Çarşamba, Ağustos 31, 2005

Branded Brand

Bilginin sınırsız paylaşıldığı günümüz ekonomisinde; tüketiciler neyi ne şekilde istediğini çok iyi biliyor. Piyasa koşullarında var olabilmek için; mal yada hizmetin iyi olması ön koşul. Rekabet edebilmek içinse iyinin iyisi olmak.

Bu amaçla farklılaşmaya giden yolda yeni bir yaklaşım da “branded brand”. Markalanmış marka olarak tercüme edilebilir. En basit anlatımıyla marka bir ürünün oluşumunda kullanılan bir unsurun başka markalı bir ürün kullanılarak tamamlanması ve bunun pazarlama faaliyetlerinde vurgulanmasıdır.

En yakın örneği bir kaç gündür televizyonlarda reklamlarını seyrettiğim Nokia’nın yeni telefonu N90. Reklamın son sahnesinde Zeiss logosunu gördüm ekranda. Bugün araştırdığımdaysa; telefonun –sadece telefon diyerek N90’a haksızlık ettiğimin farkındayım-flaş ve lensinde Carl Zeiss markasının kullanıldığını öğrendim. Carl Zeiss Sony’nin en iyi dijital makinalarında kullandığı lens markası. İşte branded brand bir uygulama.



Dünyadan örnekleri çoğaltmak mümkün. Bir numaralı kristal üreticisi Swarovski’nin cep telefonundan Mp3’e kadar pek çok marka üründe kullanılması artık “Crystallized with Swarovski” etiketiyle ürünlerde öne çıkarılıyor. Büyük otomobil markalarının iPod ilave edilmiş modelleri; lüks otellerin bazı odalarının başka markalar tarafından dekore edilerek; o isimle sunulmaları; Philips/Nike Mp3 player’ı gibi.

Türkiye’ye baktığımda global markaların dışında. Fıratpen pencerelerin, aksesuar ve metal aksamlarında Alman şirketi Winkhouse ürünlerinin kullanılması; reklamlarda bunun vurgulanması örnek olabilir diye düşünüyorum. Türk Hava Yolları’nın yıllardır uçuş mürettabatının kostümlerini Vakko’nun hazırlaması diğer bir örnek olabilir.

Aklınıza gelen başka örnekler varsa siz de yazın.

Miraç Kandili

Geçen kandilde de yazdığım gibi bugün Miraç Kandili.

Miraç Arapça'da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. îslam'da Hz. Peygamber' in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesini ifade eder. Mi'rac gecesi; Yüce Allah'ın sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'e büyük hakikatlerin İlâhi sırlarını gösterdiği, vasıtaları kaldırarak İlâhi vahye muhatap kıldığı, kendi âyâtını ve kâinâtın sırlarını seyrettirdiği, mü'minlere beş vakit namazın farz kılındığı ve biz müslümanlar için de İlâhi lütuflarla dolu olan bir gecedir.

Bu gecenin herkes için hayırlı geçmesini dilerim.

İyi Kandiller...

Salı, Ağustos 30, 2005

4.Sponsorluk Konferansı

Gazetede 4. Sponsorluk Konferansı'nın Sosyal Sorumluluk başlığı altında yapılacağını okuduğumda; 9 sene önce Satış Yönetimi'nde okurken hazırladığım Sosyal Faaliyet Sponsorluğu ödevimizi hatırladım.

Çok sevdiğim hocam Füsun Sezer'in Halkla İlişkiler dersinde her grup bir konu seçmişti. Ben ve arkadaşlarım da Sosyal Faaliyet Sponsorluğu'nu. Aylar süren çalışma hem bizi hem de hocamızı oldukça tatmin etmişti. O dönemde Sana'nın Çocuk Felci'yle savaş için Ulusal Aşı Günleri'ne destek vermesi ve Avon'un Meme Kanseri'yle mücadelesinde sattığı rozetlerin geliri ile üniversite hastanelerine mamografi cihazı almasını örnek olay olarak incelemiştik.

Çocuk felcine neden olan sevimsiz virüsün polio gibi oldukça sevimli bir ismi olduğunu; göğüs kanseri ile meme kanserinin birbirinden çok farklı şeyler olduğunu ve doğrusunun kullanılması gerektiği gibi küçük detayları da bu sayede öğrenmiştik.

Günümüzde Sosyal Sorumluluk sponsorlukları gittikçe artıyor. Bir yandan bu tür faaliyetlerin eskiye göre daha fazla destek bulması güzel. Diğer yandan da böyle faaliyetlere daha çok ihtiyaç duyuyor olmamız kötü.

Konferansa kayıt sırasında ödenen ücretin %10'u da çeşitli medya kuruluşlarının desteklediği Sosyal Sorumluluk projelerine aktarılacak. Hangi projeye aktarılmasını istediğinizi kayıt sırasında seçebiliyorsunuz. Gerçekten konferansın vizyonuyla misyonunun birbirini ne kadar iyi tamamladığına güzel bir örnek.

Konferans programı hakkında detay için www.sponsorluk.com adresini ziyaret edebilirsiniz.

Pazartesi, Ağustos 29, 2005

10 Küçük Mutluluk

Pastacı arkadaşım Burcu'nun isteği üzerine ben de küçük mutluluklarımı sizle paylaşıyorum. Henüz blog camiasından pek tanıdığım olmadığı için ben de yazılarını severek okuduğum Limoni'yi bu zincire eklemek istedim.

Ancak küçük mutluluklarınızı yazmak için blog sahibi olmak gerekmiyor. Yazımın altındaki comments linkine tıkladığınızda açılan sayfada Anonymous seçeneğini işaretleyerek mutluluklarınızı yazıp login and publish'e basmanız yeterli. Mutluluklarımızı paylaşalım derim.

İşte benim mutluluklarım...

1. Baharda çiçek açan ağaçlar, özellikle Boğaz'daki erguvanlar
2. Mutlu olduğum anlarda bunun farkına varıp yaşadığım ana şükredebilmek
3. Yazmak; bir süredir yazılarımı paylaşabildiğim bir sayfamın olması
4. Bir çocuğun neşesini, oyunlarını paylaşmak, onu mutlu edebilmek
5. Sevdiğim bir şarkının radyoyu açtığımda çalmaya başlaması
6. Sıcakta rüzgarın serinliğini, soğukta güneşin sıcaklığını hissetmek
7. Sessizliği dinlemek
8. Beklediğim ama beklemekten yorulup vazgeçtiğim telefonun gelmesi
9. Bir bebeğin kollarımda uykuya dalması
10. ...

Evlilik Nedir?

Siz birliktelik için doğmuşsunuz.
Ölüm meleğinin beyaz kanatları sizi ayırana kadar ayrılmayacaksınız.
Allah'ın sessiz tanıklığında bile beraber olacaksınız,
Ama birlikteliğinizde mesafeler bırakın.
Bırakın ki, cennetin rüzgarları aranızda dans edebilsin.
Birbirinizi sevin ama, aşk tutsaklığı istemeyin.
Bırakın aşk, ruhunuzun kıyılarına vuran dalgalar gibi olsun.
Birbirinizin bardağını doldurun ama aynı bardaktan içmeyin.
Birbirinize ekmeğinizden verin ama aynı somundan ısırmayın.
Birlikte şarkı söyleyin;
Lakin birbirinizi yalnız bırakmayı da bilin.
Sazın telleri de yalnızdır ama,
Armoni içinde aynı melodiyi seslendirir.
Birbirinize kalbinizi verin, ama karşılıklı kilitleyip saklamak için değil!
Sadece hayatın eli o kalbi saklar.
Birlikte durun, ama yapışmayın;
Tapınakların sütunları da bitişik değildir!

Ve unutmayın;

Meşe ile çınar birbirlerinin gölgesinde büyümezler...


(Yine maillerden gelen ve beğendiğim; paylaşmak istediğim bir yazı.)

Cuma, Ağustos 26, 2005

Maria'nın Bahçesi


Küçükyalı sahilinde yanyana sıralanmış pek çok restoranın bulunduğu bir alanda neonlarla yazılmış Maria'nın Bahçesi "Ege'nin Gurmesi" yazısı hemen dikkatinizi çekecektir. (Tabi gece giderseniz)

Şık bir bahçe kapısından içeri girdiğinizde gördüğünüz manzara karşısında birden rahatladığınızı bütün sıkıntıları, girdiğiniz bahçenin dışında bıraktığınızı hissediyorsunuz. Yeşillikler içinde ahşap masa ve sandalyeler; masalarda yanan gaz lambaları ve fesleğen saksıları; yanınızdaki duvarın üzerinde sıralanmış içi dolu bir sürü kavanoz ve de canlı müzik. Son derece ince düşünülmüş açtığınızda mis gibi deterjan kokan turuncu peçeteler. (pazarlamada da kullanılan; renklerin psikolojik etkisine göre turuncu iştah açıcıdır)

Yemeklere gelince; oldukça zengin bir ege mutfağı ile karşı karşıyasınız. Seçim yapmakta zorlanıyorsunuz. Şimdiye kadar hakkında çok şey duyduğum; ama hiç tatmadığım kabak çiçeği dolmasını da orada deneyebildim. Bana göre oldukça güzeldi. Ama ben de bu yemeği tatma arzusu uyandıran kişi denedikten sonra onun yorumlarını aktarmak daha doğru olur diye düşünüyorum.

Servis ve ilgi mükemmeldi. İstemenize gerek kalmadan herşey önünüzde. Pek çok restoranda karşılaştığım sıkıcı servis elemanları yerine; mesafeli ama esprili tavırlarıyla yemeğinize lezzet katan bir hizmet alıyorsunuz.

Tatlı servisinde doğum tarihinizi de yazdığınız küçük bir anket formunu doldurmak böylesi bir ortamda hiç de sıkıcı gelmiyor.

Haftasonları brunchta var. Önümüzdeki günlerde Maria'nın Bahçesi'nin tüm imkanlarını deneyeceğimi düşünüyorum. Size de tavsiye ederim...

Perşembe, Ağustos 25, 2005

Sevgilerde

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı.

Behçet Necatigil

Çok sevdiğim şiirlerden biridir... Paylaşmak istedim...

Biliyorum pek çok kişi bu şiiri üstüne alınacak. Çünkü sadece sevgiyi değil hayatımızdaki pek çok şeyi daha geniş vakitlerde yaşamak üzere erteliyoruz.

Nereye kadar; ne zamana kadar?

Yanıtı kendinize verin. Tatmin ediyorsa erteleyin...

(küçük bir hatırlatma; yaşadığınızdan gerçekten emin olduğunuz-olabileceğiniz tek an şimdi)

Çarşamba, Ağustos 24, 2005

Yavaşlayın

Sürat bağımlılarının yarışa kilitlendiği saatlerde biz bir belgesel çekimi için Hacıbektaş yolundaydık.

***
Halen müze olan yapının "Çilehane" kapısına gelince mihmandarımız, Hacıbektaş-ı Veli'nin bu boş ve loş odada, ancak ölmeyecek kadar yiyip içerek 40 gün halvete çekildiğini anlattı.
İçeri gireni saygıya zorlayan alçak kapının eşiğinde başımı eğip hücreyi andıran odaya girdim. İçerisi ıssız ve sessizdi. Karanlığı, üstteki minik pencereden sızan bir dirhem ışık kırıyordu.
Sükûnetin koynunda bir süre iç sesimi dinledim.
"Gürültüye" dayanamayarak çıktım.
Korkarım çoğumuz, bu ruhani gürültüden kaçmak için atıyoruz kendimizi dünyevi gürültünün kucağına...

***
Belki de ondandır hıza bunca sevdalanmamız...
Daracık bir odada, sessizliğin tufanında, kendimizle baş başa, samimi bir tefekkürün çilesini göze alamadığımız için sahte telaşlar uydururuz.
Durursak net göreceğimiz dertler koşarken silikleşir; unuturuz.
Tatilde bile bileğinde saatten bir kelepçeyle dolaşmanın, gecikme telaşıyla ha babam saniyeleri saymanın, birkaç dakika boş geçti mi hayatı ıskaladım sanmanın, her dakika bir faaliyet yaratacağım diye huysuzlanmanın, hayat sona yaklaştıkça dinginleşeceğine daha da hızlanmanın, iç sesi bastıran dış gürültüden haz almanın, evde televizyon sesi olmadan bir dakika bile duramamanın temelinde bu umarsız çaba vardır:
Unutmak...

***
Yavaşlayın;
Hatırladığınızı, sorguladığınızı, derinleştiğinizi, rahatladığınızı göreceksiniz.
Korkmayın;
Bu halinizi daha çok seveceksiniz.

CAN DÜNDAR

Yazının tamamı için http://www.milliyet.com/2005/08/23/yazar/dundar.html

Deniz Kabukları


Çocukken çokoprens paketlerinin dışı elinizde yaldızlı simler bırakırdı. Şimdilerde ambalaj teknolojisindeki gelişmelere bağlı olarak maalesef bu simler artık yok.

Ben ilkokul 1'deyken yaz tatilimizi Rize'de geçirmiştik. Limanda çok güzel ve kocaman deniz kabukları vardı. Kulağınıza dayadığınızda denizin sesini duyduğunuzu iddia ettikleri... Bir gün kuzenlerimle birlikte en güzel ve en büyüklerini özenle topladıktan sonra evin önünde kendimize küçük bir tezgah açtık. Yukarı köylere çıkan araba yolu evin önünden geçtiği için iyi bir satış yeri olduğunu düşünmüştük. İlerleyen saatlere rağmen hiç satış yapamamıştık. Alternatifler düşünmeye başladığımız sırada çokoprens paketleri geldi aklımıza. Deniz kabuklarının dışını bu paketlerle ovalayarak görüntüsünü daha çekici hale getirdik. Böylece bir kaç tane satmayı başardık. Denizden sadece bir kaç metre uzakta sattığımız deniz kabuklarını almalarının sebebi bizim çocuk hevesimizi kırmamaktı büyük olasılıkla.

Gün sonunda elimizde kalan kabukları; daha sonra içinde böcek oluşabileceği nedeniyle eve bile sokamamıştık.

Ama çocuk heyecanıyla bize göre çok eğlenceli bir gün geçirmiştik

Salı, Ağustos 23, 2005

Binalar ve Engeller

Yıllardır aynı yerde duran önünden geçtiğiniz kocaman bir bina...

Bir gün gelir yıkılır; arkasından şimdiye kadar hiç görmediğiniz başka bir bina çıkar. Oysa o önceden de ordaydı. Sadece diğer binanın gölgesinde; arkasında yıllarca farkedilmeden yaşamıştı. Penceresinden bakan insanlar uzakları değil sadece bir kaç metre uzaktaki diğer binayı görürdü sadece.

Her şeyin bir ruhu olduğunu düşünürüm bazen. Yıkılan binanın da; onun arkasından görünenin de.

Binalar gibi farklı cephelerimiz var bizim de. Ve eğer birinin önünde başka bir bina varsa güneş almıyordur; uzakları görmüyordur...

Dört tarafı açık bir binanız olmasını dilerim...

Eğer bir cephenizin önüne başka bir bina yapmışlarsa ya da kaçak kat çıkıp manzaranızı yok etmeye çalışıyorlarsa haber verin hep birlikte yıkalım :))

Pazartesi, Ağustos 22, 2005

Mucize Gerek



bazen tükendiğin zamanlar oluyor; hele de günlerden pazartesi'yse. güzel şeylerle kendini kandırma çabaları pek sonuç vermiyor. sana kendini iyi hissettiren birisiyle paylaşmak istiyorsun. ama onun gününü de mahvetme endişesi ile aramıyorsun. hele de sabahın bu saatinde. benim günüm zaten kötü, onunkini de mahvetmiyim diyorsun.

Radyoda çalan bütün şarkılar mutsuzluğu perçinliyorsa; karşına çıkan herşey ve herkes sana karşıysa. hele bir de geceden gördüğün rüyalar artık bu dünyada olmayan sevdiklerinleyse; bir de günlerden pazartesiyse. herşeyin yoluna girmesi için bir mucizeye ihtiyaç duyuyorsun.

Bir mucize gerek...

Cuma, Ağustos 19, 2005

Teşekkür


Okumayı yazmayı öğrendiğim günden beri; hep bir şeyler yazmışımdır...

İlk ve orta okulda şiirler, sonraları kompozisyonlar ve liseden beri de günlüklerim. Şimdiye kadar hep kendim için; nadiren de sevdiklerime mektuplar. Ama hiç böylesine sınırsız bir dünyada paylaşmamıştım kalemimi...

Amerika'dan yada Hollanda'dan; İzmir'den ya da Konya'dan yazdıklarımı okuyanların olduğunu bilmek mutluluk veriyor.

Rutinleşen günlerimde hayatıma yeni bir heyecan geldi. Bugün ne yazsam diye düşünmekten; yaşadıklarımı -mutlaka yazmalıyım dediğim-, yazdıklarımı okuyacak kişilerin varlığını bilmek çok güzel.

Pastacı blogu ile bana örnek olan, destek veren Burcu'ya ve diğer arkadaşlarıma, paylaşmak isteyip paylaşamadığıma ve bir kez bile olsa sayfamı ziyaret eden herkese

Vermiş olduğunuz tüm cesaretlendirici sözler için. TEŞEKKÜR EDERİM

Salı, Ağustos 16, 2005

Doğum Günün Kutlu Olsun



Ben çocuktum, sen bebek...

İlk yeni yıl kutlamasında birlikteydik. Çoğu kez birlikte uyur uyanırdık, yıkanmana yardım eder yemeğini yedirirdim. Dedim ya;

Sen bebektin, ben çocuk...

Büyüdün her dünyaya gelen gibi. Ben de büyüdüm. Artık kendi hayat telaşlarımızda daha az görüşebilir olduk. Senin okulun, benim işim... Bunlara rağmen ihtiyacın olduğu her zaman yanında olacağımı bilmeni isterim.

Şimdilerde her genç gibi geleceğin olacak üniversiteye hazırlanıyorsun. Seni mutlu edebilecek bir gelecek kurabilmeni diliyorum.

Her ne kadar insanların çoğu mezun olduğun okul, işin ve paranla seni değerlendirecek olsa da; mutsuzluğu kabullenme. Bu senin hayatın. Her zaman istediklerin olmasa da gerekeni yap; sonuçla mutlu olmaya bak.

Yenilgilerin yeni umutlar doğursun, zaferlerin daha büyük başarılara götürsün seni.

Bilirim böyle şeyleri sevmezsin. Ya da sevsen de belli etmezsin... Ama sen benim ilk göz ağrımsın.

Doğum Günün Kutlu Olsun!


Kurthan'a...

Cuma, Ağustos 12, 2005

Yarınlar İçin


Geleceğimiz çocuklarımız.

Dünya'nın büyük bir bölümünde çocuklar; kendileri için sağlıksız ve doğru olmayan koşullarda büyüyüyorlar. Açlık; çeşitli hastalıklar; kötü amaçlar için büyükler tarafından kullanılmak, zararlı madde bağımlılıkları ve daha pek çok şey.

Ülkemizde de benzer sorunlarla büyümek zorunda olan çocuk sayısı hiç de az değil. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; önümüzdeki yıllarda bu sayı gittikçe de artacak. Her 2 dakikada 1, saatte 34, günde 822, yılda 300.000 çocuk daha sokakta yaşamak zorunda kalabilir. Başta UNICEF olmak üzere pek çok sivil toplum kuruluşu ve ilgili bakanlıklar bu artışa son vermek ve çocuklarımızın sağlıklı bir gelecek kurması için projeler başlatıyorlar.

Geçenlerde yazdığım Çocukların Dünyası yazımda da belirttiğim gibi; kendi çocuğumuzu en iyi koşullarda büyütmemiz yeterli değil. Topluluk olarak yaşadığımız için birey olarak yaşanan iyilikler; huzur ve refahı sağlayamıyor.

Belki işlerimizden, günlük koşturmacalarımızdan çok fazla bir şey yapamazmışız gibi geliyor. Ancak sadece bir kaç dakika ayırarak en azından başlamış bir projeye destek olabiliriz.

UNICEF desteğiyle, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Kadın ve Çocuktan Sorumlu Devlet Bakanlığı gibi ilgili bakanlıklar ve kuruluşlar tarafından yürütülecek olan sokakta yaşayan ve çalıştırılan çocuklara yönelik proje, toplam 8 ilde uygulamaya konulacak. UNICEF’e göre çocukların sokaklara düşmesini önlemede başvurulacak ilk araç eğitim. Yapılacak iş de, çocukları okula göndermek ve okulda tutmak.

Projeye destek için 2 ytl değerinde üzerinde For Tomorrow yazan bilekliklerden satın almak yeterli. Vakkorama, Vakko, Remzi Kitabevi; D&R ve www.fortomorrow.org sitesinden satın alabilirsiniz. Diğer bir seçenek ise Turkcell faturalı hattınızdan Turkcell 3005'e ad-soyad ve adres bilgilerini içeren SMS göndermek.

Perşembe, Ağustos 11, 2005

İyi Kandiller


İnsanı ayakta tutan inandıkları, inançlarıdır ve herkesin inandığı da kendine. Neyi ne şekilde inandığı ve yaşadığı kendisiyle tanrı arasındadır sadece. Ama son zamanlarda bu özel durum o kadar uçlarda yaşanmaya başladı ki... Kimin neye inandığı ve ne yaptığı ülke gündemini oluşturmaya başladı. Sadece Allah'la kul arasında olması gerekenler farklı amaçlar için kullanıldı.

Haşmet Babaoğlu'nun yeni Papa seçimi sırasında yazdığı yazı şu an yaşanan durumu çok güzel özetliyor diye düşünüyorum.

Bugün kandil. Regaip Kandili. Ramazan ayının da dahil olduğu üç ayların ilki olan Recep ayının ilk perşembe akşamı. Ramazan'a kadar iki kandil daha var. 31 Ağustos'ta Miraç Kandili, 18 Eylül'de de Berat Kandili. Ramazan da 5 Ekim'de başlıyor.

Kandil deyince benim aklıma önce dua etmek; sonra da kandil simidi ve helva gelir. Helva tarifi için sevgili Burcu'nun blogu pastacıyı ziyaret etmenizi öneririm. Bir de küçükken kandil akşamı büyüklerin ellerini öpmek kandillerini kutlamak vardı. Anneannem, babaannem, amca ve teyzelerimle çok yakın evlerde büyüdüğüm için yoğun geçerdi kandil akşamlarım.

Şimdilerde ise bu ziyaretlerin yerini telefonlar aldı. Olsun yine de hatırlamak; hatırlanmak güzel. Hayatınızda her zaman hatırlayacak ve hatırlanacak dostlarınız eksik olmasın; dualarınız kabul olsun.

İyi kandiller!

Çarşamba, Ağustos 10, 2005

Melih Kibar Anma Gecesine Gidemeyenlere


Geçtiğimiz hafta Melih Kibar'ı anma konseri vardı Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda. Melih Kibar-Çiğdem Talu Şarkıları yazımda detayları bulabilirsiniz.

Konsere benim gibi gidemeyenler için bu gece ATV'de yayınlanıyor. Saati oldukça geç olsa da (24:00) izlemeye değer diye düşünüyorum.

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

Hayat Kavanozu

Bir felsefe profesörü sınıfta, önünde bazı malzemelerle öğrencileriyle ders yapıyordu.

Önce önündeki bos bir kavanozu 2" çapındaki taşlarla doldurmaya basladı. Öğrencilere kavanozun dolu olup olmadığını sordu. Onlar da dolu olduğunu kabul ettiler.

Profesör bu sefer bir kutu çakıltası aldı ve onları kavanoza boşalttı. Kavanozu hafifçe sallayınca çakıl taşları büyük taşların arasındaki boşluklara doldular. Profesör yine öğrencilerine kavanozun dolu olup olmadığını sordu, onlar da onayladılar.

Bu sefer bir kutu kum alıp kavanoza boşalttı. Kum geriye kalan bütün boşlukları doldurunca yine öğrencilerine aynı soruyu tekrarladı.

Öğrencilerin hepsi bir ağızdan kavanozun dolu olduğunu söylediler. Öğrenciler gülmeye başlayınca;

"Şimdi," dedi

"Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini bilmenizi istiyorum.

Taşlar hayatınızdaki önemli seyler aileniz, eşiniz, sağlığınız, çocuklarınız. Her şeyi kaybetseniz ve elinizde sadece onlar kalsa bile hayatınızın dolu dolu olmasını sağlayacak şeyler bunlar.

Çakıl taşları ise işiniz, eviniz, arabanız gibi diğer önemli şeyler.

Kum da geriye kalan her şeydir, küçük şeyler yani.

Eğer kavanozu önce kumla doldurursanız çakıl taşlarına ve büyük taşlara yer kalmayacaktır. Aynı şey hayatınız için de geçerli. Bütün zaman ve enerjinizi küçük şeylere harcarsanız hayatınızda sizin için önemli olan şeylere hiç yer kalmayacaktır."

Mutluluğunuz için çok önemli olan şeylere dikkat edin. Çocuklarınızla oynayın, doktor kontrollerinizi düzenli yaptırın. Eşinizi dansa götürün. İşe gitmek, evi temizlemek, tamirat yapmak için hep zamanınız olacaktır. Önce büyük taşları -gerçekten önemli olanları- halledin. Önceliklerinizi belirleyin. Geriye kalanlar sadece kumdur."

BENİM NOTUM
Hayat kavanozunuzun içine öncelikle sevdiklerinizi koyun; çünkü nasıl olsa bir sürü gereksiz şeyle dolacak biz farkında olmadan. Bir de bakmışsınız sevdiğinizi sevdiklerinizi koyacak yer kalmamış.

Perşembe, Ağustos 04, 2005

Bugün de Gelmedi...



Bugün de gelmedi
Her gün doğuşunda
Yeniden umud ediyorum
Gelecek diye

Güneşle birlikte ufukta yok oluyor
Gün battığında o da gidiyor
Bugün de gelmedi oluyor

Her sabah inatla
Belki bugün...
Her telefonda
Belki şimdi...
Yarın değil bugün

Bugün de gelmedi

Kaç gün doğdu üstüne
Pes etmedim
Ümid ettikçe yaşarya insan
Ben yaşadıkça ümid ediyorum

Ama biliyorum gelecek

Geldiğinde benim günlerim bitmiş olur mu; kimbilir...

Belki bir haber, belki bir sevgili. Ama sabırla beklenen...

Çarşamba, Ağustos 03, 2005

Çocukların Dünyası


Herkesin çocukken favori bir çizgi film karakteri vardır... Onunla özdeşleştiği kendinden bir parça bulduğu.

Benim favorim Fred Çakmaktaş’ın karısı Wilma; ablamın ki Barny Moloztaş’ın karısı Betty. Ben Atom Karınca, ablam Değerli’ydi. Halen daha seyrettiğimde yerinde olmak istediğim Heidi. Bir iki sene önce Cnbc-e’ de benim gibi düşünmüş olacak ki; akşam kuşağında yayınlamaya başladı. Eminim ki büyük seyircileri küçüklerden daha fazlaydı.

Bizim çizgi filmlerimiz masumdu. Hayal gücümüzü en fazla zorlayan belki de Voltran’dı. Diğerleri ya konuşan çiçekler yada hayvanlardı. Oysa şimdiki kahramanları standart bir canlı türüne indirgemek mümkün değil. Çoğu kendilerinin de dediği gibi “Yaratık”

Batuhan’la bir kaç sene önce çizgi filmler üzerine konuştuğumuzda; benim kahramanlarımın –ona göre- çoktan eskidiği; onunkileri de benim tanımadığım ortaya çıktı. Kuşak çatışması daha o noktada başlıyor galiba.

Çocukların gelişimi açısından televizyonun olumsuz etkileri çok fazla. Hatta3 yaşına kadar çocuklara hiç televizyon izlettirilmemesi öneriliyor. Oysa ülkemizde daha bir kaç aylıkken bebeklerin reklamlara tepki veriyor olması; övünülecek bir şeymiş gibi anlatılıyor. Sonra daha kolay olsun diye reklamlar varken yemek yedirmeler ve önlenemez bir bağımlılığın başlangıcı. Çocuklar için televizyonda elbette faydalı programlar da var. Ancak ailenin doğru tercihler yaparak bilinçli şekilde televizyonla çocuk ilişkisini kurması gerekiyor.

İlköğretimde okuyan çocukların izledikleri dizilerden öğrenerek; yaşıtları başka bir çocuğa inanılmaz işkenceler yapması tüyler ürperten başka bir gerçek.

Herşeyin... Özgürlüklerin, eğlencenin, paranın; sevginin; hayatın bilinçsizce tüketildiği; geçmişteki sıkıntılara inat bugün her şeyi dibine vurarak yaşamanın bedelinin yarınlarda çok yüksek olacağını düşünüyorum.

Sadece kendi çocuğumuzu yanlışlardan koruyarak yetiştirmemiz de çözüm değil. Çünkü hayatın her alanında sizin koruduğunuz yanlışlarla yetişmiş bir sürü çocukla karşılaşacak. Nasıl ki daha sağlıklı bir nesil yetiştirmek için ulusal aşı günleri, en az 6 ay bebeklerin anne sütüyle beslenmesi, doğum kontrolü gibi bilinçlendirme kampanyaları yapılıyorsa; ruh sağlığı yerinde manevi gelişimi sağlıklı bir nesil için de bir şeylerin yapılması gerekiyor.

Ama biz bu kampanyaları beklemeden hemen bugünden; çocuklarımıza daha fazla kaliteli zaman ayırıp daha az bilgisayar daha az televizyon çocuğu olmalarını sağlayalım.

Ve oturup hep birlikte Heidi’yi seyredelim...

Salı, Ağustos 02, 2005

Melih Kibar-Çiğdem Talu Şarkıları

Sakın dokunmayın bana; rahat bırakın...
Sürüp gitsin bu rüya; uyandırmayın...

Benim çok sevdiğim bu şarkı bir türk filminin en sevdiğim sahnesinde söylenir. Gülşen Bubikoğlu, Erol Evgin ve Adile Naşit'in başrollerinde oynadığı 1980 yapımı Renkli Dünyalar müzikalinde. Terzinin kızının müzikal yıldızının kostümünü giyerek sahneye çıkarak kendi rüyasını yaşadığı sahnede söyleniyordu. Bütün tiyatronun sesini duyup birer birer salona geldiği; külkedisinin prensese dönüşümünün başladığı yerde.

O zamanlar Yeliz'in sesiyle dinlediğim şarkı Melih Kibar'ın bir kaç yıl önce çıkardığı Yadigar albümünde Yeşim Salkım tarafından söylendi. Belki ben ilk haliyle sevdiğim için; yadırgadım.

Melih Kibar son günlerine kadar hayatımızın o kadar içine işleyen müzikler yaptı ki; farkında olmadan onu yaşadık. Hababam Sınıfı; Eurovision Türkiye yarışmalarının jenerik müziği, pek çok reklam -Garanti Bankası Sucu Çocuk- ve dizi müzikleri. Eserlerinin vazgeçilmezi piyano ve kanun...

CnnTürk'de unutulmaz aşkların anlatıldığı belgeselin bir bölümünde Çiğdem Talu ile olan aşkı vardı. İlk yayınlandığında izlemiştim. Ölümünden sonra da izledim. Ama kaderlerinin bile aynı oluşu hikayeye daha bir hüzün kattı. TRT 2'de yaptığı programda bir gece yazdığı bestesine söz yazması için Çiğdem Talu'ya gönderdiğinde; gelen sözlerin bestenin oluşmasına neden olan koşulları anlatmış bana inanılmaz geldi. Çünkü besteyi Melih Kibar fırtınalı bir gecede İngiltere'de kendini çok yalnız hissederek yapmıştı. Çiğdem Talu ise bütün bunlardan habersiz dinlediği şarkıya yazdığı sözler ise...
gün ağarırken, tek başıma oturmuşsam
henüz daha gözlerimi bir an bile yummamışsam
sen yoksan yine, bense yorgun ve yalnızsam hele bir de,
bir de canım hasretine kapılmışsam
ve gözümde tütüyorsan buram buram
işte o an bir fırtına kopar
sanki o an yer yerinden oynar
hoyrat bir rüzgar eserken, sallanan gemi misali
sallanır durur içimde dünya
Bence muhteşem bir birliktelik. İkisi de artık hayatta yok. Ama şarkıları bizlerle. Üstelik yarın akşam Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda Melih Kibar ve Çiğdem Talu şarkıları Garo Mafyan; Nükhet Duru, Erol Evgin ve Candan Erçetin tarafından seslendirilecek. Günler öncesinden biletler tükendiği için maalesef ben bu konserde olamıycam. Ama Melih Kibar şarkılarını yarın akşam da dinlemeye devam edicem...