Pazartesi, Ekim 31, 2005

Müziğim

Müzik ruhun gıdasıdır sözü çok kalıplaşmış gibi gelse de insana; gerçekliği tartışılmaz. Bazen kafanızda binlerce düşünce parçacığı birbirine çarparak kendine yol bulmaya çalışırken; siz trafiği nasıl idare edeceğinizi bilemezken duyulan bir müzik sesi herkesin yerini bulmasını sağlar. Soluksuz kaldıktan sonra derin bir nefesle rahatlamak gibi, tüm hücrelerin tazelendiğini hissedersin.

Herkes için farklı bir müzik, farklı bir beste vardır içindeki ritmle denk düşen. Bazen hüzünlü, bazen de çılgınca dans ettiren coşkulu bir şarkı olur.

Tüm haftasonu benim ritmimle buluşan bir albüm dinledim. Her ne kadar tümünü beğendiysem de; programlayıp üst üste defalarca dinlemekten keyif aldığım bir kaç şarkı var. Aşkların en güzeli, Dön diyemedim, Caruso...

Cumartesi, Ekim 29, 2005

Gökkuşağı

Bugün yine yağmur var İstanbul'da. Bir süre daha da buralardaymış gibi görünüyor üstelik. Bütün gün bir açıp bir kapadı hava. Akşam saatlerinde güneş iyice batıya yaklaşmışken güzel bir sağanak yağmur başladı. Mutlaka gökkuşağı çıkmış olmalı dedim. Yanılmadım.

Son zamanlarda hiç bir gökkuşağını kaçırmaz oldum, o da beni yanıltmaz oldu. Her aradığımda onu gökyüzünde beni beklerken buluyorum. Onun orada olduğunu düşündüğüm an her ne yapıyorsam, olduğu gibi bırakıp balkona koşuyorum. Mesela bugün; mutfakta yemek yaparken.

Nadir bulunan güzellikleri bulduğunuzda kaybolmalarına fırsat vermeden tadını çıkarın...

Cuma, Ekim 28, 2005

Kitaplarım

Blog dostları arasında bu sobeleme oyunları; insanın aklında hiç yokken bazı şeyleri durup düşünmesini sağlıyor. Daha önce küçük mutluluklardı, şimdi de kitaplar. Hayatta en sevdiklerim. Kitaplarım benim için gerçekten çok değerli, çizmem, sayfalarını katlamam, kıyamam onlara. Okul dönemlerimde aldığım pazarlama ve ekonomi kitapları tüm dolaplarımı işgal etmiş durumda, diğer kitaplar ise evin muhtelif yerlerinde gruplar halinde hayatlarını sürdürüyorlar. Kitap alma işini özellikle fuarlarda abarttığım için son iki yıldır kitap fuarına gitmiyorum.

En son aldığım kitaplar

Gördüğüme Sevindim (İclal Aydın)
Olmak yada Olmamak (Haldun Dormen)
Oktay Usta’dan Yemek Tarifleri (Annem’e aldım)
Dali/Büyük Paranoyak
Leonarda Da Vinci/Evren Bilimi ve Sanatı
Kırılgan Kadınlar, Kızgın Erkekler ve Hayat (Jülide Sevim)

Kaç kitabım var

Daha önce de söylediğim gibi hiçte az sayılmaz. Bir gün taşınırsam evde ciddi bir boşluk olacağını garanti edebilirim.

En son okumakta olduğum kitap

Bazen aynı anda bir kaç kitap okurum, bazen de sırayla gider birini bitirmeden diğerine başlamam. Sanırım o dönemki konsantrasyonuma bağlı olarak tek bir şeye odaklanamıyorum.

Olmak yada Olmamak (Haldun Dormen)
Hayatla Mücadeleden Yaşama Geçiş (Elvan Demirkan)
Biz İstanbul’lular Böyleyiz/Fener’den Anılar 1906-1922 (Haris Spataris)

En çok etkilendiğim 4 kitap

Satış Teknikleri (Prof. Dr.F. Asuman Yalçın)
–En sevdiğim pazarlama hocalarımdan biri. Kitap hazırlığı sırasında birlikte çalışmış, kitabın pek çok detayıyla ilgilenmiştim. Ayrıca önsözünde bana da bir teşekkür olduğundan benim için çok değerli-

Küçük Şeyler (Üstün Dökmen)

Diana: Portrait of a Princess (Jayne Fincher, Judy Wade)
-Kraliyet fotoğrafçısının objektifinden; bir kadının prenses de olsa yaşadığı mutsuzluğun fotoğrafları. Özellikle de bir davette ağlamaktan şişmiş gözlerle kraliyet görevlerini yerine getirdiği fotoğraf beni çok etkilemişti-

Her kitapta bir şeyler buluyorum kendime göre; beni çok etkileyen yada az etkileyen diye sınıflandırmam bu yüzden pek mümkün değil. Sadece benim için anlamı olanlar desem...

Şimdi sobeleme sırası bende. Adaşım olan yeni blog sahibi huysuz ve tatlı, yorumlarıyla sitemi ihmal etmeyen Ufuk İlter ve blog sahibi olmasa da kitaplarını sizinle paylaşmasını istediğim birisi.

Yusuf'un Kitapları

En son aldığı ve okuduğu kitap
Ermeni Dünyası

Kaç kitabı var
O da sayamayacak kadar çok kitabı olanlardan

En çok etkilendiği 4 kitap

Kızıl Kadırga (Abdullah Ziya Kozanoğlu) "çocuk kitabı, 10 yasında falan okumustum herhalde ama hala etkisini hissederim"

Lanetli Mozaik (Robert Ludlum)

Sevgi Yolu (Leo Buscaglia)

Simyacı

Çarşamba, Ekim 26, 2005

Kişisel Posta Pulu

Hem yaratıcı fikirler üretmek, hem de tanıtım faaliyetlerinde kurumların etkin bir şekilde yararlanabileceği bir hizmet keşfettim. Aslında keşfetmek denemez; haberi okudum ve kendi düşüncelerimle harmanlayıp paylaşmak istedim.

PTT kuruluşunun 165.yılı nedeniyle kişisel pul basım hizmeti vermeye başlamış. Yani artık postada yol alan pullarda resminizin olması için tarihe mal olmanız yada kral, prenses gibi kraliyet ünvanınız olması gerekmiyor. Belirlenen ebatlara ve görüntü kalitesine uygun istediğiniz resmi PTT sizin için basıyor.

Xerox firmasıyla işbirliği yapılarak en az 250 tane pulun dijital baskı ile hazırlanması sağlanıyor. İnternet sitesindeki açıklamalara göre 1 ay içerisinde pullarınız teslim ediliyormuş –kamu kurumuyla iş yaptığınızı unutmamanız için süre bu kadar kısa! tutulmuş olsa gerek-
250-1.000 adet baskı için br fiyat 1,5 ytl ödemeniz gerekiyor.

Hemen pazarlama duyularım harekete geçti. Kampanya görsellerini yada kurumsal kimliğinizi gönderdiğiniz her postaya pul olarak yapıştırabilirsiniz. Fatura ve ekstrelerden başka bir şeyin çıkmadığı posta kutuları da bu bahaneyle şenlenir. Artık posta gönderilerinde pul nadiren kullanılıyor. Ya otomatik damga sistemi yada (P.P.) önceden ödeme sistemine göre basılmış zarflar kullanılıyor. Maliyet açısından özel pul basımı sürekli kullanım için değilse bile; özel dönemler için farklılık yaratmayı sağlayabilir.

Bu pul basma haberi aklıma hoş sürpriz fikirleri de getirdi. Çocuğunuzun doğum haberini dostlara şık bir mektupla ilan edebilir ve pul olarak onun resimlerini kullanabilirsiniz. Aynı şeyi düğün davetiyeleri için düşünüyorum ve ilk yapan olmak isterim. Ama fikrimi beğenip benden önce yapan olursa bir davetiye de bana gönderir umarım. Hem hoş bir anı hem de size özel olması değerli bence.

(Kişiye özel not: Niyetim yoktu ama fotoğraf geciktikçe pul yaptırmak iyi bir fikirmiş gibi geliyor)

Salı, Ekim 25, 2005

Pazarlama

Üniversite eğitimim sırasında hocalarımızın bize ilk öğrettiği şey pazarlama ile satışın asla aynı şey olmadığı ve doğru kelimeyi doğru yerde kullanmamızın ne kadar önemli olduğuydu. Hatta pek çok iş görüşmem sırasında hedeflerimi belirtirken bu farkı vurgulayarak yaptığım açıklamalar; olumsuz sonuçlar almama yol açtıysa da ben pazarlamayı seviyorum.

Bugünlerde medyada “Türkiye’yi pazarlamak” cümlesinin taşıdığı kötü anlamlar!! tartışılıyor. Politika, üzerine yorum yapmayacağım bir alan olduğu için bu konuda bir şey yazmıycam. Ama pazarlama konusunda naçizane bilgilerimle küçük bir şeyler yazmak istiyorum.

Yüzlerce tanımı olan pazarlamanın bence en basit ve kapsamlısı olduğunu düşündüğüm; üretim öncesinden başlayıp satış sonrasına kadar olan tüm faaliyetleri kapsayan bir süreç olduğudur. Dikkat ettiyseniz cümlede pazarlananın ne olduğu geçmiyor. Ürün ve hizmet diye genellenebilir ama dünyaca ünlü bir starın star olması da, sosyal bir hareketin, düşüncenin yada felsefenin taraftar bulup yayılması da göz önüne alındığında –herşey- demek belki daha doğru olur.

Satışa ise bu sürecin takas tarafı diyebiliriz, karşılığında elde edilmek istenenin alındığı. Pazarlama yıllardır ülkemizde kapı kapı gezip satış yapanlara, pazarcılara kısacası gerçek pazarlama dışında herşeye mal edildi.

Günlük yaşantımızın her anında pazarlamaya ilişkin bir şeyler yapıyoruz farkında olmadan. İşe alınmak için yaşadığımız başvuru sürecinde pazarlama olmadığını kim iddia edebilir. Ülkemize daha çok turist çekebilmek için yapılanlar da pazarlama değil mi yoksa?

Pek çoğuna göre bir tek cümle için bu kadar yazmam saçma gelebilir. Ancak herşeyin doğru şekliyle, hak ettiği biçimde kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Adım Yonca ve bana Yaprak denmesinin benim için hiç bir anlamı olmadığı gibi.

Pazartesi, Ekim 24, 2005

Dost Karga

Güneşli bir İstanbul gününde öğlen saatlerimi kırmızı, yeşil ve sarı yapraklara bürünmüş ağaçlar arasında yürüyüş yaparak değerlendirmek istedim. Günlerden pazartesi olmasına rağmen, yemyeşil çam ağaçlarına ya da bahçelerin duvarlarına sarılmış kırmızı sarmaşıklar, sımsıcak güneş, masmavi gökyüzünde beyaz dalgalı bulutlar herşeyi unutturmaya yetiyor insana.

Dönüş yolumda, arkadaşımla birlikte etraftaki renk cümbüşü ve ağaçları incelerken çığlık çığlığa bağıran karga sesleriyle irkildik. Onlarca karga daireler çizerek ve çığlık atarak uçuyorlardı. Anlam veremedim. -Hayırdır inşallah- deyip, anayola indiğimizde taksinin bir kargaya çarptığını ve başka birisi tarafından da yolun kenarına kaldırıldığını öğrendik ve gördük.

Öylece kaldım. Hani şu aptal karga, kara karga, çirkin karga, hırsız karga ama kimsenin söylemediği kaybettikleri arkadaşları için ortalığı birbirine katan dost karga.

Cumartesi, Ekim 22, 2005

Hayatı Kısaltan ve Uzatanlar

Yapacak bir işi olmamak,
Can sıkıntısı,
Agresif-yıkıcı-olumsuz yaklaşımı sürdürmek,
Kazanç ve servet odaklı olmak,
Talihsizlik hallerinde geri çekilmek küsmek,
Depresyonda, içe dönük ve yalnız bir yaşam sürmek,
Doğaya ilgisizlik,
Sağlık bakımına özensiz olmak,
Hırçın, kızgın ve agresif bir ruhsal örgütlenme,
Uykusuzluk; tabi ki yaşam kalitesini düşürüp hayatı kısaltan şeyler.

Ömür uzatan önerilere gelince; en sevdiğim bölüm başlıyor...

Aşık olmak
Yardım etmek
Gülmek, ağlamak
Yeni dostluklar kurmak
Evde hayvan beslemek
Evlenmek
Anne baba olmak, torun bakmak
Fıkra öğrenmek,dinlemek,anlatmak
Coşku ve neşe odaklı olmak
Tatil yapmak
Kendine önem vermek, iyi bakmak
Eğitim düzeyini arttırmak
Olumlu düşünmek, iyimser olmak
"Şimdiyi" yaşamak
Müzik dinlemek
Sevdiklerine daha fazla dokunmak, sarılmak
Daha sık seks yapmak
İç sesine kulak vermek

Yazmak bile keyif verdi...

(Bunları ben uydurmadım Osman Müftüoğlu'dan)

Perşembe, Ekim 20, 2005

Pollyanna'yı Gördünüz Mü?


Küçük yada büyük nedir mutluluk....

Hep büyük şeylerdeymiş aradığımız, çok çabalamak gerekirmiş gibi hırpalıyoruz kendimizi.

Yaşanan en kısa anda bile yüzlerce mutluluk saklı olduğunu farketmeden geçiyoruz ki yaşamdan. Alışkanlık olmuş gibi, sıradanlaşmış gibi yaşayıp geçiyoruz. Belki mutluluk oyunu oynamak benimkisi; oynamayı becerebiliyor muyum ondan da emin değilim ya. Denemeye çalışıyorum en azından, ahkam kesmek değil yapmaya çalıştığım. Kendi mutluluk hesabımın bilançosunda karda çıkmaya çalışıyorum aslında.

Mutluluğun peşinde koşmaktan ne zaman konu açılsa nerden okuduğumu yada duyduğumu hatırlamadığım şu hikaye gelir aklıma.

"Yavru bir kedi sürekli kuyruğunu yakalamaya çalışarak kendi etrafında dönüyormuş. Halini gören yaşlı kedi ne yaptığını sorduğunda; mutluluğun kuyruğunu yakalamakta olduğunu öğrendiğini bu yüzden kuyruğunu yakalamaya çalıştığını söylemiş.

Yaşlı kedi, kuyruğunu yani mutluluğu yakalamaya çalıştıkça kendisinden kaçacağını ama yoluna sakince devam ettiğinde kuyruğunun -mutluluğun- kendiliğinden peşinden geleceğini söylemiş"

Diğer bir hikayeyi de Yavuz anlatmıştı;

"Bi takım insanlar insanlığa kötülük etmek için bişey yapmaya karar vermişler. Ne yapalım ne yapalım diye düşünürken birisi buldum demiş. Mutluluğu saklayalım kimse bulamasın. Nereye saklayacaklarını düşünürken birisi yine buldum demiş: İnsanlarin içine saklayalım, oraya bakmak kimsenin aklına gelmez demiş..."

(Açıklama: Pollyanna bu yazının neresinde diye sorarsanız... YOK. Ama bu yazıyı yazarken omuzuma oturup kulağıma bir şeyler fısıldadığından şüpheleniyorum.)

Diplomasi Böyle Bi'şeymiş

Adamın biri Afrika'da safariye çıkarken yanına minik köpeğini de almış. Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp, kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor.

"Şimdi başım dertte" diye düşünmüş minik köpek. Etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yere dönerek kemikleri kemirmeye başlamış, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş;

"Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?"

Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanmış.

''Tam zamanında kurtardım yoksa bu köpeğe yem olacaktım"diye düşünmüş.

Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş. Bildiklerini kullanarak bundan sonra leopardan kurtulabileceğini düşünmüş leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış...

Leopar çok sinirlenmiş ve maymuna "Atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım"demiş.

Ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş. "Şimdi ne yapacağım"diye düşünürken, kaçmaya teşebbüs etmemiş. Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek, kemikleri kemirmeye devam etmiş.

Tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmuş;

" Bu aptal maymun nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim hala haber yok ! "

(maille gelenlerden)

Salı, Ekim 18, 2005

Mutluluk Oyunu


Uyandığımda her sabahkinden farklı bir aydınlık vardı odanın içinde. Evde hiç bir ışık yanmıyordu; yatmadan önce gözgöze geldiğim dolunay çoktan gitmiş olmalıydı. Gökyüzüne baktığımda gri bulutların son zamanlarda hep olduğu gibi yerinde durduğunu görünce ışığın kaynağını aramaya başladım. Bir yerlerde saklanan güneş karşı evin penceresinden yansıyarak tekrar odanın içini dolduruyordu. Ama yansıması değil, kendisinin peşine düştüm. Önce perdeleri açtım, yok. Camdan baktım yine yok. Küçük bir hareketle başımı çevirdiğimde evlerin ve bulutların arasında yükselen kocaman bakır rengi ateşten topu gördüm.

Evet güneşli güzel bir gün diye düşünürken; sokağa çıktığımda şiddetli yağmur, gök gürültüsü ve şimşekler heyecanımı yok etti. Böyle havaları seven var mıdır diye düşündüm. Günümü evde film seyredip, tembellik yapma hakkımı kullanarak geçirebilecek olsam sevebilirdim belki.

Tıpkı şiddetli yağan yağmurda bir şemsiyenin altında olduğum için mutlu olduğum gibi.

Dolunayın doğuşunu seyrederken yada gecenin karanlığında etrafı gün gibi aydınlatıp gecede gölgeler oluşturmasını sevdiğim ay gibi.

(Resim İstanbul Fotoğrafları Hakan İlban'a ait)

Pazar, Ekim 16, 2005

El Kuklaları


Çocuklarla vakit geçirmenin en büyük zevklerimden biri olduğunu daha önce yazmıştım. Ne zamanki çocukların bulunduğu bir ortamda beni bulmak isteseler fazla aramalarına gerek kalmıyor.

Doğal olarak oyuncaklarla da çok ilgili olduğum için; oyuncakçı ziyaretleri benim için kaçınılmaz oluyor. Hafta sonu böyle bir oyuncakçı keşfettim. Teknolojik oyuncakların yanısıra; -bence- çocukların yaratıcılıklarını geliştirici klasik oyuncakların da olduğu bir yerdi. Çeşitli tahta oyuncaklar, tahta arabalar ve de kuklalar. Bir süredir el kuklası arıyordum oyuncakçılarda, ama ne yazık ki yeni nesil oyuncakların yanında pek talepleri olmadığını söylüyorlardı.

Artık kendim için oyuncak yaşını biraz aştığımdan beğendiğim oyuncakları kuzenlerimin çocuklarına hediye etmek en büyük zevkim. Haftasonu oyuncak çuvalımdan tahta bir araba ve kuklalar çıktı.

İlkokul 5'e giden Mert ve Hamdi kuklaları görünce ve ben onlardan akşam için bize bir gösteri yapmalarını istediğimde günün geri kalanını kafa kafaya verip senaryo yazmakla geçirdiler. Göz önünde olmaktan hiçte hoşlanmayan bu ikili perdenin altından kuklalarını öyle bir zevkle konuşturdular ki; bundan sonraki gösterileri için planlar kurmaya bile başladılar.

Çocukların yaratıcılıklarını geliştirmek için daha az bilgisayar ve daha basit oyuncaklar sanırım en güzeli.

Bu arada bizim ikili kuklalarını çeşitlendirmek ve yeni temsiller için benim yazı desteğimi bekliyorlar. Yakında bir kukla tiyatrosu açarsak hiç şaşırmam.

Çarşamba, Ekim 12, 2005

Kapkaç'a Dikkat

Kapkaç haberlerini gazete ve televizyonda sık sık görüyoruz. Dikkatli olmak gerektiğine katılıp; en fazla bir gün daha dikkatli hareket edip; sonra yine unutuyoruz.

Bu sabah ana caddede servis beklerken önümden geçen bir kadının sadece bir dakika sonra çığlığını duydum. 100 metre ilerdeydi yanında bir araba duruyordu ve hareket etmek üzereydi. Önce arabanın kadına çarptığını düşündüm ama ayakta duruyordu; sonra sarkıntılık edildiğini düşündüm ve en son aklıma çantasını aldıkları geldi. Ve araba hızla gitti. O öylece kala kaldı. Yapacak hiç bir şey yok. Araba gitti; çanta da.

Olayı ben yaşamışcasına etkilendim ama tabiki hissettiklerim çantası çalınan kişiyle aynı olamaz. Bu olay benim başıma da gelebilirdi. Yolda yürürken kısa bir an bir araba yanınızda duruyor; elinizdeki çantanızı alıyor ve siz ne olduğunu anlamadan o gidiyor. Çantanın içinde ne olduğundan çok böyle bir şeyi yaşamış olmak insanı şok ediyor.

Böyle bir şeyi yaşamamak için çantanın asla yol tarafında ve elde taşınmaması gerektiğini bu olayla bir kez daha gördüm. Bir de aniden yanınızda duran arabalardan şüphe edin.

Ve ben insanların nasıl bu kadar kötü olabildiklerini anlayamıyorum...

Salı, Ekim 11, 2005

Sonbaharın Yaptıkları


Daha önce de yazmıştım; bugünlerde mutsuz ve üzgün yazılar yazarsam suçlusu ben değilim diye...

Suçsuz olduğuma dair elime güçlü bir kanıt geçti.

“Mevsim değişiklikleri vücudun fiziksel ve ruhsal yapısını yakından etkiliyor. Bu aylarda yorgunluk, halsizlik, depresyon gibi şikayetlerin artığını belirten uzmanlar bu şikayetler için sporu ve sağlıklı beslenmeyi öneriyor. Kadınların bu dönemden erkeklere oranla daha fazla etkilendiğini belirten Memorial Hastanesi Suadiye Polikliniği İç Hastalıkları Bölümünden Uzm. Dr. Soner Dileklen, güneşin ve sıcak havanın etkisini yitirmesiyle şikayetlerin artığını söyledi: "Sonbahar mevsimi insanlara birkaç yönden etki ediyor. Bunlardan ilki termal etkidir. Bu etki ısı değişimleri ve nem oranlarında ani azalmalar nedeniyle yaşanıyor. İkinci etki ise psikolojik etkidir. Güneş ve ısı insana mutlulukla huzur veriyor. Sonbaharın gelmesiyle birlikte havalar soğumaya başladığı için kişilerde depresif bir ruh hali ortaya çıkabiliyor. Böylece son baharın gelişiyle birlikte kişilerde; halsizlik, uykusuzluk, yorgunluk gibi şikayetler artıyor. Kadınların psikolojik ve hormonel dengeleri erkeklere göre daha hassas olduğu için kadınlar bu dönemlerden erkeklere oranla daha fazla etkileniyor."

"Yorgunluk, halsizlik ve depresyon şikayetleri olan kişilerde konsantrasyonu artırıcı ve motivasyonu güçlendirici spor faaliyetlerine ve hobilere önem verilmesi büyük fayda sağlayacaktır. Genellikle hafif sporlara; balık tutma, avcılık, yürüyüş gibi faaliyetlere öncelik verilmelidir. Bu tür rahatsızlıkların kronikleşmesi beklenen bir durum değildir. Ancak depresyon geçiştirilemezse ilerleyebilir ve tedavisi güçleşebilir. Bu nedenle gerekli görüldüğü durumlarda bir uzmandan yardım istenmelidir. Bu mevsimde ortaya çıkan mide rahatsızlıklarının ilaçla tedavisi gereklidir. Aynı zamanda bu dönemde bağışıklık sisteminin bozulması nedeniyle solunum yolu enfeksiyonları sık sık görülmektedir. Bu yüzden bu aylarda özellikle vitamin takviyesi yapılmalıdır."



Ben her sene sonbaharın gelişini hüzünle karşılaşırım; sarı yapraklardan neredeyse görünmeyen yollarda yürümek, ağaçlardan düşen dikenli kabuklarından kurtulup serbest kalan irili ufaklı at kestaneleri, kırmızıya dönen ve yeşil bir ağaca dolanarak inanılmaz bir görüntü oluşturan sarmaşıkları görmek beni mutlu etse de...
Günün büyük bir kısmını kapalı mekanlarda geçirme zorunluluğu nedeniyle; mutsuzluk kaçınılmaz oluyor.

Bu durumdan kurtulmak için önerim; sevdiklerimizle daha fazla vakit geçirmek, sonbaharın keyifli olduğu yollarda yürümek, burcu’nun pastalarından yemek, her fırsatta çiçekleri koklamak –bu mevsimde onlardan da pek kalmıyor galiba-, komedi filmleri seyretmek ve soğuk havaya inat açık havada yemek yemek ‘tercihen boğaz’ (gerekli tedbirleri aldıktan sonra uygulamanızı öneririm)

Ya da en iyisi; eğer hala gitmemiş bir göçmen kuş kafilesi yakalayabilirseniz onlarla birlikte güneye gidin. Şaka bir yana bir kaç hafta öncesine kadar ciddi ciddi düşünmedim değil.

Cuma, Ekim 07, 2005

İyi Ramazanlar

Çoğunlukla ne yazacağımı servisle işe gelirken yada giderken yolda düşünürüm. Son bir kaç gündür de yoğunluğum nedeniyle pek bir şey yazamadığım için suçluluk duymaya başlamıştım. Sonra farkettim ki; Ramazan başlayalı kaç gün olmuş ve ben hala bu konuda hiç bir şey yazmamışım.



Nerede o eski ramazanlar diye başlamıycam, çünkü nereye baksanız bu kalıplaşmış cümleyi görebilir, duyabilirsiniz.

Eskiyi; direklerarası, kantolar, panayır yerleri, cambazları ve diğer bahsedilenleri hiç görmediğim için yokluklarını da hissetmiyorum. Ama olsa güzel olurdu gibi geliyor.

Şimdilerde yaşadığımız ramazanlar; özellikle İstanbul trafiğinde yolda açılan oruçlar, restoranların mütevazi sayılmayacak gösterişli iftar menüleri, bahşiş zamanı sokakların çınladığı ama sahurda nedense sesleri duyulamayan davulcular, büyük küçük tüm marketlerin alışveriş merkezlerinin ramazan promosyonları, kilo almadan nasıl ramazan bitirilir diyetleri, maillerde ramazana özgü resim ve yazılar, internet portallarının ramazana özel tasarımları ve sayfaları, bayramda kaç gün tatil nereye kaçsak planlarıyla hızla yaşanıp biten bir şenlik.

Ekonomik hayatın bir yandan canlandığı diğer yandan rehavete girdiği bu bir ayda; özellikle gazetelerin reklam gelirlerinin düştüğünü dünkü Hürriyet gazetesinde Mehmet Y. Yılmaz’ın Uyuyarak Oruç Tutulur Mu? yazısında farkettim. Özetle gazetemize reklam verin diyordu.


Resimler, maillerden gelen ramazana özel hoş espriler olduğu için paylaşmak istedim.

Çarşamba, Ekim 05, 2005

Güzel Haberler


Terfi ettim...
Uzun süredir çalıştığım şirketimde Eylül ayı itibariyle terfi etmiş bulunuyorum. Mesajları ve telefonlarıyla mutluluğumu paylaşan herkese teşekkürler. Özellikle de İzmir'den gönderilen güzel güller için bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.

Paylaştıkça üzüntüler azalır; mutluluklarsa çoğalırmış derlerdi de inanmazdım. Üzüntülerini pek paylaşmayan birisi olarak, mutluluklarımı bundan sonra daha çok paylaşmaya karar verdim.

Bebekler geliyor...
Ben değil -evli bile değilim-. Kısa sayılmayacak bir süredir kendisinden bebek haberi beklediğimiz çok yakın bir arkadaşım hamile. Üstelik ikiz. İnşallah Mart gibi doğum müjdelerini de veririm.

Bebek geliyor...
Bir tane de tek bebek geliyor. O da sevgili kuzenimin, ikinci kez baba oluyor.

Karanlık ve yağmurlu sonbahar günlerinde böyle gülümseyebilmek güzel, gülümsetenler de...