Cuma, Haziran 30, 2006

İstanbul'da Tatil Devam Ediyor

Tam programlanmamış ama yine de bir kaç müze gezmek amacıyla sokağa attım kendimi 3. tatil günümde...

Ama ilk adımımla birlikte günüm ve ruhum işbirliği içinde kendi kendilerine programı oluşturmaya başladılar. Önce Elif'le sadece aynı tramvayda yolculuk edip görüşebilmek için başlayan birlikteliğimiz; Özlem'in de bize katılmasıyla öğleden sonra bir kaç saati hep birlikte Sultanahmet'te geçirmeye dönüştü.

Sultanahmet Meydanı'nda küçük bir turun ardından yenen keyifli bir yemekten sonra, onların mecburiyetleri nedeniyle ben günüme tek başıma devam ettim. Önce Sultanahmet Camii'nde Elif ve Emin'e cumartesi günü girecekleri KPSS için dua ettim. Ardından da turistçilik oyunum başladı...

Büyük Saray Mozaikleri Müzesi

Sultanahmet Camii'sinin külliyesi olan Arasta Çarşısı'nda bulunan Bizans İmparatorluğu Büyük Sarayı'na ait mozaik döşemelerinin; olduğu yerde sergilendiği bir müze burası. Cam tavanı sayesinde doğal gün ışığı ile aydınlanan mozaiklerin yaşadığını hissedebiliyorsunuz.

M.S. 450-550 yıllarında yapıldığı belirtilen mozaikler; o döneme ait diğer mozaiklerde olduğu gibi dönemin ince işçilik ve zevkini ortaya koyuyor.


Ayasofya Müzesi

Mozaikleri ve heybetli kubbesiyle gerçeküstü bir yapı olduğunu hissettim. Devler ülkesinde cüce gibi kaldığınız mekanın kubbesinin yüksekliği ve büyüklüğü karşısında büyülenip kalıyorsunuz. (yüksekliği 56,60 m; çapı 31,30 m) Restorasyon ve güçlendirme çalışması nedeniyle kubbenin yarısını kapsayacak şekilde kurulan modern iskele yüksekliği ve büyüklüğü daha fazla vurguluyor.


Kıble yönünde yer alan mihrabın hemen üzerindeki duvarda Allah ve Muhammet hatlarıyla işlenmiş vitray camlar ve en üstte yer alan Hz.İsa motifi tüm yolların tek bir yere çıktığını anlatıyor; anlayana.



Kubbeler, sütunlardaki işlemeler, duvardaki mozaikler, üst galeriye çıkmak için döne döne çıkılan rampanın irili ufaklı taşları, İmparatoriçe Locası ve çıkışta Güzel Kapı'da yer alan mozaik. Çok yukarıda olan ve çıkışta arkanızda kalan mozaiği farketmeniz için çıkış kapısı üzerine konan eğik ayna detayı, bu güzelliği farketmenizi sağlıyor.



Ve güvercinler... hiç bir bekçi, hiç bir engel onların tarihin duvarları arasında kendilerine kuytu köşeler bulmasına engel olamıyor.

Haseki Hürrem Sultan Hamamı (Ayasofya Çifte Hamam)

1556'da Kanuni tarafından Mimar Sinan'a Hürrem Sultan için yaptırılmış. Kıskanılmayacak gibi değil.

Ancak şu an içinde döner sermayenin işlettiği bir halı satış mağazasının olması, tarihi güzelliklerin üzerine serilmiş-sergilenen halılar hoş değil bana göre. Mekanın daha çok resmini çekmek istesem de halının olmadığı tek yer olan sadece kubbeyi görüntülemeyi tercih ettim.


Böyle yerlerin doğal şekliyle, ne biliyim türk hamamına özgü eşyalarla dekore edilmesi -en azından bir bölümünün- sürekli suların aktığı yaşayan bir mekan kendini daha güzel ifade edebilirdi diye düşünüyorum.

Müzelerden sonra keyif durağımda kahve molası verdim.

Zaman kavramı, bir yerlere yetişme telaşı olmadan amaçsızca İstanbul'u yaşamak; ağır adımlarla çok düşünmeden ayaklarının götürdüğü yere gitmek özgürlük olsa gerek...

Gülhane Parkı'nı ıhlamur kokuları, kuş cıvıltıları, koca gövdeli yüksek ağaçların arasında bir uçtan diğer uca yürüyüp Setüstü Çay Bahçesi'ne gittim.

Haliç'in Boğaz'la birleştiği, Boğaz'ın Marmara'ya aktığı; Kız Kulesinin yalnızlığında yaramaz çocuklar gibi birbirini kovalayan vapurlar ve gemiler; yanıbaşımda uçan martılar, İstanbul'un sıcak ve nemli havasına inat esen Marmara'nın rüzgarına köpüklü bir kahve eşliğinde kendini bırakmak; keyif bu olsa gerek...



Her zamanki gibi fonda çalan Türk sanat müziği şarkılarından Nalan Altınörs'ün söylediği dilime takılan

"Hıçkırığımı duy da
Esen yellere sor da
Elini kalbine koy da
Gel neredeysen"

Açıklama: Bu yazı çarşamba gününden beri yayınlamak üzere bekliyor. bilmediğim bir nedenden ötürü blogger.com resimleri yüklemiyor. Düzelir düzelmez resimleri ayrıca yükleyeceğim. Şüphesiz resimlerle çok daha çok güzel bir yazı olacaktı :((

Salı, Haziran 27, 2006

İstanbul'da Tatil

Yıllık iznimin bir bölümünü bazı nedenlerden dolayı aniden ve program yapamadan kullanmak ihtiyacı ortaya çıktı. Tatile genelde birlikte çıktığımız ablam da işlerinin yoğunluğu nedeniyle izne çıkmazken; arkadaşlarımın büyük çoğunluğunun evli ve çocuklu yada çalışıyor olması nedeniyle ortak program yapabilmenin imkansızlığı altında İstanbul'da tek başına tatil nasıl geçirilir tecrübe ediyorum.

Tecrübelerimi de paylaşıyım ki; olur da bir gün İstanbul'da tek başınıza tatil geçirmek zorunda kalırsanız faydalanırsınız.

Ve 1. gün... Pazartesi - Park Orman




Havuza girmekten pek hoşlanmasam da; rahatlıkla güneşlenip kendinizi bir tatil köyündeymişcesine hissedebileceğiniz İstanbul'un içindeki tek yer sanırım. Orman'dan içeri adım attığınızda geride bıraktığınız trafik ve şehir karmaşısından çam kokusu, kuş sesleri ve ormana özgü o serinlik sizi kucaklayarak kurtarıyor.

İstanbul'un en büyük yüzme havuzu bildiğim kadarıyla ParkOrman'da. Şenzlongunuza uzanmış, serinleten rüzgar eşliğinde güneşlenirken keyfinize diyecek yok.

Yalnız şu günlerde Maslak civarında süren yol çalışmaları kapıdan dışarı adım attığınızda sizi acı gerçekle yüzyüze getirse de İstanbul'da tatil=ParkOrman diyorum.

2.gün... Yani bugün

Anneyle yapılan keyifli geç bir kahvaltı. Ertelenen bir kaç banka ve dışarı işleri. Blog güncelleme. Evde olmanın tadını çıkarma.

Önümüzdeki günler için de çeşitli programlarım var. Onları da yaptıkça yazmaya devam edicem.

Bu arada Behzat Gerçeker'in cd'sini geçen hafta aldım. Dinlemekten oldukça keyif alıyorum. Hele dün araba kullanırken dinlemek daha bi güzeldi. Favori parçalarım Gidersen Git, Otantik Tango ve Düşler.

Gidersen Git'i biraz da isminden dolayı çok sevdim. Bir umursamazlık, vazgeçmişlik, pes etmişlik var. Ben de "Gidersen Git" diyorum ama o "gidiyorum" demiyor aslında. Ben "gidiyorum" diyorum ama o "Gidersen Git" demiyor. Hatta "gitme, pes etme" diyor. Yani ben yine kendi kendimle uğraşıyorum.

Perşembe, Haziran 22, 2006

Parkorman, K'fest, Candan Erçetin

K'Fest 2006'ya davetiye kazandığımı daha önce yazmıştım. Dün akşam yani yılın en uzun gününü biz de Parkorman'da önce PineClub'da güzel bir yemek yiyip ardından da K'fest bahane Candan Erçetin'i dinleyerek kutladık.

Parkorman'a ilk açıldığı günden beri giderim. Ancak son altı ayda hızlı bir değişim geçirdiğini gördüm. Pine Club aynı lezzetinde ama farklı bir dekorasyonla hizmet vermeye devam ediyor, Yazı Kebap ve Q'Jazz'da açılmış. Havuz aynı havuz ama havuzun hemen yanına kurulan buz pistinin güneşlenme alanını daralttığını ve çirkin çatısıyla görüntü kirliliği oluşturduğunu düşünüyorum.



İlk defa ParkOrman'da bir konser izledim. Mekanın geniş ve ferah olması kalabalığın rahatsız edici taraflarını da yok ettiğinden, 5000 kişi olup olmadığı konusunda bi şey diyemiycem. Ama bi hayli kalabalıktı.

Aslında orada bulunan herkesin amacının tek bir şey olduğu belliydi. Candan Erçetin. Açıklanan programa göre 22:00'de sahneye çıkmasını beklediğimiz Candan Erçetin 23:00'e doğru sahneye çıkıp 1 saatcik te olsa keyifli anlar yaşattı. Çoğunluk eski şarkılarla 25 Temmuz'da Açıkhava'daki konseri öncesinde prova yapmış olduk.

Etkinliğin sponsoru sanırım tencereci Öztiryakiler'di. Girişte herkese K'fest anahtarlıkları ile birer küçük tencere verdiler. Tencere kelimesini okuyunca yanlış bi şey yazdım diye dönüp bi daha okudunuz di mi? Hayır doğru okudunuz tencere. Kapağı olan yaklaşık 6-7 cm çapında bir tencere. Dikkat çekici bir hediye olduğu doğru ama ne işe yarayacağı konusunda düşünüyorum.

Masama koyup içine ataç falan koysam her gören kesin dalga geçer, ya da bozuk paralarımı. Bence içine ne konursa konsun bırak başkasını ben bile her ona uzandığımda gülerim. Gereksiz bir hediye olduğunu düşünüyorum. Ürünleri arasında var mı bilmiyorum ama kaşık gibi daha fonksiyonel bir gereç verebilirlerdi. Ya da benzerlerinin yanında sırıtmayacak daha makul boyutlarda bir tencere :)))))))

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Elektrik Kesintileriyle İlgili Bir Uyarı

Bilgisayarlar artık hayatımızın vazgeçilmez bir parçası, cep telefonları gibi. Onlardan önce nasıl yaşıyorduk, nasıl böyle bizi ele geçirdiler?

Bu sabah işe geldiğimde iki bilgisayarımdan birinin -ana bilgisayarımın- her zamankinin aksine açılmadığını gördüm. Teknik bölüme haber verdim, sıradan bir teknik problem diye düşünürken acı haberi aldım. Hard disk yanmış. Bilgisayarım kapalı olmasına rağmen akşam ki elektrik kesintisinde gerilime maruz kalıp yanmış. Odada ki garip yanık kokusu da böylece anlaşılmış oldu.

İlk müdahalede bilgisayarımdaki hiç bir şeyin kurtarılmadığını öğrendik. Ancak daha donanımlı bir birimde tekrar denenecek.

6 yıldır yaptığım tüm işler, raporlarım, dosyalarım, takip ettiklerim, hazırladıklarım, arşivim, yedeklediğim dosyalar. Her şey ama herşey artık yok. Yani artık hiç bir şeyim yok. Kabus gibi.

Bunları neden anlattım?

Elektrik gidip gelmelerinin çok da önemli problemlere yol açmayacağını düşünürdüm. -Ev yaşantınızda kesintilerde elektronik aletlerin fişini çekin uyarılarını duymuşsunuzdur-

Yani aygıtın kapalı olması bi işe yaramıyor. Çünkü elektrik geldiğinde stand by konumuna geçtiği için, derin darbeye maruz kalabiliyor.

Başınıza hiç bir zaman böyle şeyler gelmemesi dileğiyle

Salı, Haziran 20, 2006

Ben o taşlardan hiç düşmedim

Sular tehlikeli. Kaygan zeminde yürürken kayıp düşmek an meselesi.

Çocukken –ki bazen hala yaparım- kaldırım kenarlarında iki yanı boş sadece bir ayak genişliğindeki taşların üzerinde yürürdük. Bazen koşardık. Sağa sola sendeleyip hep orta denge noktasında kalıp düşmemeyi başarırdık. O günlerin alışkanlığı olsa gerek, düz yolda da tek sıra taşın üzerindeymişcesine yürüdüğümden çocukken az uğraşmadılar benimle :)))))

Büyüdük. Artık kaldırım taşları yerine gerçeklerin, bazen de hayallerimizin, umutlarımızın üzerinde yürüyoruz. Kimi zaman esen rüzgar, yaramaz bir çocuğun gelip bizi itmesi; dengemizi bozup yalpalamamıza, düşme tehlikesi geçirmemize neden olsa da geçmiş tecrübelerimizle toparlayıp yeniden düzeltiyoruz bedenimizi.

Çocukken o kadar çok şeyi öğrenmişiz ki aslında farkında olmadan. Oyunlarımızda, arkadaşlıklarımızda, kavgalarımızda, aşklarımızda o günkü halimizle algılayamayacağımız ama bugünümüzde farkettiğim o kadar çok gerçek varmış ki.

Ben o kaldırım taşlarından hiç düşmedim.

Yaz Şarkıları Geldi

Yazla birlikte yeni albümler de birer birer çıkmaya başladı. Dinlediklerim, keyif aldıklarım ve beni gülümsetenleri sayıyim.

Kenan Doğulu’nun Festival albümünden “Baş Harfi Ben”. Özellikle giriş müziğine bayıldığım şarkı; alıştığımız her şeyi açık açık söyleyen hiç bir anlamı olmayan sıradan sözler yerine eski şarkılarda olduğu gibi gizliden gizliye aşkını itiraf eden; ilkokul yıllarındaki hatıra defterlerimizde kalan akrostişler gibi “ilk harflerine baksana” diyen

“Adı lazım değil, baş harfi ben”

“Birden bire hayatının tümü oldun
Gecelerine gün gibi doğdun
Gidersen biri kırılır çok
Adı lazım değil, baş harfi ben”

Sesine ve yorumuna bayıldığım Işın Karaca’da “Mandalinalar Tezgahta” derken sözlerine anlam yükleyemesem de; şarkılarının keyif verdiğini söyleyebilirim.

Biliyorum Serdar Ortaç’ta albüm çıkarttı. Ama onla nedense yıldızım hiç barışmadı hiç bir şarkısını sevemedim şimdiye kadar. O nedenle de benim listemde yok.

Hiç tarzım olmasa da Ebru Yaşar’ın tesadüfen dinlediğim şarkısının sözleri ise güldürüyor beni.

“Ben senin olmadığın her yerde canım, yeşillenirim
Yeter ki düş yakamdan, kutupta bile güneşlenirim.”

Bir de geçen sabah işe gitmek üzere hazırlanırken sanırım Dream Tv’de farklı bir müzik duydum, oturup sonuna kadar dinledim. Türk müydü yabancı mı, ezgiler bir yandan türk diğer yandan avrupaiydi. Müziğin sonunda Behzat Gerçeker “Düşler” yazdı ekranda. İlk fırsatta yakından ilgileneceğim.

Pazartesi, Haziran 19, 2006

2 kere 2, 4 etmiyor

Artık neden yazmıyorsun, nerelerdesin diye başlayan her yorumu okurken nasıl utandığımı anlatamam. Çünkü ben bu bloga başladığımda temel prensibim başka sitelerde hoşuma gitmeyen şeyleri yapmamaktı. Yani sürekli takip ettiğim bir sitenin günlerce güncellenmemesi, her girdiğimde aynı sayfayla karşılaşmak, son güncelleme tarihinin üzerinden günler geçmiş olması gibi...

Gel gör ki ben de bunu hiç istemesem de yaptım :(((( Çok üzgünüm.

Neden yazmadığıma ilişkin önceki yazımda bi’şeyler anlatmıştım, şimdi biraz daha detay...

Son dönemlerde işimle ilgili bazı belirsizlikler, olumsuzluklar ve sıkıntılar gelecekle ilgili ümitsizliklere ve bıkkınlıklara neden oldu. Papağanımın hastalığı, evde yapmayı düşündüğümüz tadilatların bizim dışımızda nedenlerden ötürü başlayamaması, ufukta bir tatil programının olmaması; çok sevdiğim ama istediğim gibi yaşayamadığım, beklemekten yorulup isyan ettiğim artık başla ya da bit dediğim şeylerin olduğu yerde sayması; havaların kötü gitmesi; dönemsel yaşanan fiziksel ve ruhsal tükenmişlik üst üste gelince...

2 kere 2 her zaman 4 etmiyor.

Genelde sinerji kavramını ifade etmek için olumlu anlamda kullanılsa da, benim gibi olumsuz bir psikolojideyken de 2 kere 2; 5-10-15 ediyor.

Beni yakından tanıyanlar güneş enerjisi ile çalıştığımı bilirler. Geçtiğimiz hafta hiçte Haziran’a yakışmayan soğuk ve yağmurlu günlere denk gelen durumumun; olumsuz etkilerinin nasıl katlanarak bana geri döndüğünü tahmin edebilirsiniz.

En sonunda kendime teşhisi koymak üzereydim. Depresyona girdim. Çünkü tüm belirtiler tutuyordu. Ancak geçen hafta; her ay rutin olarak farklı bir şirketin yeni işe başlayacaklarına yaptığım sunum yanıldığımı bana gösterdi. Son derece neşeli ve keyifli bir şekilde sunumumu yaptım, katılımcıların hepsiyle öylesine pozitif bir iletişim kurdum ki herkes benimle haberleşmek için mail adresimi ve telefonlarımı aldı. Üstelik sadece 45 dakikalık zaman diliminde... Depresyonda olsaydım; böyle bir iletişimi sağlamam mümkün olmazdı.

Bu hafta güneş var. Önümüzdeki günlerde de yaz yazlığını gösterecekmiş. Bu hafta içinde gitmeyi planladığım konser organizasyonları var. Biri Kariyer Net’in düzenlediği K’Fest –Candan Erçetin konser verecek-. Biletlerin satılmadığı sadece kariyer.net üyelerine çekilişle davetiye verildiği organizasyon için, ne talihtir ki hayatımda ilk defa bi çekilişte kazandım. Çarşamba akşamı inşallah Parkorman’dayım. Cuma akşamı da Çubuklu Hayal kahvesinde Levent Yüksel’in konseri var.

Yani yalancı depresyonumdan kurtulmak için yeterli bahanem var.

Cumartesi, Haziran 10, 2006

Edirne - İstanbul, Kına Gecesi-Düğün Manzaraları


Müsaade isteyip gittiğim kına gecesi ve düğün haber ve fotoğraflarıyla döndüm. Kuzenim Gökhan'la gelinimiz Buğçe'nin Edirne'de kına gecesiyle başlayan İstanbul'da nikah ve düğünle devam eden genç bir çiftin fotoromanı diyebiliriz.

3 saatlik araba yolculuğundan sonra ulaştığımız gelin evinden; başından bereket paraları atılırken oğlumuz gelinimizi tutup elinden Meriç nehri kıyısına gidecek konvoyun önündeki arabasına atıp yola çıktı.



Onlarca arabanın eşlik ettiği konvoy, geniş Edirne caddelerinde birbiri ardına dizilmiş lokomotifler gibi keyifle kına gecenin yapılacağı Meriç kıyısındaki Lalezar' a ulaştı. Malum gelinle damadın ortaya çıkmadan önce saatler alan bekleme sürecinde muhteşem manzarayı arkamıza alıp peşpeşe keyifli fotoğraflar çekerek sıkıntılarını gidermeye çalıştık. Çektiğimiz çok eğlenceli fotoğrafları Gökhan'la yayınlamak konusunda aynı fikirde olsak da; gelinimiz aynı fikirde olmadığı için bunlarla yetinmek zorundayız.



Gecenin ilk kısmı Edirne'den İstanbul'daki düğüne katılamayacak misafirler için klasik bir düğün şeklinde geçti. 11'den sonra ise esas amacımız olan kına yakma faslına geçildi. "Yüksek yüksek tepelere" eşliğinde gelin ağlatma çabalarının başarısızlıkla sonuçlandığını başındaki örtüyü kaldırdığımızda gördük. Kına yakma faslından sonra adetleri gereği damat gelini kucağına alıp gidermiş. Gökhan da öncesinde bunu bilmediği ve şaka olduğunu düşünerek Buğçe'yi kucakladığından küçük bir düşürme tehlikesi atlattıysa da; hemen kendini toparlayıp eline geçen fırsatı değerlendirip gelinini kaçırdı.

Bir hafta aradan sonra İstanbul'da bize "ben bu anı daha önce yaşamıştım" dedirtecek şekilde hepimiz giyinmiş; Gökhan damatlıklar içinde halamın evinde buluşup önce gelin almaya gittik, sonra da düğün yaptık.

Ama bu kez fark; bir nikah memurunun onlara kırmızı kaplı bir defter vermesiydi. Yine çok eğlendiğimiz, yorgunluktan gecenin sonunda tükendiğimiz ama sevdiklerimizi sevdikleriyle yeni bir hayata başlarken hep birlikte olabilmenin mutluluğunu yaşadığımız bir andı.

Darısı tüm bekarların, sevenlerin, düğünlere zorla gidenlerin başına...

Çarşamba, Haziran 07, 2006

Ne Desem Ki?

Artık kendimi zorlayıp kısa da olsa bir şeyler yazmak zorunda olduğumun farkındayım.

Neden yazmadığımı merak edip, arayıp, soran, mesaj gönderen herkese teşekkürler. Siz olmasaydınız belki de bu yazmama süreci uzayıp giderdi. İyi ki varsınız.

Çok şükür ki kötü bir şey yok hayatımda. ama neden yazmadığıma verebilecek haklı bir nedenim açıklamam da yok. Pek çok kez tamamen bırakmayı da düşünmedim desem yalan olur. Gel-git'lerdeyim bu aralar galiba. (Başla yada Bit)

Geçenlerde düğün fotoğraflarıyla süslediğim Edirne maceralarımızla ilgili yazıya başladım; ama o da yarım kaldı. Bir kaç gündür de canım papağanımın tüylerinin dökülüp, tüysüz kalması sorununa çare aramaktayım.

Bu dönemde olağan tüy dökümü olmasına rağmen bu sefer derisinin görünür hale gelmesi ciddi bir sorun olduğunu gösteriyor. Ancak sorunun profesyonellerce çözülmesi gerçeğinde de; papağandan anlayan veteriner bulmanın zorluğu ortaya çıkıyor. Herkes kedi ve köpek bakıyor. Papağan diyince de anlamam demiyorlar ama bir iki vitamin verip sizi gönderiyorlar. Benzer hikayelerde yanlış ve eksik müdahale nedeniyle kaybedilen sevgili dostlar oluyor.

Anlıycağınız bir kaç gündür çok üzgünüm, günlerim iyi bir veteriner, ilaçları incelemek, hastalığının tedavi yöntemleriyle ilgili bir şeyler bulmak ve okumakla geçiyor. Bir de akşamları onun kafesi başında ona manevi destek vermekle. Çünkü sorunun kaynağı büyük olasılık stres olduğu için ne kadar çok sevildiğini ve önemsendiğini ona hatırlatmamız lazım. Ki bizim ki kelimenin tam anlamıyla bir sevgi arsızı olduğu için varın durumumu siz düşünün.

Bu sefer çok ara vermeden tekrar yazmaya başlıycağımı ümit ediyorum.