalar, gözlerimi kamaştıran ışık, kulakları sağır eden gürültü beni de alır içine diye.

Asıl büyük fırtınaya az kaldı, ortada ne bağ bırakacak ne bahçe...

Salı, Eylül 16, 2008

Hayat Bağları

Hayatta bazı bağlar vardır. Organik bağlar. Kimisi hoş bir ipten yapılmış, tarafları yormayan sıkmayan üzmeyen bunaltmayan. Aksine geçen zamanla karşılıklı emekten bir ipek kozasına dönüşen.

Ama bazı bağlar da vardır ki, kimyasal, biyolojik bağlar. Asit mi desem değdiği yeri yakıp eriten, balçıkla sıvanmış hiç bi yerinden tutamayıp tuttukça sizi de batıran mı desem.

Genel kabul görmüş hayat kuralları içinde atıp, satıp kurtulamadığınız, kurtulmaya çalışırken bile iç hesaplaşmayla acaba haksızlık mı ediyorum, yanlış mı yapıyorum tedirginliğiyle huzurunuzu kaçıran. Bi de iç yüzünü bilmeyenler...

Kehf süresinin şu ayetleri hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını, bilmediğimiz bilemeyeceğimiz çok şey olacağını gösteriyor.

18/66. Musa ona: "Sana ogretileni bana hayra goturen bir bilgi olarak ogretmen icin pesinden gelebilir miyim?" dedi.
18/67-8. O: "Sen dogrusu benim yaptiklarima dayanamazsin, bilgice kavrayamadigin bir seye nasil dayanabilirsin?" dedi.
18/69. Musa: "Insallah sabrettigimi goreceksin, sana hic bir isde bas kaldirmiyacagim" dedi.
18/70. O da: "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadikca herhangi bir sey hakkinda bana soru sormayacaksin" dedi. *
18/71. Bunun uzerine kalkip gittiler; sonunda bir gemiye bindiklerinde, o gemiyi deliverdi; Musa: "Gemiyi icindekileri bogmak icin mi deldin? Dogrusu sasilacak bir sey yaptin" dedi.
18/72. Musa'ya: "Ben sana yaptigim islere dayanamazsin demedim mi?" dedi.
18/73. Musa: "Unuttugum icin bana cikisma, gucumun yetmedigi seyden beni sorumlu tutma" dedi.
18/74. Yine gittiler; sonunda bir erkek cocuga rastladilar, o hemen onu oldurdu. Musa: "Bir cana karsilik olmaksizin masum bir cana mi kiydin? Dogrusu pek kotu bir sey yaptin" dedi.
18/75. O: "Ben sana, yaptigim islere dayanamazsin demedim mi?" dedi.
18/76. Musa: "Bundan sonra sana bir sey sorarsam bana arkadas olma, o zaman benim tarafimdan mazur sayilirsin" dedi.
18/77. Yine yola koyuldular; sununda vardiklari bir kasaba halkindan yiyecek istediler. Kasaba halki, bu ikisini misafir etmek istemedi. Ikisi, sehrin icinde yikilmaga yuz tutan bir duvar gorduler, Musa'inin arkadasi onu dogrultuverdi; Musa: "Dileseydin buna karsi bir ucret alabilirdin" dedi.
18/78. O soyle soyledi: "Iste bu, seninle benim ayrilmamizi gerektiriyor; dayanamadigin islerin yorumunu sana anlatacagim"
18/79. "Gemi, denizde calisan birkac yoksula aitti; onu kusurlu kilmak istedim, cunku peslerinde her saglam gemiye zorla el koyan bir hukumdar vardi."
18/80. "Oglana gelince; onun ana babasi inanmis kimselerdi. ocugun onlari azdirmasindan ve inkara suruklemesinden korkmustuk"
18/81. Rablerinin o cocuktan daha temiz ve onlara daha cok merhamet eden birini vermesini istedik."
18/82. "Duvar ise, sehirde iki yetim erkek cocuga aitti. Duvarin altinda onlarin bir hazinesi vardi; babalari da iyi bir kimseydi. Rabbin onlarin erginlik cagina ulasmasini ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini cikarmalarini istedi. Ben bunlari kendiligimden yapmadim. \ste dayanamadigin islerin icyuzleri budur." *

Yani hayatta her bağ gün gelir kopar, kopabilir, kopması gerekebilir. İç yüzünü bilmeden de kimse -hayatta olmaz, nasıl olur, günah, yazık- demesin.

Pazartesi, Eylül 15, 2008

Pazartesi, Dolunay

Bugün pazartesi, çalışanlar için takvimlerden kaldırılması gereken bir gün. 52 tane pazartesi yaşıyorsak bir yılda, sendroma yakalanmadan atlatmayı başardığımız herhalde bir elin parmaklarını geçmez.

Bugün bir de dolunay var. Malum vücudumuzun %75'i su olduğu için iç dengeler de sapıtabiliyor. Biz kadınlar daha bir duygusal daha bir hassas oluyoruz. Hele bi de bu dolunay Balık burcunda gerçekleşiyor ki. (yükselen burcum balık)

En iyisi mi bugün kimse benle ilgilenmesin, bana nasılsın diye sormasın.

Cuma, Eylül 12, 2008

Dünyanın Sonu

Günlerdir Cern’deki deneyin dünyanın sonunu başlatıp başlatmayacağı tartışması yaşanıyor. Çok saçma bence.

Çünkü dünyanın sonunu getirmek için çalışmalar zaten bütün hızıyla sürüyor, yeni başlamadı ki. Deneyin hiç bir etkisi yok bu işte.

Zaten insanlar olarak doğayı büyük bir hızla yok etmiyor muyuz? Su kaynakları, ormanlar, diğer canlı türleri hızla tükenmiyor mu?

Cern’den korkmaya ne hacet.

Bize göre büyük, kainata göre küçük bir dünyamız var. Mutlu mesut dönerken ekseninde önce kalabalıklaşmaya başladı, hem de çok. Kalabalıklara yer yetmeyince ormanları yok edip yaşam hücreleri yaptılar kendilerine. Yapmaya da devam ediyorlar. Ağırlaştı dünya; neredeyse dönemiyecek hale geldi. –ki bilimsel araştırmalar da dünyanın dönüş hızının yavaşladığını tespit etmiş durumdalar-

Kalabalıklaşınca su yetmemeye, gıda yetmemeye, hava yetmemeye hiç bir şey yetmemeye başladı. Sunilerini yapalım derken daha fena kuruttuk kaynakları. Altında da üstünde de kalmadı bi şey; ne hazinesi varsa yerin yağmaladık.

Zincirin halkaları teker teker zayıflamaya başladı. Bence şu an zincir değil pamuk ipliği haline dönüştüler, kopması an meselesi.

Boşuna kimse Cern’de kabahat bulmasın.

Perşembe, Eylül 11, 2008

Dönüş Yazıları Çıkmıyor

Yazma stresi yaşıyorum bir süredir. Yazmak istiyorum ama yazacak bi şey gelmiyor aklıma. Yazacak bi şey bulamayınca yazamıyorum, yazamayınca strese giriyorum.


Papağanım gibi tüylerimi yolmam yakındır. Yazılara ara verince geri dönüşte sancılı oluyormuş. Bunu bir tek benim yaşamadığımı pazar günü Hürriyet'in ekinde Figen Batur'un yazısında anladım. Ki o profesyonel.

Figen Batur'un Hürriyet Pazar'daki yazısı

Yeniden bana dönersek, kendimi kandırıp sanki hiç ara vermemiş gibi yapıp ne bulursam yazmaya karar verdim. Çünkü dönüş yazısı -bu kadar beklediğimize değdi- dedirtecek bir şey olsun diye çabaladığım için bir türlü çıkamıyor zaten.

Sabah Sabah

Her sabah yeni bir hayat başlıyor aslında, her biri bir öncekine benziyormuş gibi gelse de bize. Bir kaç sabahtır işe gelirken servisten dışarıyı seyrediyorum. Çoğunlukla mahalle aralarından geçerken çünkü E-5'te gerçekten görülmeye değer bi'şi olmuyor.

En çok hayvanların yaptıkları hoşuma gidiyor sabah sabah gülümsetiyor beni.

Geçen sabah 3-5 köpek, inşaat için dökülen kum tepeciğini popolarıyla iteliye iteliye kendilerine koltuk bölümleri yapmış, içine oturmuş etrafı seyrediyordu. Biraz ilerdeki parkta oyuncakların olduğu kumların üzerinde de 3 tanesi kendinden geçmiş uyuyordu. Belli sabaha kadar etrafta dolanmışlar.

Bu sabah bi kedi ağacın dalları arasında diğeri aşağıdan yukarı ona doğru tırmanmaya çalışıyordu. Ama iyi niyetli mi kötü niyetli mi bilemiyorum.

Başka bir gün servis beklerken bir kaç metre ilerde bir köpek kaşınıyordu. Ama arka ayaklarından biri diz kapağının biraz üzerinden yoktu. Ve o ayağıyla kaşınmıya çalışıyordu. Çok üzüldüm, "yazık sana" dedim içimden. Kimbilir neler yaşamıştı. Biraz sonra oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi, bana bakmaya başladı. Biliyorum anladı ona yakınlığımı.

Ancak hayvanları çok sevmeme rağmen onlara dokunamam ben, korkarım dokunmaktan. Aslında bırakın bi köpeğin yanıma gelip oturması göz göze gelmemiz, ben onun olduğu yerden geçemez eve geri dönerdim çocukken.

Kısacası sabahları asık yüzlü insanları görmektense, sokaklardaki hayvanları arayıp bulursa gözleriniz hayata dair güzel şeyler çıkabilir karşınıza.

Cuma, Eylül 05, 2008

Ramazan 1,2,3,

derken bugün 5 oldu. Bi de bakıcaz 15, 25 ve 29. Günler çok çabuk geçiyor, zaman mı hızlı akmaya başladı biz mi onu çabuk tüketmeye başladık bilmiyorum. Filmlerde aradan günler günler geçtiğini göstermek için üst üste hızlı çekimlerle bir kaç saniyede güneş doğup, gün yaşanıp, güneşin battığı sahneler vardır ya. Aynen öyle yaşıyoruz biz de sanki. Birileri bize şaka yapıyor galiba.

Ama şaka olduğuna dair hiç bir işaret yok.

Bilim adamları zaman zaman bazı tezler üretir bizim aslında onu yaşadığımız söylerler. Son günlerde aklımda böyle bir tez var. Yaşadığımız her anın aslında kainatın bir yerlerinde yaşanmaya devam ettiğini, adım adım o parçalarında sırayla aynı şeyi yaşadığını söylüyor. Çok teknik detayları toparlamam mümkün değil ama şöyle hayal edin.

Ben şu an bilgisayarımın başında yazıyorum saat 18:00. Bundan 3 hafta önce saat 18:00'de deniz kıyısında dalgalarla oynuyordum. Benim parçalarımdan biri orada hala tatilini yapıyor ama onun da tatili bitecek 3 hafta onra o burada yazıyor olacak. Bense yani şu an yazıyı yazan ben başka bir şey yapıyor olacağım. Ama gerçek ben hangimiz bilmiyorum

Pazar, Ağustos 31, 2008

Ritmi Yakala

Koca bir yıl nasıl geçti anlamadım. 11 ay geçti ve Ramazan bu gece başlıyor. Son aylar nasıl geçti ben anlamadım. İnsanlar büyüdükçe zamanı yakalamıyorlar, oysa çocukken günler geçmek bilmezdi. Şimdi birinden diğerine yetişmek için çalabildiğimiz kadar çalıp başkalarına ekliyoruz ama yine yetmiyor yine bi şey anlamıyorsun.

Yaz geldi, hafta sonları tatilleri başlar derken dizimdeki menisküs yırtığına bağlanıp biraz hafiften geçirdim günleri. Dizlik çıktı tatile gittim geldim. Bir hafta sonra dizim daha şiddetli geri döndü. Artık merdivenleri iki ayağımı yan yana basıp inip çıkabiliyorum :( Sanırım artroskopi kaçınılmaz oldu. Yeter ki iyi oluyim ne yapılacağı önemli değil. Yoksa bu hayat çekilmez. Mecburen kesin çözüme kadar dizlik kullanmaya devam.

Bu haftasonu, dizliğe rağmen yapabileceğim ne varsa yaptım. Dans ettim :) Dizime ağırlık vermeden ama.


Şirketimizin toplantısı vardı Durusu'da. Toplantı, akşam yemeği, parti ve pazar sabahı ritim atölyesi çok güzeldi. Çalışma sonunda kullandığımız aletler de bizim oldu. Benim egg shaker'ım ve marakasım var artık :) bazılarının da darbuka ve zilleri. İyi bir organizasyondu çok keyifli geçti.

Cumartesi akşamki partimizde Direnen Mızıkacılar'la eğlenip dans ettik tam gecenin sonunda aniden bastıran sağnak yağmur da geceyi muhteşem finalle kapattı.


Yani Terkos Gölü'nden son haberler, cumartesi akşamı sıkı yağış aldı :)

Çarşamba, Ağustos 27, 2008

Bir An

Tatil resimlerini böyle ara ara yayınlarım artık. Bizim ufaklık ve abisi. Atlamaktan havuzda su bırakmadılar, ben de onların havada pozlarını yakalamak için az uğraşmadım.




Pide

O kadar tatilden sonra biraz da İstanbul'la ilgilenelim di mi?


Aslında fazla söze gerek yok, yukarıdaki resmi görüp de canınız çektiyse yolunuzu düşürün derim. Daha çok yeni. Sadece karadeniz pidesi var. Bana bir pide büyük gelir derseniz yarısını da yapıyorlar. Böyle gösterişli olanlar kıymalı pideler siparişinizi ona göre verin.

Yağız'la benim pidemin kalanını paket yaptılar, ne de olsa çocuğuz fazla geliyor :)

Burası neresi derseniz Bostancı köprüsünden İçerenköy'e doğru yol alın bulursunuz. Kaçkar Pide. İnternet sitesinde yol tarifi ve iletişim bilgilerini bulabilirsiniz.

www.kackarpide.com

Cumartesi, Ağustos 23, 2008

Assos Kadırga Koyu

Yıllardır Assos'a gitme hayallerimde kafamda tek bir otel vardı. Bütün planlarımı da onun üzerinden yapıyordum. Son dakikada ki maçın uzatmalarının oynandığı kritik dakikalarda olduğu gibi bir anda her şey değişti. Öncelikli önerim ilk defa gideceğiniz otel hakkında farklı şeyler öğrenmek için şikayet sitelerini mutlaka ziyaret edin. http://www.otelsikayet.com/ bu konuda mühim.

İnternetten yaptığım aramalar sonucunda gidebileceğimi düşündüğüm 4-5 otel kaldı elimde. Assos Park; Assos Kadırga, Yıldız Saray, Kabile, Sazlı Sardunya. Tek tek hepsini aradığımda biri hariç hiçbirinde yer yoktu, ancak bir kaç gün sonrası müsait olabiliyordu.

Sonuç Assos Kadırga Otel'di. Rezervasyon için sadece bir gecelik ödeme yaptığımdan kafamda tek bir düşünce vardı. Beğenmezsek sadece 1 gece kalırız, en kötü ihtimal Gelibolu'ya döneriz. Otelde kaldıktan sonra bırakın 1 gece kalıp dönmeyi planlarım müsait ve otelde yer olsaydı hiç şüphesiz misafirliğim uzun sürerdi.

Otelin sahibi Bayram Bey, otel sahibinden çok yaz tatili için evine gittiğiniz amcanız gibi. Klasik otel lobisi muhabbeti yok. Odalar basit, lüks arayanlar için çok uygun olmayabilir. Ama mis gibi kokan çarşaflar -mis gibi yumuşatıcı kokuyordu her şey-, rahat yataklar, sıcak su. Bana pek lazım olmadı ama klima, tv ve fön makinesi bile var. Kısacası temel ihtiyaçlarınız için yeterli.

Yarım pansiyon konaklayabiliyorsunuz. Yemekler nasıl anlatılır bilmiyorum ki. Doğal buğdaydan köy ekmeği, Ege'nin zeytinyağı, zeytinyağlıları, balık. Her akşam aynı saatte 100'ün üzerinde kişiye aynı anda servis yapmak büyük beceri bence. -Açık büfe değil- Her Ramazan yaşıyoruz aynı anda onlarca kişiye nasıl servis yapamadıklarını. Her şey sıcak her şey kıvamında Bayram'ın Yeri'nde.

Zaten burada otel mi restorandan, restoran mı otelden çıktı durumu var bana göre. Gün içerisinde sürekli dışarıdan yemek için gelenler oluyor çünkü.

Kadırga Koyu'nun en sonunda Kapheros tatil köyü var. Ondan önceki de bizim otel yani Assos Kadırga Otel . Bölgeyi tanımadığım için otelin tam yerini anlayamamıştım. Küçükkuyu'ya yaklaşık 25 km mesafede. Bu nedenle İstanbul'dan giderken Ayvacık üzerinden, İzmir'den gelirken de Küçükkuyu'dan üzerinden daha yakın. Bölgedeki pek çok otel çoğunlukla birbirine yakın konumlanmş olsa da bu oteli benim için özel kılan diğerlerinden uzak olması. Kocaman bir sahil sizin oluyor böylece. Bundan daha güzel ne olabilir ki, ses yok, kalabalık yok. Yolun bittiği yerdesin.


Denizi mavi bayraklı. Taşlı plajı temiz bir tatil yaşamanızı sağlıyor. Ancak denizden çıkarken biraz zorlanabiliyorsunuz, plaj ayakkabısı rahat etmenizi sağlar.


Eğer oralara kadar gitmişken Assos harebelerini de mutlaka görmeliyim derseniz en doğru yerdesiniz. Çünkü harebeler otelin hemen arkasındaki tepede. Arabanız olmasa bile minibüsle 5 dakikada Behramkale Köyü'nde; köy meydanından yukarı çıkan taş yolu da takip ederek Athena Tapınağı'ndasınız. Yol boyunca yöre insanını, taş evleri, tezgahlarda satılan limon kekiği kokusuyla kendinizden geçiyorsunuz.



Tapınak'tan dönüşte muhtarlığın yanındaki çay bahçesinde oturup minibüsü beklerken çayınızı yudumluyabilirsiniz. Öyle bir çay bahçesi ki tarihi bir sütun başlığını masa niyetine kullanıyorsunuz.




İstanbul Assos arası yaklaşık 400 km. Yol virajsız ve rahat olduğu için 3,5-4 saatte gidilebileceğini düşünüyorum. Ancak otobüsle gitmeyi tercih ederseniz Çanakkale üzerinden İzmir'e giden tüm otobüs firmaları işinizi görür en az 7 saat sabretmeyi göze alırsanız.

İlk fırsatta kuzenler arkadaşlar toplanıp bu güzellikleri tekrar yaşamayı planlıyoruz.

Son bir ayrıntı daha. Otelin nerede olduğunu daha iyi anlamanız için Google Earth destekli görüntüler.


Pazar, Ağustos 17, 2008


Pek çok belirsizlikle gittiğim tatilden döndüm. Keşke tüm belirsizlikler böyle güzelliklerle dolu olsa.

Şimdilik kısa özetle sizi habersiz bırakmıyim dedim, çünkü tatilim başka bir yerde devam edecek. Ve tatilde internette online olmak benim en çok sinirime dokunan durum olduğu için ekran karşısında olabildiğince az durmak istiyorum. Kusura bakmayın.

Cuma akşamı Gelibolu'ya gidip iki gün orada tatil yaptıktan sonra pazartesi sabahı Assos'a hareket ettik. Ama ne tereddütlerle ne endişelerle. Çünkü pazar öğleden sonra Gelibolu'da inanılmaz bir sağanak başladı. Durmadan çakan şimşekler gökgürültüsü yağmur ertesi sabah 11'e kadar hiç durmadı. Bir ara elektrikler bile kesti fırtınanın şiddetinden.

Neyse ki kaderin karşıma çıkardığı Assos Kadırga Otel, sahibi Bayram bey ve personeli, deniz her şey o kadar güzeldi ki. Bundan sonra başka tatil mekanı arayacağımı sanmıyorum.

Tesadüf eseri çok görmek istediğim Assos Harabeleri Athena Tapınağı'nı gezdim. Ve müze kartım milli oldu :) Evinden uzaklarda kartının sana kapıları açması çok hoş.

Annemle bol bol yüzdük, insanın o denizden çıkası gelmiyor. Bi de yemekler o kadar güzel di ki, dönmek hiç hoşuma gitmedi.

Şimdi bir kaç resim detaylar ilk fırsatta. Çünkü size bir Assos rotası önermezsem olmaz :)

Athena Tapınağ'ndan Kadırga Koyu'na bakıyorum. Otelimiz burnun ön tarafında

Bir sabah annemle güneşin doğuşunu seyrettik.

Ve otelimiz. Bayram'ın Yeri. Assos Kadırga Otel. (Tamamen ayrı bir yazı konusu olmaya değer)

Assos Limanı. Ama orda kalmayı pek istiyceğimi sanmıyorum.

Cuma, Ağustos 08, 2008

Tatile........

Tamam kabul ediyorum, ben durumu biraz abartmış olabilirim. Başıma gelenler kesinlikle kötü değil. Hatta oldukça iyi fırsatları içeriyor, ancak bazı geçmiş tecrübeler insanın şevkini kırıyor.

Detaylarını her şey netleşene ya da resmileşene kadar açıklayamıycam ama kesinlikle kötü değil. (evlilikle, evle ilgili falan da değil)

Bu aralar fazla yazamadım, bi de şimdi izne çıkıyorum. Bi süre daha yazamıycam heralde. İzin sürecim de maceralı başladı. Önce 28 Temmuz’du, sonra 1 Ağustos oldu ve nihayet 8 Ağustos bugün Allah’tan bir mani gelmezse iznim başlayacak.

Ne zaman çıkacağım kesinleşmediği için nereye gideceğime de bir türlü karar veremedim, orası uzak, burası kalabalık diye diye. Hadi en yakın Assos, Gelibolu konaklamalı fena olmaz dedim.

İki yıldır gitmek için can attığım yörenin bol yıldızlı nadir bir oteline tam kesin rezervasyon yapmak üzereydim ki, internette hakkında feci şeyler duydum. –ki geçen sene bu otele rezervasyon yapmış kardeşimin izni son anda iptal olunca iptal etmiştik- Allah’ın sevdiği kuluymuşum diyim. Şikayetler bir iki değil çoooooooook.

Sonuçta ben Assos’tan vazgeçmedim. Denize sıfır küçük motelleri araştırdım. Çoğunda yer yoktu, umarım bulduğumda hayal kırıklığı yaşamam. Bu tatil programsız belirsiz yola koyuluyoruz, nerden nasıl çıkarız, ne maceralar yaşarız bilmiyorum.

15 gün yokum ama kağıt kalemim yanımda olacak, umarım güzel şeyler çıkar.

Bu arada sıkıntılı yazılarıma ferahlatan yorum yazan herkese teşekkürler.

Çarşamba, Temmuz 30, 2008

Gecikmiş Yazılar

Az önce Sanem'in Afrodisias resimlerine bıraktığı yorum tetikledi beni. -Eskisi gibi yazmıyorsun- dedi. Haklı.

Oturup yazsam da bi yerlere, bloguma koymak için elim kalkmıyor. Birazdan okuyacağınız da böyle bir yazı. Temmuz'un ilk günlerinde yazılmış, yayınlanması gereken zaman çoktan geçmiş yerini bulamamış, benim gibi...

"Takvime bakarken farkettim de, 19 Temmuz’da blogum tam 3 yılını doldurmuş olacak. Yüzlerce yazı yüzlerce fotoğraf birikti hayatımdan geçen. Bir günlük tutsaydım içinde resimler olmazdı, bir günlük tutsaydım belki daha açık yazardım hissettiklerimi benden başkası okumıycak nasılsa diye kelime oyunlarıyla karıştırmazdım yaşadıklarımı. Ama o kelime oyunları hem hissettiklerimi herkese söylememi hem de taşıdığı anlamların bana kalmasını sağladı.

Yeri geldi sadece sözcüklerle ağladım, yeri geldi çığlık attım, güldüm, haykırdım. Yani o sözcükler var ya o sözcükler bana çok şey kattı.

Hele yorumlarınız bazen büyümeye çalışan yeni bir sürgüne dolanacak dal, temel kazısına destek veren istinad duvarı oldu.

Yazmak, yazdıklarını paylaşmak, okunduklarını, sevildiğini, eleştirildiğini bilmek bazen bu dünyada kendini çok yalnız hissettiğinde aslında hiç de yanlız olmadığını hatırlatıyor insana.

Büyüdüm diyemiyorsun hiç bir zaman, her gün kendinde yeni bir şey öğrenip biraz daha çözümlüyorsun kendini."

Salı, Temmuz 29, 2008

Afrodisias Antik Kenti

Blogumun sessiz takipçilerinden sevgili arkadaşım Dilek, haftasonu Aydın'daydı. Başka bir amaçla gitmiş olsa da Aydın'a, o da benim gibi her fırsatı her koşulu keşfetmek yeni şeyler görmek için değerlendiren birisi olduğundan Afrodisias Antik Kenti'ni de gezmiş.

Çektiği fotoğraflar gördüklerinin yanında hafif kalır ama bir kaçını da sağolsun bizimle paylaştı. Şüphesiz ilkbaharda muhteşem olur oralar fikrinde birleştik. Belli mi olur baharda bakmışsınız Afrodisias'ta biz :)




Teşekkürler Dilek :)

Afrodisias hakkında daha fazla bilgi için http://www.aphrodisias.info/

Pazartesi, Temmuz 28, 2008

Sokak Resimleri

Sokak Hatırası'nın sokak resimleri geldi. Yıl 2008


Roma Yolu diye bahsettiğim bir zamanlar kocaman taşlardan oluşan çukurlu yoldu. Yolun başında Mevlevihane Cami ve yanında türbesi var. Yol eskiden yukarıya doğru daha dardı ancak son yıllarda genişlettiler.

Sokaktan aşağı geldiğinizde sağa kıvrılarak devam ederseniz Camcı Yokuşu'na çıkarsınız. Fotoğrafta görünen ilk ev Emine Hanım Teyzelerin

Sola doğru kıvrılırsanız da Sancaktar Yokuşu'ndan aşağıya Fener'e inersiniz. Görünen ilk ev anneannemlerin eviydi.



Teşekkürler Aysun :)

Çarşamba, Temmuz 23, 2008

Sokak Hatırası

Zaman zaman yazılarımı nasıl yazdığım, nerden konu bulduğum gibi sorularla karşılaşıyorum. Mesela bu sabah servisle mahalle arasından geçerken yaşlı bir kadının, süpürmekten iyice küçülmüş bir süpürgeyle sokakla binaların girişi arasını süpürdüğünü gördüm...

O an aklıma Emine Hanım Teyze geldi.

Çocukluğumun geçtiği Fatih-Fener’de her bayram sabahı istisnasız başını Emine Hanım teyzenin çektiği süpürgesini kapanın geldiği çocukların büyük bir zevkle iştirak ettikleri sokak temizliği. Kapının önü değil, Mesnevihane Sokağı’ndan başlayıp Sancaktar Yokuşu’nun kesiştiği düzlüğü de içine alan koca bir sokak.

Mesnevihane Sokağı kocaman çakıl taşlarından oluşan yarı toprak yarı taş bir yoldu. Roma yolu derlerdi ne kadar doğru bilinmez. Bu yüzden çukurları çoktu. Kuytu bir sokak olması da herkesin gelişi güzel çöplerini atmasına neden olurdu. Bir dedem bir de Emine Hanım teyze sokağı temizlemeye çalışır, ardından yine çöp bulunca söylenirlerdi haklı olarak.

Bırakın sokağa çöp atanları, yediği şeyin kağıdını, çöpünü umarsızca sokağa atanları ne o gün anlayabiliyordum ne de bugün anlayabiliyorum.

Mahallede bina sahibi pek çok kiracısı olan 3-4 kadın vardı. Hepsi hükümet gibi, pek çok erkeği geri kesecek kadar yere sağlam basan. Bina sahibi dediysem tek başına değil, çocukları eşleriyle ortak ama yönetimin onlarda olduğu. Sözlerinin kanun olduğu.

Yalnız bu 3 kadının da ortak özelliği Karadeniz’li olmaktı. Rize ve Trabzon.

Anneannem, Emine Hanım Teyze, Seher Hanım Teyze, bi de Pakize Hanım vardı ama onu hiç tanımadığım için hakkında bi şey söyliyemiycem.

Konu konuyu açıyor, hatıra hatırayı çağırıyor.

Anneannem’le Emine Hanım Teyze’nin diğer bir ortak özelliği de bahçelerine dadanan çocuklarla mücadele yöntemleriydi.

Üzerlerine su dökmek. Ama aynı zamanda da anneannem mahallenin çocuklarına camdan sakız da atardı. Ama bahçede oynamak yasaktı. –Tabi ki bize değil- Sakız stokları kutu kutu TipiTip’ten oluşurdu.

Benim de bir ıslanma maceram var. Aslında sadece benim değil, Yavuz (kardeşim), Aysun (Emine Hanım Teyzenin torunu ve arkadaşımız) üçümüzün.

Hikaye komik.

Emine Hanım Teyze’lere oturmaya gitmişiz annemle, malum çocuklar oyun peşinde onlarla oturacak değiliz ya. Ablam uslu, hanım hanımcık yok öyle yaramazlık gibi bir derdi. Planımız neydi yada napıyorduk bilmem ama üçümüz bahçenin arsa tarafındaki kapısında, birimiz de tırmanmaya çalışıyor. Emine Hanım Teyze’de içine doğmuş olacak balkona çıkıyor bakıyor ki mahallenin çocukları yine bahçeyi zorluyor. İçerden su alıp her zamanki caydırma taktiğini kullanıyor.

Biz; sudan çıkmış balık.

Yukarı çıkıyoruz, ıslak.

- N’oldu size?
- Emine Hanım teyze su döktü.
- Hangi ara oldu bu iş?

Emine Hanım Teyze haklı olarak ne işiniz vardı sizin orda diyor ama bir yandan da üzülüyor.

(Aysun’cum sen de sokağın resmini çeker gönderirsen, yazıyı tamamlamış olursun)


Cumartesi, Temmuz 12, 2008

Gez de Nereye Kadar?

Bu cumartesi de öncekiler gibi bir müzeye gittim. Topkapı Sarayı'na. Çocukluğumda gitmiştim en son. O zamandan bugüne tabiki bir çok değişim geçirmiştir ancak ben sevmedim bu kez. Bir tek kutsal emanetlerin yeniden düzenlenmiş hali idare eder. O da eserlerden dolayı geçer not aldı. Mücevherlerin sergilendiği özel bölmeler bence fazla karanlık, saray mutfakları ve diğer pek çok bölüm o kadar havasız ki kendimi dışarıya zor attım. Savaş aletlerinin sergilendiği camekanların zeminleri son derece kirli görünüyor. Ya bugün ben huysuzdum, ya da gerçekten Topkapı Sarayı sınıfta kaldı. Ha bi de Konyalı'nın müze bahçesine yayılan yemek kokularını da söylemeden geçemiycem.

Yorulduğum ve sıkıldığım için bir tek Harem'i gezmedik. Onu da başka bir sefere artık.

Bu aralar anormal bir şekilde müze gezmemin nedeni tabi ki müze kart değil, çünkü karttan önce başlamıştım gezilerime. Ama artık ben de kendimden şüphe etmeye başladım, ruhumdaki bir şeyleri bu gezilerle mi örtmeye çalışıyorum acaba?

Yoksa tarihi eserlere, mekanlara sık sık gidip beni de içlerine alırlar buralardan götürürler ümidiyle onlara yakın olmaya mı çalışıyorum?

Biliyorum var aslında bir sorun, hem de uzun süredir ama neresinden tutup nasıl düzelteceğimi bilmiyorum. Çok şeyi yıkıp geçmek, yok saymak gerekiyor onun için.

Hatırlıyor musun bir liste yapalım önerisi getirmiştim. Bir yanına hayatımızdan çıkartmak istediklerimiz diğer yanına da eklemek istediklerimizi yazacaktık. Başlıkları yazdım renkli kalemlerimle, ortalarına da güzel bir çizgi çektim. Ama tek bir harf bile yazmadım eklemek çıkarmak istediklerime, yazamadım. Çünkü hayatımdan çıkarmak istediğim yok saymak istediğim öyle bir şey var ki. Çok karmaşık, çooooooooook.

Uzun zamandır kendimi pek yazmıyorum, biliyorum. Gezilerle, eğlencelerle oyalıyorum kendimi, sizi. Herşey yolundaymış gibi yapıyorum kendime, kendimle de konuşmuyorum ki bu konuları. Daha çok susan daha az konuşan biri oldum, kendimin sinirine dokunacak kadar.

Zaman tatil zamanı. Ben gitmek ama dönmek istemiyorum. Neresi diye sorarsan, orasını da bilmiyorum. Aslında gitmek de değil istediğim tam tarifini istersen, yok olmak.

Teşhis, depresyon.

Olabilir. Artık kim normal ki? Ama hepimiz normalmişiz gibi yaşıyoruz yada depresyon hayatımızın normali.

Yok yok o kadar kötü değilim endişelenmeye gerek yok ama sevildiğimi duymak iyi gelebilir.

Bi de bu aralar bana iyi gelen bi şey, biri var. Yeni bir şey değil aslında hep vardı. Son bir yıla kadar belki daha çok benden kaynaklı mutluluk ve mutsuzlukları çok uçlarda yaşamama neden olan; şimdilerde daha güzel, daha doğru, daha sakin bir yerlerde varlığını daha kuvvetli hissettiren huzur veren. Yanımda olduğunu bilmek güzel.

Pazar, Temmuz 06, 2008

Arkeoloji Müzesi

Bir iki hafta önce İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne gitmiştim, yazıya dökmeye ancak fırsat buldum. İlkokuldayken okul götürmüştü o tarihten beri de gitmeyi çok kez planlanmış ancak başaramamıştım. Sonunda şeytanın bacağını kırdım :)

Bu kadar çok görülecek şey olduğunu tahmin etmiyordum doğrusu, sersemledim ve çok yoruldum. Belki her gördüğüm eserin beni millattan önceki çağlara götürüp sonra birden geriye bugüne dönmek yoruyor olabilir.


Hangi eller yapmış, kimler görmüş, kimler geçmiş önünden? İstanbul civarında bulunan eserleri ayrı bölümlerde hatta semt semt ayırarak sergiliyorlar. Yani oturduğunuz semtin geçmişinde ne varmış görebilirsiniz. Özellikle son dönemde yapılan Marmaray çalışması da müzeye pek çok yeni eser kazandırmış.

Müzenin en etkileyici eserlerinden biri İskender Lahti.

"İÖ 4. yüzyılın son çeyreğinde yapıldığı sanılan, adını üstündeki kabartmalar arasında bulunan Büyük İskender figüründen alan lahit. Osman Hamdi Bey'in 1887'de yaptığı Sayda (bugün Lübnan'da) kazılarında ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nde sergilenmektedir. Kime ait olduğu bilinmemekle birlikte, İskender'in olmadığı kesindir. Uzun yüzlerden birinde Yunanlılarla Persler arasındaki bir çarpışma canlandırılmıştır. Bu kabartmanın sol yanındaki, at üstünde betimlenmiş figür İskender'dir. Sırtında Herakles' in simgesi olan aslan postu vardır. Öbür uzun yüzde bir aslan ve geyik avı sahnesi yer almaktadır. Dar yüzlerden birinde ve bunun üstündeki alınlıkta birer çarpışma sahnesine yer verilirken, öbür dar yüzde bir pars avı, alınlıkta ise gene Perslerle Yunanlıların çarpışması konu edilmiştir. Eski Yunan sanatında âdet olduğu gibi, beyaz mermerden yapılmış İskender Lahti' nin de bütün kabartmaları çeşitli canlı renklerle boyanmıştı. Epeyce solmuş ve yer yer kaybolmuş olmakla birlikte, bu boyaların izleri bugün de seçilebilmektedir. "


Müzede lahtin renkli halinin nasıl olduğunun anlaşılabimesi için alçıdan bir kopyası yapılmış. Her iki halini de yukarıdaki resimlerden görebilirsiniz.

Bu da başka bir lahit
Arkeoloji Müzesi bahçesinde aslında iki müze daha var ancak onları gezmeye halim kalmadığı için onları başka bir sefere bıraktım. Nasıl olsa artık müze kartım var :)

Arkeoloji MüzesiMüze sonrası yapılacaklar olarak önerim müze bahçesindeki kafede tarihi eserler arasında karnınızı doyurmanız; ardından Gülhane Parkı çimenlerinde biraz dinlenmek.