Çarşamba, Aralık 12, 2007

Hayat Tesadüf Değil

Anneannem dermiş ki ağaçlara su yürüme ve çekilme zamanlarında ölümler artar diye. Doğayla bağlantı kurunca yaşananları, sonbaharda yaprakların kuruması tek tek kopup düşmeleri dünyayı da bir ağaç gibi insanları da birer yaprak gibi düşündüğümüzde örtüşüyor. Su yürüme zamanı baharı pek bağdaştıramazsam da büyüklerin söylediklerine inanırım.

Anneannem ve dedemi ilkbaharda kaybettik. Babaannemi sonbaharda. Liste uzayıp gider.

Bilirsiniz tesadüfen gelişen olayları birbirine bağlamayı anlam çıkarmayı seviyorum. Hayatın aslında hiç de tesadüfen akıp gitmediğini ispatlama derdi belki benimkisi.

Türk mağazacılık sektörünün en köklü ismi Vitali Hakko dün vefat etti. Bugün de Merter'deki fabrikanın bahçesinde cenaze töreni var. Dün akşam geçerken tören için alışveriş çadırının önüne başka bir çadır kurulduğunu gördüm. Bu sabah herşey hazırdı. Vakko'ya yakışır şık bir dekorasyon, korumalar yerlerini almış, hazırlıklar neredeyse tamamlanmış. Vitali Hakko'nun posterleri her yerde.

Vakko fabrikası satıldı. Yılbaşına kadar boşaltacaklar. Taşınma çalışmaları başladı. Geçenlerde kapı girişindeki tablolar özenle söküldü. Son çadır kuruldu, bitti. Ve şimdi de Vitali Hakko'nun kurduğu fabrika bahçesinde cenaze töreni yapılacak.

Yani bir ay sonra olsa, o tören orada olamayacaktı. Dedim ya hayat tesadüfmüş gibi yapıp, bize öyle bir hayat yaşatıyor ki.

Pazar, Aralık 09, 2007

Dalıyla Mandalina

Dayım Rize'den mandalina getirmiş dalıyla. Sağolsun!

Son Bir Hafta

Bir haftadır yazamadım. Aslında beyinden geçen düşünceleri kayda geçirebilecek bir şey icat olsaydı kesinlikle çok mutlu olurdum. İşe gidip gelirken trafikte yorgunluk ve uyku arasında kelimeler öyle güzel diziliyorlar ki; onları kaybetmek istemiyorum. Gel gör ki sonra ne onları yazıya dökebilmek için tekrar bir araya getirebiliyorum, ne de aynı konuda başka kelimelerle başka cümleler kurabiliyorum :((

Üzgünüm...

Geçtiğimiz hafta yoğundu. İki arkadaşımın aynı anda işyerinde olmaması iş yükümü fazlalaştırdı. Haftasonu da Bayramoğlu'nda yatılı eğitim olunca toparlanmak zor oldu. Farklı illerden arkadaşlarla bir arada olmak güzeldi. Ancak bir güne sığacak eğitimin iki güne yayılması sıkıcıydı.

Kaldığımız yerin deniz kıyısında güzel bir yer olması her şeyi daha çekilir kılıyor şüphesiz. Üstelik haftasonu yazdan kalma güneşli bir gün büyük ikramiye gibiydi. Öğle arasında odama çıkıp balkonda kendimi güneşin ve sessizliğin kollarına bıraktım. Sabah güneşin doğuşu, akşam körfezin ışıkları bana iyi geldi.

cumartesi sabahı gündoğumu
pazar sabahı gündoğumu

Pazar, Aralık 02, 2007

2. Bebek Projesi

Bu haftasonu yaratıcı çalışmalar üst üste geldi ama yapacak bir şey yok. Son haftalarda üzerinde çalıştığımız projenin fotoğraflarını aşağıda görmektesiniz.

Biz projemize 2. Bebek Projesi diyoruz; çünkü ilki iki sene önce Ayşegül'ün ikizleri için yine bizim tarafımızdan yapılmıştı. Bu seferki projenin annesi de çok sevdiğimiz komşumuz Sündüz abla. Uzun bir aradan sonra oğlu Göktuğ'a bir kız kardeş geliyor. Pembe renkle çalışmak çok zevkli.

Sepet çalışmasının başı. Etrafa yayılmış malzemeler o anki hayallerimizle birleşip, sonunda aşağıdaki sepete dönüştü.


Dekoratif bir resim olmasını istediğim için sepet bir kez daha

Bu şekerlerin bir özelliği de aynı zamanda uğur getirmesi. Çünkü hepsine tek tek yapıştırılmış dört yapraklı yoncalar var. Yani bu şekerden alan bekarlar evleniyor, çocuğu olmayanların çocuğu oluyor, piyangodan büyük ikramiye çıkıyor. Bütün yoncalar da benim elimden çıktığı için seneye bu zamanlar evli oluyorum. :))) -valla ortada öyle bir durum yok-


Ve şekerlerimizzzzzzzz...


Bu da hastane kapısı için hazırlandı, klasik çelenkten farklı bir şeyler olsun istedik. "Hoşgeldin Melek" yazmayı düşündük üzerine ama bebeğin adını melek zannederler diye vazgeçtik. Ama fonda çalmasında bir sakınca görmüyoruz. Bu arada kısmetse bebek çarşamba günü dünyaya gelecek.


Bizim eserlerimizde fonksiyonellik de önemli olduğu için; kapının her iki tarafı da süslü olacak. Diğer taraf biraz daha sade. Eve dönünce sade olan sokak kapısında kullanılabilir, diğeri bebek odasında.

Hastane kapısında görüntülemeye sabredemediğim için oda kapısındaki provasını görüntüledim.

Cumartesi, Aralık 01, 2007

Yastık ve Minderler

Daha önce de söylemiştim; ilk fırsatta bizim evdeki yaratıcı çalışmaların fotoğrafını koyacağım diye...

Bizim evde iki tasarımcı ve dikiş diken olunca, böyle şeylerin çıkması kaçınılmaz oluyor. Annem ve ablamın eserleri bunlar, arada bir benim de ufak tefek katkılarım fikirlerim olmuyor değil.

Son bir yıl içinde evimizin dekorasyonuna eklenen yastık ve minderler...

İlk fotoğraf annemin dikiş odasından; kapıyla dikiş makinesi arasında kalan boşluğa uygun minik bir oturma yeri. İçindeki pamuk yer yatağı, üçe katlanmış olarak.

Bu da bizim odadaki yer minderleri, daha önce sade bordo kadife sade kılıfları vardı.

Koltuklara uygun süs yastıkları; hepimizin tasarımda emeği var.


Ve son olarak salondaki yer minderleri. Kumaşı kendinden desenli değil. Mor ve krem rengi düz parçaların üzerine harç dikilip puzzle gibi tek tek bir araya getirildiler. En çok saçaklarını seviyorum. Tasarım ablama ait.


Bu tasarımları gerçeğe dönüştürürken malzemeler şüphesiz ki çok önemli. Harçlar ve bazı döşemelik kumaşları Kağıthane ve Bakırköy'de şubeleri olan Toteks'ten aldık. Mor ve krem rengi kumaşlar ise İMÇ'de Aydın Tekstil'den.

Perşembe, Kasım 29, 2007

Karadeniz Sahil Yolu

Karadeniz Sahil Yolu yapıldığı dönemde çok tartışmalara konu olmuştu, yapıldı bitti kullanılıyor. Ama daha çok konuşulacak şüphesiz ki. Bugünkü Vatan Gazetesi'nde haberi okuyunca bizzat o yolu gören, o yoldan geçen ve evimizin önündeki denizi bizden nasıl uzağa taşıdıklarını yaşayan biri olarak yazmak istedim.

"Karadeniz sahili boyunca deniz doldurularak yapılan otoyol 4.2 milyar dolar harcanarak tam 20 yılda bitti ancak...

Ancak yolun yapımına itiraz edenler haklı çıkacak gibi gözüküyor. Çünkü Karadeniz yolunu geri alıyor. Yol her fırtınada kullanılamaz hale geliyor.

Yolun bazı kesimlerinde Karadeniz’in hırçın dalgaları dolgu alanları yerle bir ederken, kimi yerlerde ise fırtınalı havalarda dalgaların yola attığı taşlar güvenli sürüş imkanını ortadan kalkıyor. Giresun’un Espiye-Tirebolu arası deniz tarafından iki kez yutuldu. Artvin’in Hopa-Sarp arasındaki yol ise dalgalar nedeniyle 4 kez yıkıldı. Geçen hafta ise Rize Çayeli Geçişi dalgalar yüzünden 2 kez trafiğe kapatılmak zorunda kaldı. "
Haberin devamı için >>

Rize'ye ilk gittiğimde geceleri dalga seslerini dinlerdik, bazen de o kadar şiddetli olurdu ki dalgalardan uyuyumazdın. Ama deniz elini uzatsan tutabileceğin kadar yakındı.

Bu sene gittiğimde evden denize baktığımda ilk hayal kırıklığını yaşadım. Deniz uzağa gitmiş, dalgaların sesi yok artık. Sadece şehirlerarası yoldan geçen araçların ıslığı andıran yavaşça duyulmaya başlayan, şiddetlenen ve aynı hızda azalan gürültüsü.

Çektiğim resimlerle durumu size daha iyi anlatabilirim sanırım.


İyidere Yolun ortasındaki yeşillikli ayırıcı değilde kırmızı topraklı ayırıcının önündeydi deniz. Yani fotoğrafta gördüğünüz araçlar doldurulan denizin üzerinde gidiyor.

Rize Merkez'de Gülbahar Mahallesi civarı
Bu da denizin çöple nasıl doldurulduğunun kanıtı.

Karadeniz'de sahil diye bir şey kalmamış. Çocukluğumda denize girdiğim kumsaldan -abartmıyorum- gerçekten bir avuç kalmış. Gene kalmış, bazı yerler de o bile yok. Tüm çocukluk hayallerim yerle bir oldu görünce. Fırsat bulursam eski resimleri de ekleyeceğim, ki farkı daha iyi anlayabilesiniz.

Acaba ben de mi bir anormallik var, anlamıyorum. Nasıl Allah'ın yarattığı doğal güzellikleri bu kadar hoyratça yok edebiliyorlar. Bazen düşünüyorum da Allah gerçekten çok sabırlı ve merhametli; insanların onun yarattıklarına yaptıklarına rağmen hala bu dünya üzerinde yaşamımıza müsade ediyor.

Çarşamba, Kasım 28, 2007

Yazamıyorum

Her yıl sonu yaklaşırken, -psikolojik olsa gerek- bir deftermiş de bütün yıl; yazıla yazıla son sayfalarına gelinmiş, kullanılmaktan sayfaların arası kabarmış, kirlenmiş, ağırlaşmış gibi geliyor.

Artık yazdığım kelimelerin bile bittiğini hissediyorum. İstediğim gibi yan yana dizemiyorum onları. Bırak yazmayı kafamda bile toparlanmyorlar bir araya. Ve yazamıyorum. Yazmamak gerginleştiriyor beni sıkıyor.

E tabi sadece yazamamak gerginleştirmiyor beni, günlük yaşamın koşturmacıları, stresleri ve diğerleri. Cuma akşamı Beşiktaş'a gitmek için bindiğim taksiyle 1 saatte sadece yolun karşısına geçebilmeyi başarmam örneklerden biri.

İşte yine yazamıyorum.

Pazar, Kasım 25, 2007

Işık



Eski Günler

Dün 24 Kasım Öğretmenler Günü nedeniyle ortaokul ve liseyi okuduğum Fatih Kız Lisesi'ne gittim. Pek çok öğretmenimi gördüm, karşılıklı duygulu anlar yaşadık.

En çok da orta 3'teyken sınıf dergisi çıkarmamıza bize destek olan resim öğretmenim Selma İzmirlioğlu'nu gördüğümde. "Gözleri asla unutmam, gözlerini hatırlıyorum" dedi, konuştukça o günlere döndük.

Türkçe öğretmenimiz Saliha Çalışkan ablamı görünce "Yonca'mı Yeşim'mi?" oldu ilk sözü.

Bugün pek yazma havamda değilim, cümleleri toparlayamıyorum. Bir kaç resimle yazımı noktalıycam. Sonra toparlanırsam yine yazarım.



Bir zamanlar bu koridorlarda yürürdük.


Sınıfım. Bir zamanlar 3-A'ydı. En önde otururdum, ufak tefektim ya. Bizim zamanımızda karatahtalar büyük heveslerle marifetmiş gibi beyaz tahta olmuştu. Şimdi yine karatahta olmuş. Yazık o zaman harcanan paralara. Ve hemen üstte televizyon dolabı, kullanıldığına hiç şahit olmamıştık.


Ve öğretmenlerimiz, çoğu eskilerden.

Perşembe, Kasım 22, 2007

Son Çadır

Son Mohikan gibi oldu başlık ama bu çadır gerçekten son çadır. Vakko'nun her sene Mart'ta yaptığı çadır günleri artık olmayacak. Fabrikanın da içinde bulunduğu Merter'deki araziyi sattıkları için artık orayı boşaltmaları gerekiyor.

Ve bu nedenle de son kez çadır kuruluyor. Üstelik bu sefer 3'te 1 değil 5'te 1 fiyatına.

Bugün açılıyor 7 Aralık'a kadar sürecekmiş.

Komşu'da Akşam


Uzun bir aradan sonra Hande'yle akşam yemeğinde buluştuk. Hatta kadroda iki Hande var, yemek sonrası ikisinin arasına girerek dilek tuttuk. Fotoğrafta da görüldüğü üzere, son derece neşeli bir akşamdı.

Bu arada Komshu'nun botokslu garsonlarını yerinde görüp inceleme fırsatı bulduk. Kötü bi şi yok. (Botoks olayına bir açıklama getirmek gerekirse, Komshu tüm garsonlarının koltuk altına botoks yaptırarak terlemelerini ve doğal olarak ter kokmalarını engelledi.)

Hizmet kalitesi adına güzel bir düşünce olabilir ama botoks gibi kimyasal bir müdahale yerine; orada duş almalarının sağlanması yüzde yüz pamuklu gömlek kullanmaları gibi, daha insancıl çözümler bulunmasından yanayım

Perşembe, Kasım 15, 2007

Sabah Resmi

Tekfen Holding halka arz ediliyor. Talep toplama dün başladı ve cuma gününe kadar sürecek. Bu sabah Tekfen Holding binasının üzerinden geçen bir gökkuşağı gördüm. Üstelik ortada da yağmur sonrası gibi bir durum yoktu.


Önce sabah sabah birden karşıma çıkan gökkuşağına gülümsedim, sonra da halka arzı aklıma gelip olayları bağdaştırdım. Bir mesaj mıydı yoksa????

Tekfen halka arz bannerında da kule var ama reklamcılar işi eksik yapmış. Bir gökkuşağı eklemeyi unutmuşlar :))

Çarşamba, Kasım 14, 2007

Bir "Garip"

Orhan Veli


Her şey bir kaç sabah önce Sofi'nin blogunda kendimi anlatan şiiri yazmamı istediği yazısıyla başladı.

İlk aklıma gelen "Beklenen"di; onu yazarken hala beni anlatan şiiri düşünüyordum. Daha yazı bitmeden Orhan Veli ve "Beni bu güzel havalar mahvetti" geldi aklıma. Şiirin tam metnini ararken onun şiirlerinin peş peşe sıralandığı bir sayfa buldum. Ve her sabah güne onun bir şiiriyle başlamaya karar verdim.

Bu akşam da, her akşam olduğu gibi eve gidene kadar radyo dinlemek için telefonumu açtım. Kanalları sırayla gezerken bir kanalın boş olduğunu farkettim. -ki günlerdir o boş kanalın üzerinden geçip duruyordum- Düzgün çalan bir kanal bulmak için gelişi güzel bastım düğmelere. Bir kanalda uzun zamandır duymadığım Zülfü Livaneli'nin söylediği şarkıya takıldım.

"Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra."

Şarkının ardından konuşma başladı Orhan Veli, garip akımı, şiirleri, yaşamına, şiir anlayışına ait şeyler anlatılıyordu. Müşfik Kenter'in sesinden şiirleri okunuyordu. -Sadece bir kaç metre ötedeki İş Kule'de Orhan Veli şiir dinletilerine gitmediğime kızdım kendime- Konunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Şiir miydi, Garip akımı mı, Orhan Veli mi, edebiyat mı?

Garip akımı, yaşadıkları, yaptıkları, arkadaşlarından anılar, Ankara'da yolda yürürken ayağını incitmesi kısa bir süre sonra İstanbul'a gelmesi, ayak ağrıları ile gittiği Cerrahpaşa Hastanesi'nde beyin kanaması sonucu vefat etmesini, öldüğünde bütün Babıali'nin kepenk kapattığını ve cenazesinden sonra hakkında söylenen güzel şeyler.

Ta ki Mücap Ofluoğlu'nun onun öldüğü günle ilgili anısını anlatırken, 14 Kasım 1950 tarihini duyana kadar. O an ürperdim. Bir kaç gündür Orhan Veli'nin ve şiirlerinin hayatımda olması, böyle bir programa -hem de hayatta hiç dinlemeyeceğim bir radyoda- denk gelmem "Garip"ti.

Yaklaşık bir saat süren keyifli anlatının sonunda radyonun hangi kanal olduğunu anlamak için anlamsız reklamlarını bile dinlemeye razı oldum. 96.4 Cem Radyo'ymuş. Her akşam saat 18:00'de Radyo Belgesel Kuşağı varmış. Benim dinlediğim de "Orhan Veli Radyo Belgeseli"ymiş.

Bugünün anlamı nedeniyle en beğendiğim bir kaç şiiri ve bir kaç damla gözyaşıyla sizi başbaşa bırakıyorum.

ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

BİZİM GİBİ

Arzulu mudur acaba,
Bir tank, rüyasında?
Ve ne düşünür teyyare
Yalnız kaldığı zaman?

Hepbir ağızdan şarkı söylemesini,
Sevmez mi acaba gaz maskeleri,
Ay ışığında?

Ve tüfeklerin merhameti yok mudur,
Biz insanlar kadar olsun?
Eylül 1939

ÇOK ŞÜKÜR

Bir insan daha var, çok şükür, evde;
Nefes var,
Ayak sesi var;
Çok şükür, çok şükür.

DALGA

Mesut sanmak için kendimi
Ne kâğıt isterim, ne kalem,
Parmaklarımda cıgaram,
Dalar giderim mavisinden içeri
Karşımda duran resmin.
***
Ne kağıt yeter ne kalem,
Mesut sanmam için kendimi.
Bunların hepsi... hepsi fasafiso.
Ne takayım, ne tekneyim.
Öyle bir yerde olmalıyım
Öyle bir yerde olmalıyım ki,
Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi...
İnsan gibi.

DERDİM BAŞKA

Sanma ki derdim güneşten ötürü;
Ne çıkar bahar geldiyse?
Bademler çiçek açtıysa?
Ucunda ölüm yok ya.
Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
Güneşle gelecek ölümden?
Ben ki her Nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha âşığım;
Korkar mıyım?
Ah, dostum, derdim başka...

Yeni is yerimin bana verdigi huzur...

Hande Yazıyor...

Oglen keyfim. Bazen yalniz olmak huzur veriyor insana. Ama gene de insan alistiklarini cok ozluyor. Hele geride biraktigi arkadaslari varsa...




Hande

Salı, Kasım 13, 2007

Beni Anlatan Şiir

Sofi'den gelen istek üzerine beni anlatan dörtlüğü ya da şiiri yazmam gerek. Bi çırpıda aklıma gelmiyor beni anlatan; biraz düşünüp cevap vericem. Ama çok sevdiğim ve benim için çok anlamlı olan Necip Fazıl'ın bir şiirini şimdilik yazmak istiyorum. Çünkü daha bu sabah aklımdan geçiyordu.

BEKLENEN

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?

Bu arada bu şiiri yazarken beni anlatan şiiri hatırladım. Orhan Veli'nin -tabi bugünkü havayı kastetmiyorum-

GÜZEL HAVALAR

Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.

Sofi!!! beni de sen mahvettin. Ben yaz yaz bitiremem en iyisi bütün Orhan Veli şiirlerine link vereyim de hiç birinin hatırı kalmasın.

Pazartesi, Kasım 12, 2007

Bu akşam TV'de Melih Kibar Şarkıları

Sık sık bahsettiğim, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda bir kaç sene önce yapılan Melih Kibar Şarkıları konserinin bir benzerini bu akşam TV'de izleyebilirsiniz.

Pazartesi akşamları Candan Erçetin TRT 1'de program yapıyor. Bu akşam ki tema Melih Kibar şarkıları, konuklar da Erol Evgin, Nükhet Duru.

Konserin bir benzeri olmaz da ne olur?

Kaçırmayın derim...

Cuma, Kasım 09, 2007

İş Bankası Reklamındaki Atatürk

İki hafta önce bir öğle yemeğinde konuşuyorduk arkadaşlarla; n'olacak bu banka reklamlarının hali diye. Bir zamanların kristal elmalarını toplayan Yapı Kredi reklamları değişen logosuyla birlikte ciddi bir inişe geçti.

Bay Pardon'u kim unutabilir? Dizi film olmuştu artık.

Yavaş yavaş kan kaybeden reklamlar, son seyrettiklerimizle en dip noktasına ulaştı diye düşünüyorum. Banka yöneticisi rolündeki kadın tiyatro oyuncusu -ki kendisini beğenmeme rağmen- inanılmaz itici.

Yazıyı yazmamın nedeni bu akşam izlediğim İş Bankası reklamı. Büyülendim kaldım ekran karşısında.

Herkes kim Atatürk'ü oynayacak diye çekişirken Haluk Bilginer usta bir makyajla ve başarılı bir kurguyla Atatürk'ü canlandırmıştı bile. Verilen mesaj, başarılı kurgu ve hikaye ile 10 Kasım'da yayınlanan harika bir reklam bence.

Belki duygusal davranıyor olabilirim bu konuda işin profesyonelleri ne düşünür bilmiyorum ama mutlaka bu reklamı izleyin

Oturup sorunun üzerinde düşünmek lazım

Bazen kızgın olduğunuzda, oturup sorunun üzerinde biraz düşünmek işe yarar.

Bugün gelen bu resimden sonra, bende oturup sorunun üzerinde düşünmeye karar verdim :)

Blog yorumları

Gelen yorumları okuyup, bana yorum yazan tanımadığım blogları ziyaret edip tanıyorum. Böyle yeni tanıdıklarımı bir süre takip ediyorum sonra bi yoğunluk dönemi geliyor herşeyden uzaklaştığım; geri döndüğümde nerde kaldığımı hatırlayamıyorum.

Buna bir çare bulmak gerek diye düşünüyorum. Favorilerimde bir klasör açıp artık doğrudan oraya kaydetmeye karar verdim.

Bir de gelen yorumlara cevap yazma kısmı var ki; galiba ben bu konuda şimdiye kadar çok kabalık etmişim. Özellikle Asortik Krep ve Sofi sizden özür dilerim. Bana bırakılan yorumları her zaman zevkle okurum, çok mutlu olurum. Ama cevabımı aynı yere yazmanın gereği olmadığını, yorumu bırakanın tekrar aynı yoruma gelip ben bi şey yazmış mıyım diye bakacağını düşünmüyordum. -Çünkü ben başka bloglara bıraktığım yorumların sonrasını takip edemiyorum-

Bugün Sanem'in blogunu okurken iyice farkettim hatamı.

Perşembe, Kasım 08, 2007

Bulgar Kilisesi Renk Cümbüşü


Hürriyet Gazetesi internet sitesinde günün fotoğrafı köşesinde Fener sahilindeki Bulgar Kilisesi'nin güzel bir fotoğrafını gördüm. Fotoğrafçı Ohannes Özaznavurya

Çarşamba, Kasım 07, 2007

Trafikte Yaya Hakları

Böyle bir hakkımız mutlaka var ama detayları nedir ben bilmiyorum? Bilen birileri varsa lütfen bizi de bilgilendirsin.

Mesela saygısız bir sürücünün su birinkitisine hızla girmesi sonucu ıslanmamız suç unsuru oluşturuyor. Ama kime nasıl şikayet edilir, nasıl ispatlanır, cezası nedir bilmiyorum.

Dün akşam aynı saygısız sürücü tipinden bir tane de bana rastladı. Akşam saat 7-7:30 gibi servisten indim, evimin olduğu sokakta karşıdan karşıya geçiyordum. Sokağımız giriş yönünden kapalı, yani kapalı tabelası var. Ama yanyana 4 arabanın geçebileceği geniş bir sokak olduğu için kimsenin taktığı yok, ben ve benim gibiler dışında.

Bu yüzden karşıdan karşıya geçerken mutlaka her iki yöne de bakarım. Baktım da. Ama bir an yanımda bir şey hissettim. Ayaklarımın dibinde duran siyah bir kangoo tarzı araba. Yani 2 santim kaysa bana çarpacak. Şok oldum.

Arabayı kullanan şahsa "naptığını sanıyorsun, ters yönde olduğunun farkında mısın?" dedim.

Cevabı "ne yani ben mi suçluyum, önüne baksana demez mi?"

Delirdim. Ama ne yapabilirsin ki. Ben orda öylece duruyorum bastı gitti. Ama plakasını aldım.

34 AP 3231 siyah bir Volkswagen

Eve çıkar çıkmaz 154'ü aradım sürekli meşgul çalıyordu. Bi şey yapamadım. Annem iyi ki çarpmadı sana derken, ben keşke çarpsaydı da uğraşsaydım diye söyleniyordum.

Bugün ihbar ettim ama insanların ölüp yaralandığı durumlarda bile bir şey yapamayan sistem buna ne yapar ki; güler geçer. İşin mi yok senin der.

Yine de biz "n'apacaklar ki?"; "boşver" demeyip hakkımızı arayalım.

Salı, Kasım 06, 2007

Damıtılmış Sözler- Kadın

Adı kadın var, kendi kadın var. (Atasözü)

Sevilen kadın bütün kadınların daima en güzeli değil midir? (H.de Balzac)

Öfkeli kadının neler yapabileceği iyi bilinir. (Vergilius)

Erkekleşen kadın, kadınlaşan erkek kadar zevki selimi tırmalar. (Mektupçu Agah)

Sevilen kadın daima haklı çıkar. (Alfred de Musset)

Kadının kötüsü kadar kötü, iyisi kadar da iyi yaratık yoktur. (Euripides)

Her iyi kadın, erkek için mukaddes bir kalkandır. (Halide Edip Adıvar)

Bütün kadınlar sönmektense, yana yana tükenmeyi yeğlerler. (Montherlant)

Kadın kendi başına ne gül goncasıdır, ne de diken. Koklamasını bilirsen gül olur, tutmasını bilmezsen diken. (Refik Halit Karay)

Erkekler, bilgiç kadınlardan nefret ederler. (Tennyson)

Havayı geldiği gibi, rüzgarı estiği gibi, kadını da olduğu gibi kabul edin. (Alfred de Musset)

Fil zinciriyle, at gemiyle, kadın da gönül rızasiyle tutulur. (Şudraka)

Görgüsüz kadın burun tarafı yırtık bir çorap gibi insanı rahatsız edici bir şeydir. (Refik Halid Karay)

Kadın olsun, kitap olsun; cildine aldanma münderacatına bak. (Cenap Şehabettin)

Kadın melektir. Onu şeytan eden erkeklerdir. (İsmail Hakkı Bıçakçızade)

Kadın, erkekten arslan yüreği içinde kuzu itaatı ister. (Cenap Şehabettin)

Blog Konferansı

Benim de yeni haberim yeni oldu. Türkiye Blog Konferansı Yıldız Üniversitesi öğrenci kolu tarafından bugün yapılıyor.

Microsoft Türkiye ana sponsorluğunda gerçekleştirilecek olan Blog Konferansı '07 organizasyonu 6 Kasım 2007 tarihinde Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumunda gerçekleştirilecek

Konferansta ele alınacak konular ve amaçları;
- Türkiye’de Blog ne aşamada, hangi alanlarda kullanıyor?
- Web 2.0 Hakkında bilgilendirme sağlamak
- Başarılı blog örneklerini paylaşmak
- Türkiye’nin en aktif Blog Yazarlarını biraraya getirmek
- Blogların çeşitli sektörlerin geleceğe etkilerini ortaya koymak

Programa baktığımda oldukça iyi bir içeriğe sahip olduğunu düşünüyorum. Ancak ne yazık ki her konuşmacıya 20 dakika ayrılması kötü. Yoksa öğleden sonra işten izin alıp gitmeyi düşünebilirdim. Ama vakti müsait olanlar değerlendirebilir.

Umarım konferans sonrası notları yayınlarlar.

www.blogkonferansi.com

Pazar, Kasım 04, 2007

Günün Sözü

"Kağıda değen kalem, kibritten daha fazla yer yakar"

Ülkü Takvimi hayatımın olmazsa olmazlarındandır. Alamadığım yıl çok önemli bir fırsatı kaçırmış gibi üzülürüm. Onun için son bir kaç senedir, işi daha sıkıya alıp yeni yıla 15-20 gün kala kırtasiyelere sormaya başlıyorum.

İşte bu satırlarda bir kaç gün öncesine ait sayfanın köşesindeydi. Sözü eksiksiz, söyleyeni ile birlikte yazmak için masamın üzerine koymuştum. Bu sabah ortalığı toplarken diğer gereksiz kağıtlarla birlikte buruşturup çöpe atmışım. Hatta yaprağa uzanırken -bu niye gelmiş buraya?- diye geçirdim içimden.

Ülkü Takvimi deyince en çok dedem gelir aklıma -hacıbabam-. Günü gelmeyen yaprakları kaldırıp arkasının okunmasına çok kızardı. Yapraklar kabarır, takvim tombul bir görüntü oluşturur. Ama ben bu gece, bunu hatırlaya hatırlaya sayfaları karıştırdım ama daha çok resimlerine bakmak için.

Bir de dedemin takvime bakıp, "Kasım 150, yaz belli demesini". Yakında Hızır günleri bitiyor. Bu günlerin özelliğini zamanı geldiğinde takvim yaprağından kopya çekip yazarım.

Renkli resimlerini severim bu takvimin, yenileşmeye uyup saman kağıt yerine daha kaliteli kağıda basılıyor artık. Ama resimlerin çoğu hala eski resimler. 70'lerin 80'lerin.

Cuma, Kasım 02, 2007

Facebook Maceralarım

Facebook gerçekten yıllardır görüşmediğiniz izini kaybettiğiniz arkadaşlarınızı bulabilmek için bulunmaz bir fırsat.

İlkokul'dan beri en fazla 1 kez; o da 15 yıl önce görüştüğüm ilkokul arkadaşlarımı buldum. Birinin evli olduğunu biliyordum, diğeri de evlenmiş müzisyenlik yapıyor.

Ortaokul'dan beri görüşmediğim sıra arkadaşım Eminenur beni buldu. Şimdi Denizli'de mecburi hizmetini yapıyor doktor olarak, o da evlenmiş.

İlkokul öğretmenimin İngiltere'de okuyan kızı.

Lise ve ortaokulu okuduğum Fatih Kız Lisesi grubunda, okulumun eski günlerini, hocalarını yad ediyoruz. Bildiklerimizden haber verip, bilmediklerimizi soruyoruz.

Yine okul sıralarından pek çok arkadaşımı gördüm.

Bi de, birileri Topkara soyadına bir kimlik açıp kaç Topkara'yız bu alemde diye sorguluyor.

İlgilendiğiniz üye olabileceğiniz grup alabildiğine çok; ama benim en sevdiğim "Kollarını ve bacaklarını açarak kapıya tırmanan çocuk"

A380 İstanbul'daydı

Dünyanın en büyük uçağı A380'nin kısa Türkiye ziyaretinden hiç bir yerde göremeyeceğiniz kareler :)

Teşekkürler Nihat





Pazar, Ekim 28, 2007

Aşkla Aşk

Yumuşatan insanın kalbini sevmek. Tanrıya duyulan aşk, çocuğa duyulan aşk ve sevgiliye duyulan aşk. Yumuşatıyor kalbini. Birinden biri azalsa sertleşmeye başlıyor ucundan köşesinden. Diğerlerinin varlığıyla hep bir yerler yumuşak oluyor. Ama bazen hayat gelip sertleşen yerlere çarpınca, darbeyi emip şiddetini azaltıp geri gönderemiyor.

Hızla sert bir duvara vurulan top eskisinden daha hızlı geri döner, yumuşak zemine vurulan top ise geri dönecek ivmeyi bile bulamadan olduğu yerde kalır.

25 Ekim'de yazdığım ama yayınlamadığım küçük bir yazım vardı, işte şimdi okudunuz.

Bu sabah Hürriyet Pazar'ı elime alınca Ayşe Arman'ın Mercan Dede ile yaptığı ropörtaj dikkatimi çekti. Tamamını okuduğumda içimde derinlere bir yerlere ulaşan sözlere rastladım. En çok etkileyenler burda ama tamamını okumak için Hürriyet Ayşe Arman'a

Sakın aşksız kalmayın...

"- Bir gün Vezneciler’de bir müzik dükkanının vitrininde bir ney gördüm. Yerden bir gazete parçası bulup camın üzerine koydum, göz kararı ölçülerini aldım. Para pul yok tabii. Gittim bir hırdavatçıdan o boyda plastik su borusu kestirdim ve eve gelip deliklerini açtım. O hayatımdaki ilk neydi. Tam bir buçuk yıl onu üfledim. Bugün hasbelkader bir sürü neyim var ama o ney benim için hálá en değerlisidir. Çünkü hiçbir engelin, aşkın önünde duramayacağının gözle görülür kanıtıdır.

- Dediler ki, "Kubbealtı Cemiyeti’nde her perşembe ney dersi veriliyor." Üç buçuk ay boyunca sürekli gittim. Hakikaten kapısı herkese açık köhne bir oda. İçeriden o kadar güzel ney sesleri geliyordu ki, utandım, içeri giremedim. Sonra bir gece yağmur vardı, çok ıslanmıştım, girmek zorunda kaldım...

...Gazete kağıdına sarılı neyimi çıkardım ve üfledim, kırık dökük üç tane ses, bütün notalar yanlış... Döndü bütün ciddiyetiyle bana dedi ki, "Bu neyi kendiniz mi yaptınız?" "Evet" dedim, "Olağanüstü güzel olmuş, zaten siz de iyi üflüyorsunuz, işin zor kısmı bitmiş. Size gösterebileceğim fazla bir şey yok, ama isterseniz her perşembe buyurun, birlikte üfleyelim." Zarafete bakar mısınız! Bunu o kadar büyük bir ciddiyet ve içtenlikle söyledi ki, o gün gerçekten elimdekinin çok güzel bir ney, kendimin de iyi ney üfleyen biri olduğuma inandım

- Bütün aşkların özü, Tanrı’ya duyulan aşk. Ama aşk, aşktır. Mevláná diyor ki: "Gönlünde aşk olsun da, neye karşı olursa olsun." Yanlış insana duyulan aşk bile, hiç aşık olmamaktan iyidir. Bir kadına ya da bir erkeğe duyduğun aşkla, Tanrı’ya duyduğun aşkı ayırmak mümkün değil. Çok sevdiğin bir insanın gözüne baktığında, onun gözünde gördüğün o ışık, Tanrı’nın yansımasıdır. Kızına duyduğun aşk da, Tanrı aşkının, 2.5 yaşındaki bir kız çocuğu manzarasında şekillenmiş hali. Kuş, ayakkabı, insan, ney... Hiç önemli değil, yeter ki duyduğun aşkın içinde samimiyet olsun...


Sessiz

Artık ne kelimeleri damıtabiliyorum, ne de sözler anlamlı geliyor.

Var sandığın şeylerin bir bir yok olduğunu, sonuna geldim derken daha yolun başında bile olmadığını, aşkı değil aşık olmayı özlediğini, bir şarkının notaları arasına süzülüp onlarla sonsuzda çınlamayı, hayalinin bile uzaklaştığını uzaktan sessizce, tepkisizce seyrediyorsun.

Değişik

Ben bile kendimi hayretle takip ediyorum son günlerde. Hiç huyum olmayan şeyleri yapıyorum.

Dün akşam bir ayda izlemediğim kadar televizyonu, bir gecede izledim. Önce Kanal D'de başlayan Asi, ardından Star'da Takva, o bittikten sonra Hatırla Sevgili'nin sonu ve Beyaz Show'un başı. İçimden bir dürtü onu da seyret, onu da seyret diyordu. Ama bünyem itiraz ediyordu. -ki 2 senedir falan Beyaz Show'u seyretmedim-. Yani en az 5 saat hiç bir şey yapmadan tv seyrettim. Söylerken bile kendimi garipsiyorum.

Gecenin bu saatinde internetteyim.

Ve daha vahimi Facebook'a üye oldum.

Vahimi dediğime bakmayın, kötü bi şi değilmiş. Gerçekten çok uzun süredir görüşmediğiniz arkadaşlarınızla buluşma ortamı yaratıyor, hatta izini kaybettiklerinizi. Yani her araç gibi ne amaçla kullanıldığı iyi yada kötü oluşunu belirliyor.

Şimdilik şikayetçi değilim hatta mutluyum, eski arkadaşlarımla yeniden iletişime geçebildiğim için.

Perşembe, Ekim 25, 2007

Orda Bir Köy Var Uzakta

Güvenli ve hiç bir tehditin olmadığı meydanlarda elde bayrak yürümek, otoyollarda korna çalmak, sıcak evinizde ışık açıp kapatmak neye çözüm? Çok mu korktular? Bu millet birlik olmuş bizi yok edecekler diye nereye kaçacaklarını mı şaşırdılar?

Yapılmasın mı diyorum? Hayır elbette yapılsın. Ama yapılanlar gerçek değil, gerçeklere çözüm hiç değil.

Kim kalkıp burdan oralara gidiyor, otobüslere uçaklara dolup onbinler oralara gidip “evet biz gerçekten burdayız, burası da bizim” diyemiyor. Ama biz alışmışız “orada bir köy var uzakta, gitmesekte görmesekte, orası bizim köyümüz” demeye.

Uzak... Ya başımıza bir şey gelirse...

Zaten bize uzak diye başkaları oralara el uzatma cesaretini gösterebiliyor. Bizim canımız canda ölenler can değil.

Otobüsler toplanıp Anıtkabir’e gidiyor. Çünkü orası yakın, orası güvenli.

Uçak yolculuğu şart. Havayolları 15’e 35’e uçuruyoruz diye hava atıyorlar. İşte şimdi yapsınlar. Güneydoğu’ya sadece maliyetine onbinleri uçursunlar. Onbinleri meydanlarda toplayabilen birlik ruhu, Güneydoğu’da toplasın herkesi. Dosta düşmana lafta değil, gerçekten var olduğumuzu göstersek.

Cuma, Ekim 12, 2007

Bayram

Bayram çocuklarındır en çok. Yeni ayakkabılar, elbiseler, çikolatalar, şekerler, harçlıklar, normal günlere göre büyüklerin daha toleranslı olduğu güzel zamanlar.

Büyüklere en çok tatil.

Hoşuna giden gitmeyen, sevdiğin sevmediğin pek çok kişiyle zoraki gülümseyerek iyi bayramlar dilediğin artık anlamını kaybetmeye başlayan bir şey biraz da. Kalabalık bir sülaleye sahipseniz odanın bir ucundan başlayıp diğer ucuna kadar aynı maskeyle yol aldığınız, bu kimin çocuğu bu kimin kocası diye kafanızda soru işaretlerinin dolaştığı garip bir seramoni. Ben artık çok sıkıldım bu seramoniden. 30 yaşına geldin, kır düzeni kendi programını yap diyebilirsiniz. Ama anne, baba ve aile büyüklerini üzmemek için katlanıyor insan.

Hep bayramların dostluk, samimiyet, kardeşlik güzellik mesajlarıyla kutlandığı pembe mesajlar gerçekten ne kadar samimi?

Ya onlarca kişiye birden gönderilen basmakalıp e-mailler ve smsler... Onlar ne kadar içten?

Yazımın başlığını "iyi bayramlar" diye koymuştum önce, ama yazdıklarıma şöyle bir bakınca karamsar bir yazıya uygun bir başlık olmadığına karar verdim.

Bayramlar güzeldir aslında; ama maneviyatını kaybetmeye başladığını düşünüyorum artık. Ve bu yüzden bana keyif vermiyor.

Oysa sabah 6:30'a kalkıp TRT 1'den yayınlanan Süleymaniye'de Bayram Namazı'nı seyredip huzur dolmuştu içim. Sarılıp kucaklaştık annemle teyzemle kardeşlerimle...

Bayram bayram kaçırmıyim keyfinizi. Ben pek keyif almasam da bu bayramdan siz keyif alırsınız dilerim.

(Bu kadar karamsar olmamın nedeni iznimin sona erip, bayram sonunda işe dönecek olmam da olabilir tabiki, endişelenmeyin benim için ;)

Salı, Ekim 09, 2007

Yeni Başlangıçlara

Sessiz sakin yolunda akarken nehriniz, siz güvenli kayığınızda ağır ağır yol alırsınız. Ama birden bire farklı bir yönde akan nehirde yolculuk teklif edilir. Güvenli sakin kayığında gitmek mi, yoksa yeni ufuklara açılabileceğin hiç bilmediğin başka bir nehre geçmek mi?

Bir hafta önce gündeminizde hiç böyle bir şey yokken, bir anda hayatınız değişebiliyor. Bu hafta her zamanki rutin işlerini yapacak, sıkılacak, -geçmiyor saatler- diyecek, bi akşam buluşacaktık. Rutinde her şey birbirinin aynı sıradan günler yaşayıp gidecekti.

Oysa şimdi; işlerini devretme, masasını toplama, arkadaşlarla vedalaşma, yeni hayatında neler yaşayacağının belirsizliğiyle karnında garip ağrılarla rutin olmayan günler yaşıyor.

Ben değil, Hande.

Bir anda gelişen olaylarla 7 yıldır birlikte çalıştığımız işinden ayrılıyor. Bugün yada yarın son. Neyseki ben işte değilim. Vedaları hiç sevmem; artık aynı yerde çalışmayacak her an bir araya gelip sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, umutlarımızı yüzyüze paylaşamayacak olsak da yine birlikte olacağımız şüphesiz. Öyleyse niye veda? Neye veda?

Ben yıllık iznimin bir bölümünü "Evde Ramazan" konseptinde kulanmak için aylar öncesinden plan yapmıştım. Gel gör ki kader de beni destekleyip ben orda değilken Hande'yi yeni işine uğurluyor.

Herşeyin onun için çok daha iyi olacağına inanıyorum. Ve tabiki Hande hala bizim yazarımız. Yeni ufukları umarım ilk fırsatta onun kelimelerinden okuruz.

Sokak Seri İlanları

Fonksiyonel ve oldukça yaratıcı. Kopar ucundan bir parça. Numara yazmak için kalem kağıt aramaya son.

Pazartesi, Ekim 01, 2007

Şaşkın Balık

Derin denizler şüphesiz ki güzel. Orada da bir yaşam var. -"Atlantis'ten Gelen Adam" dizisini hatırlar bizim kuşak- Onun gibisi de var mı bilinmez ama bazı arkadaşlarımız bu güzellikleri benim gibi fotoğraflardan seyretmek yerine bizzat o yaşama dahil olup fotoğraflarını paylaşıyorlar.

Hakan (blogum vasıtasıyla tanıştığım eski okul, mahalle arkadaşım, aynı zamanda büyüklerimizin de ahbap olduğu yeni arkadaşım); Saroz dalışından fotoğraflarını göndermiş bana. Paylaşmak istedim.

Benim favorim şaşkın balık. Gece kulübünden çıkarken paparazzilere yakalanmış gibi.






Cuma, Eylül 28, 2007

Düşten Gerçeğe

Ramazan düşümü bir anda gerçeğe dönüştürdük dün akşam. Üstelik yazdan kalma akşamda terasta, dolunayla büyülü bir hale gelen İstanbul silueti eşliğinde.

Kalitesi ve servisiyle utandırmadı beni. Herşey zamanında ve mükemmeldi. Geçen sene Liman Lokantası'ndaki başarısız servis için, bütün iftarlarda böyle olabilir tesellimi de çürütmüş oldu.

Herşey o kadar ani oldu ki fotoğraf makinam bile yoktu. Bu eşsiz akşamı görüntülerle paylaşamıyorum. Ama yaşayanlar en güzel hayallerinin arasına koymuştur eminim.

Sessiz Veda

Beklediğim kargo paketini açtığımda; içinden çıkanı elime alıp kendi etrafımda dönerek zıplamak istedim çizgi filmlerdeki gibi.


Geçen akşama uykuyla uyanıklık arasında diğer odada açık olan televizyonda, bir programda çalan Melih Kibar'ın Sessiz Veda melodisi kulağıma geldi. Melih Kibar-Çiğdem Talu anısına yapılan gecenin DVD'sinde defalarca aynı şarkıyı dinlerim. Ama müzik cd'si gibi her yerde dinleyemiyorum. Ertesi gün internette mp3 ünü bulurum diye aramaya başladım. Bir kaç sene önce -ki albüm zaten 2003 yılında çıktı- albümü hiç bir yerde bulamamıştım. Tükenmişti. Onun için de albümü bulmak gibi bir düşüncem hiç yoktu. Zaten pek çok sitede de tükendi notu vardı yanında. Aman tanrım o da ne; idefixe'te satışta. Gerçek olduğuna inanmadım, saniye sektirmeden bitecekmiş gibi hemen siparişi verdim. Ama bir yandan da her an gelebilecek kalmamış yanıtını bekliyorum. Tahsilatınız yapıldı, ürün temin edilmeye çalışılıyor açıklaması her an yaşayabileceğim hayal kırıklığının belirtisi gibiydi.

Hayııııııııııır. Dün sabah -ürün temin edildi kargoda- mesajını okuyunca nasıl sevindiğimi ve öğleden sonra elime ulaşan kargo paketinden albümün çıkmasının, hemen cd sürücüye takıp dinleyebilmenin nasıl mutlu ettiğini anlatamam.

İnsan bir albümden bu kadar çok mutlu olur mu, hadi oldu diyelim. Bi de onun için oturup yazı yazıyorsa normal midir? Hiç umrumda değil anormal de olabilir, olabilirim de. Yeri gelir bir kibrit çöpüne de tutkumu yazarım ben. -kibrit çöpü dedim de; evet öyle bir kibrit var-

Tekrar albüme dönersek; Melih Kibar'ın son albümü yanılmıyorsam. Çiğdem Talu-Melih Kibar aşkını ve kendi aşkınızı en derinden hissedebileceğiniz melodiler var. Hele ki beni harekete geçiren "Sessiz Veda" .

Albüm kartonetinde Melih Kibar'ın "Sessiz Veda" için yorumu

"1975-1983 yılları arasında birlikte nice şarkıya imza attığımız, hiç bir zaman unutmayacağım, kimsenin de unutamayacağı söz yazarı ve yol göstericim Çiğdem Talu'nun vefatından sonra, yıllardır başından kalkmadığım piyanoma giderek daha az oturmaya başlamıştım... Çeşitli sebepleri vardı: Çiğdem Ç'sinin çengelini bile bulamadığım söz yazarları, müzik alemindeki yozlaşma, yaşam koşulları, vs...

Çiğdem'den sonra tek tük olaylar dışında sustum; piyanomla, güncel tabiriyle "geyik yapmak" gibi bir adetim yoktu hiç! Ama 2000'in sonunda duygularım beni öyle bir yere götürdü ki, benim bile inanamadığım o yoğunluğu piyanomla paylaşmak kaçınılmazdı ve bu parça çıktı ortaya. Orkestrasyon aşamasında geldiğimde ise, "yaşamadıklarıma" ve "yaşatılanlara" rağmen güzellikleri engelleyemedim.

Ne mi anlattım? Dinleyince siz anlarsınız! Neden adı "Sessiz Veda"? İnanın ben de bilmiyorum... Bildiğim tek şey bu parçanın "yalnızca benim" olduğu."

Çarşamba, Eylül 26, 2007

Ramazan Düşü

En son 20 Eylül’de güncellenmiş blogum. Onu da Hande yazmış. Yani tembellikten daha sene başında sınıfta kaldım.

Biraz Ramazan’ın da payı var tabiki. Daha çabuk yorulup, daha çabuk uyku moduna geçiyorum, bir şeyler yazmak yerine okumayı daha çok tercih ediyorum. Ve bunlardan düşünmeye fırsatım da kalmadığı için yazacak bir şeyler de geçmiyor içimden.

Dışarıda güzel bir iftar hayali kuruyim hepimiz için. Gerçekleştirebilenler şanslı olsun.

Balat Ottoman’da iftar yemeği. Yemekleri zaten enfestir biliyorum, yaz olsaydı terasında iftar açmanın keyfine doyum olmazdı. Ama bu havada içerde olmak daha akıllıca.

Menüye gelince;

Önce nefis bir çorba ile başlıyoruz,antep peyniri,hurma,tahin pekmez, kaymak, reçel, pastırma, zeytin çeşitlerinden oluşan iftariyeliklerle birlikte çayınızı yudumlarken kaytaz böreği, kuru dolma, sini oruğu ve keşkeğimizin tadına bakıyorsunuz. Günün zeytinyağlısı ardından 4 çeşit kebaptan oluşan nefis bir kebap tabağını peynirli künefe ve güllaçtan oluşan final izliyor. Üstüne kallavi bir Türk kahvesi ,birkaç bardak çay... Afiyet olsun. Limonatamız, ayranımız,kolamız,sodamızla (Balat Ottoman’ın sitesinden kopyaladım)

Yemekten sonra atlayıp taksiye Vefa’ya çıkmak, Vefa Bozacısı’nın karşısındaki kuruyemişçiden leblebi alıp bol tarçınlı boza içmek lazım. Şanslıysanız oturarak yoksa ayakta ama keyifle.

Ertesi gün iş yoksa Direklerarası – Sultanahmet nerde eğlence varsa oraya. İş varsa rota eve doğru çevrilebilir.

Perşembe, Eylül 20, 2007

Eski Foça'dan dönüş...

Hande Yazıyor...

Foça'dan dönüş gerçekten benim için zor oldu. Çünkü hayallerimdeki yeri ve ilerde yaşamak istediğim yeri buldum. İçimden bir ses giderken zaten öyle olduğunu söylüyordu ama ilk önce Göcek’i de test etmem lazım :)
Ufacık bir yer Foça, minicik bir çarşısı var. Hem gelişmiş hem gelişmemiş kendi kültürü içinde kalmış bir yer. Taş evler hiç bozulmadan bugünlere kadar gelmiş. İstanbul’daki gibi denizi doldurup bina dikmemişler. Tam tersi yolu yıkıp denizin tekrar dolmasına izin vermişler. En önemlisi Mc Donalds yok. Seçimimde en önemli kural buydu. Marka fast food olmayacak kasabada. Seneler önce Kayseri’ye gittiğimde hayal kırıklığına uğramıştım. Ben her yerde mantıcı göreceğimi, değişik yapıda evler göreceğimi sanırken beni her köşe başında Burger King ve kocaman bir alışveriş merkezi karşılamıştı. Ama Foça öyle değil işte.

Sabah balıkçı motorlarının pır pır seslerini, tekneyi takip eden martıların seslerini ve balıkçıları dört gözle bekleyen kedilerin miyavlama sesleri ile uyanıyorsunuz. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi ki?

Herkes kendi halinde, belirli bir hayata alışmışlar, sakince yaşıyorlar, vurdumduymaz olmuşlar biraz bu yüzden. Bizi buralarda rahatsız eden şeyler onlar için “aman canım” felsefesinde. Rutin bir hayat evet ama en uzak yere ulaşmak sadece 30 dakika. Niye acele etsinler ki, onlar hayata değil, hayat onlara ayak uyduruyor sanki.

Asortik Krep kaleden bahsetmiş. Çıktık kaleye. Fakat tam çıktığımızda surlarda 3 adam gördük, ellerinde bira vardı. İstanbul’da sur, adam ve bira üçlüsünü görünce ne yapmamız gerekiyorsa orda da onu yaptık. Kaçtık. Daha sonra oranın yerlilerinden birine anlatınca bayağı güldüler bize. İstanbullu olduğunuz her halinizden belli dediler. İşte o an İstanbul’da yaşıyor olmaktan ve insanlara güvensizliğimizden utanç duyduk.

Bunu düşününce aklıma seneler önce okuduğum şu hikaye geldi.

Bir derviş çölde devesiyle ilerliyormuş. Derken ilerde susuzluktan ölmek üzere olan bir adam görmüş. Yanına yanaşmış, suyundan ve yemeğinden vermiş. Adam kendisine gelip dervişe dualar etmeye başlamış. Derviş de ona yola beraber devam edelim, benim yemeğim, suyum, devem var demiş ve yola koyulmuşlar. Gece olmuş, uykuya dalmışlar. Derviş sabah kalkmış bir de ne görsün, devesi, yemekleri, suyu yok. Adam hepsini çalmış. Derviş ne yapsın yola koyulmuş. Susuz, aç çölde yoluna devam ederken birilerine rastlamış. Sormuşlar dervişe niye bu haldesin diye. O da “devem gece kaçmış, yemeğim ve suyum onun üzerindeydi” demiş. Aman Derviş demişler. Biz bir adamla karşılaştık, adam deveyi, yemekleri ve suyu bir dervişten çaldım diye böbürlene böbürlene anlatıyordu, sen niye böyle anlatıyorsun ki demişler. Derviş de şöyle cevap vermiş: “Başıma gelenleri anlatsam bir daha kimse kimseye yardım etmez ki”

Hande

Pazartesi, Eylül 17, 2007

Cin Aliiiiiiiiiiiiiiiiiiii

Ben masumum. Bugün herkes bir olmuş ilkokul yıllarına dönmek istiyor.

Ümit'ten gelen mailden çıkan resimleri görünce başlıktaki gibi bir çığlık çıktı ağzımdan. Konuşurken Cin Ali gibi, Cin Ali bile çizemem deriz ama ben Cin Ali'yi çok uzun yıllardır görmemiştim.

Nasıl özlemişim.

Sanırım bu haftayı ilkokul haftası ilan ediyorum. Hafta boyunca benim okul anılarımdan, resimlerimden bayılabilirsiniz, kusura bakmayın.







Ve benim en sevdiğim. Sanırım kapağı en hareketli ve renkli olan o olduğu için